26 Aralık 2008 Cuma

Ankara Blues Bar..

Ankara'dan bu kadar çok gitmek isterken ama nereye gitmek istediğimi de çok bilmezken (koç burcu mevzuu sonra tartışılsın) geçenlerde bir gece canımız sıkılınca evden çıkıp Sakarya'ya Blues'a gidince, Ankara'yı, insanın doğduğu yerli mi yoksa doyduğu yerli mi olduğunu, burada doyup doymadığımı, Ankara'lı sayılıp sayılmayacağımı veya bunu isteyip istemediğimi düşünürken birden bire farkettim ki ben hayatımın neredeyse yarısını burada geçirmişim. Yaaaaa öyle olmuş vallahi, ben buraya 1993 yılında geldim. Şimdi 2009 desek 16 yıl olmuş, eee 32 yaşındayım, kıt matematik zekamla da hesaplayabildim ki, hayatımın neredeyse yarısı burada geçmiş ve birçok eski şeyi biliyorum. Ne bileyim, Blues'u, LightBar'ı, Graffiti'yi, Atakule'nin tek alışveriş merkezi olduğu zamanları, hatta bitmek bilmeyen metro inşaatını ve heryerin kazılmış halini, ve belki şimdi aklıma gelmeyen daha bir sürü şey daha, şuanda varolmayan, veya çok değişmiş olan yerlerin eski zamanlarını biliyormuşum. Vay be.

Blues 1989 da açılmış, Sakarya'da yıllardır aynı yerde hizmet veren, ve mekan tadilat yapılarak şuan farklı hallere bürünmüş olsa da ne çaldığı müzik türünü ne de ismini hiç değiştirmemiş bir rock bardır, bizim jenerasyon çok iyi bilir ki, Blues Ankara'nın itfaiye meydanından alınmış yıpranmış deri montlu, uzun saçlı, küpeli, her daim düşünceli oğlanlarının ve saçları dağınık, uzun etekli, koyu renk ojeli, çok takılı, pek düşünceli kızlarının yani bütün rocker fucker tayfanın takıldığı en ünlü barlarından biriydi, o zamanlar sanıyorum 1989 ile 1998 arası felandı, ben o zamanlarda Blues'u çaldığı müzikler ve takılan yakışıklı oğlanları ile pek severdim de, piknik masası tarzı siyah oturakları ve masaları, çok karanlık ortamı, küçücük ve her daim pis olan tuvaleti nedeniyle pek sevmezdim. Sonradan Blues mekanını komple yeniledi, iç dizaynı çok güzel oldu, in gibi karanlık ortam hafif ışıklarla aydınlatıldı, bütün duvarlar ahşap kaplama oldu, masalar sandalyeler duvarlarla uyumlu ahşaba döndü, bu şehrin popo dondurucu soğuğunda Sakarya'ya keyifle bakacak bir bar oldu (zaten öyleydi de..biraz daha öyle oldu) fakat kabusum olan tuvalet değişmedi, temizlikçi değişmiş olacak ki biraz daha temizdi fakat küçüklüğünden hiçbir şey kaybetmemişti. Dedim ya geçenlerde gittik diye, sanıyorum el değiştirmiş, zira yıllar yılı görmeye aşina olduğumuz adamlar yoktular. Bu el değiştirmeyle, Blues'a logo yapılmış, bu logoya uygun güzel ve şatafatsız aydınlatmalar asılmış, yeni fotoğraflar asılmış ve yan taraftaki dükkan alınarak mekan genişletilmiş. Genişletilen tarafla birlikte tuvalet büyümüş (yaşasııın), ve bir köşeye 2 adet dart asılmış. Çok yakışmış çok güzel olmuş. Artık bizden başka hiçbir arkadaşımızın takılmadığı Sakarya'da (evlenenler evlenmenin evde oturmak olduğunu sandılar, çalışmaya başlayanlar çok yorulduklarını ifade ettiler, bence hepsi boştu ama...), Blues çok daha güzel olmuş, tam olarak nasıl ifade edebilirim bilmiyorum ama çok daha dost bir ortam olmuş, çok daha huzur dolu olmuş, çok daha 30 lu yaşlar olmuş. Etrafa hayretle baktığımızı gören sahiplerinden biri olduğu düşündüğümüz adam nooldu gibisinden bakınca, "değiştirmişsiniz güzel olmuş" dedik, adam "baya oldu" dedi ukelaca, hani "amma da az dışarı çıkıyormuşsunuz siz de" diyen bir ifade ile, biz de soktuk tabii lafı "biz buranın 15 sene önceki halini biliriz" diye... Herşeye rağmen ben Sakarya'yı seviyorum yahuu.....

22 Aralık 2008 Pazartesi

Bu Kitabı Çalın - Murat Gülsoy

Çok farklı olduğunu söyleyemeyeceğim, tabii bunu söyleyemiyor olmak bu kitaptan keyif almadığımı da göstermiyor, bilakis, oldukça keyifli bir okuma oldu. Çok çok sade bir dil ile yazılmış olması okumayı rahatlatırken, olayların ordan burdan (aslında demek istediğim hayatın ta kendisi olabilecek yerlerden) çıkmış olması öykü karakterlerine yakınlaşmamı sağladı, bir de tabii merak uyandıran gizemli durumlar sürekli uyanık kalmamı sağladı. Kısacası evde, serviste hatta ofiste bile elimden bırakamadım. Yine itiraf ediyorum ki bu kitabı da ismine bakıp aldım, ama iyi ki de öyle yapmışım zira iyi bir yazarla daha tanışmış oldum, diğer kitaplarını da mutlaka okuyacağım. Bu postu okuyanlar da bu kitabı okusunlar tavsiye ederim. En sevdiğim öykü ise "54 Numara'nın Esrarı" oldu.


İçindekiler
Bu Kitabı Çalın
Kayıp Eşyalar Bürosu
Hindistan Yolculuğu
Hızlı Düşünme Sanatı
54 Numara'nın Esrarı
Kötü Yola Düşen Ev
Yazarın Belleği
Hasta Bir Konak
Birkaç Dolar İçin
Kukla
Sakla Beni
Yasadışı Öyküler
Can Yayınları, 4. Basım Nisan 2007 (1.2000), 189 sayfa

12 Aralık 2008 Cuma

Kırmızı Bisiklet - Can Dündar

Daha önce hiç okumamıştım Can Dündar’ı, Atatürk belgeseli üzerine –henüz onu da seyretmedim ya- bu kadar söz söylenirken aklıma düştü ve ne yalan söyleyeyim ismi ilk etapta dikkatimi çeken kitabını edindim. Şimdiye kadar kendisini neden okumamışım bilemiyorum belki de elden ele dolaşmaktan spam mail haline gelmiş olan, birtakım dersler çıkarttıran fazla duygusal alıntı metinlerden kaynaklanmış olabilir. “Kırmızı Bisiklet” Can Dündar’ın oğlu olduktan sonra, babasının oğlu olmak ve oğlunun babası olmak üzerine edindiği duygu ve düşüncelerini paylaştığı, kapitalist düzenin çocukları hedef alarak onları nasıl küçük birer tüketiciye dönüştürdüğü ve büyüklerin para kazanma hırsı için belki de farkında bile olmadan buna nasıl katkıda bulunduğu üzerine sesli düşünüyor, buna kişisel olarak nasıl karşı koyabileceğimiz üzerine fikir yürütüyor. Büyüklerin hayatlarından etkilenen küçükler ve gençlerle ilgili örnekler üzerinde tartışıyor. Buradan yola çıkarak bazı ünlü isimlerin çocuklarından örnekler vererek onların sorunlu ilişkilerini ve nedenlerini sorguluyor. Savaşlarda, töre cinayetlerinde kurban edilen çocukların üzerine yazıyor. Bütün bunlardan bir baba gözüyle bahsediyor. Ve en çok çocukları daha ilkokul sıralarından başlayarak sınav stresi ile yoğunlaşan bir rekabete iterek ne denli sorunlu ve mahrum bir nesil yetiştiği üzerine yazıyor. Geçmişe duyulan hüzünlü bir özlemin yanında, yeniliklere açık bir baba portresi çiziyor. Fakat, eninde sonunda bu yenilikler onu şaşırtıyor ve hayal kırıklığına uğratıyor. Kullanılan dilin bazen aşırı duygusal olması, verilen örneklerin arada bir oldukça burjuva kaçması bana yer yer itici gelse de genel olarak sevdim, ve kendime bir takım dersler çıkardım diyebilirim. Deniz'le birlikte yapacaklarım arasında beraber bir masal yazma veya anlatarak sesimizi kaydetme gibi çok da şekillendirmediğim bir fikir vardı kafamda, kendisi oğluyla benzer birşey yapmış, bir cümle oğlu bir cümle de kendisi yazmış ve bir masal yaratmışlar, bu da yapılabilir, burada not olsun.

İmge Kitabevi Yayınları, 18. Baskı Eylül 2008 (1.Şubat 2005), 169 sayfa

9 Aralık 2008 Salı

Adapazarı veyahut Sakarya...

Zavallı bir doktor karısı olaraktan (koca bayramın 2. ve 4.günü nöbetçi) ve ayrıca doğru dürüst bir şirkette iş bulamamış bir kişi olaraktan da (tatil 9 gün felan olmadı, iş yok ama işe gitmek gerekiyor) bu bayram tatilini de çok fazla uzaklaşamadan yaşadık diyebilirim. 2009 yılında bütün bayramların haftasonuna gelmesiyle de daha bir süre kafadan tatil de yapamayacağım demektir (burada araştırılması gereken konu, işsizken bunu stres yapan kadın işi olunca neden şikayet eder, bu kadın doyumsuz mudur, yoksa salak mıdır nedir..) tabii bu kriz nedeniyle işten kovulmazsam, neyse. Konu çok fena saptı yine.. Beraber geçireceğimiz bu 3 güncük de kocanın Adapazarı'na kocanın ailesini ziyarete gittik. Her türlü basılı materyalde Sakarya olarak geçen bu şehre orada yaşayan herkes Adapazarı diyor, hatta kısaltıp Ada diyorlar, ilçenin sonradan il olmasıyla ilgili sanıyorum bu iki adlılık.Adapazarı'na ilk gittiğimde çok şaşırmıştım, küçük, mütevazı bir taşra ili beklerken, envai çeşit markanın bulunduğu, bayramlarda dükkanların sabaha kadar açık olduğu kocaman çarşısı, çok güzel yemekler yediğim birçok restoranı ile oldukça büyük bir şehirdi. Şimdi ise daha da büyüdü, 99 depreminden sonra şehrin çabuk toparlandığını ve güzelleştirildiğini söylüyor orada yaşayanlar. Yaklaşık 5 yıllık geçmişini bildiğim bu şehrin nasıl geliştiğini ben de fark edebiliyorum aslında. Istanbul'a 1 saatlik mesafede olması, birçok otomotiv, ilaç ve gıda fabrikasının bu şehirde olması, hızla gelişmesi nedeniyle oldukça yaşanabilir gözüküyor bir de insanları da aynı doğrultuda gelişmiş olsa. Adapazarı'nda yaşayan insanların %90 ı kapalı, sadece görünüşte değil fikir olarak da öyleler, batıda yeralan ve hızla gelişen bir şehrin içinde bir takım geleneklerin halen sürüyor olması, maalesef bir taşra olmaktan öteye gitmemiş olması da üzüyor insanı. Adapazarı'na ilk girdiğiniz anda bile burada yaşayan insanların farklılığını (!) dikkatinizi çekiyor, trafikte herkes kafasına göre gidiyor, ana caddede motorsiklet kullanan gençler tek ayak üstünde akrobasi hareketleri yaparak geziyor, tam bir trafik kuralsızlığı hakim. "Ada" isimli güzel bir alışveriş merkezi açılmış bu sene, bayram ve yeniyıl nedeniyle çok güzel süslemişler, ama içerisi alabildiğine duman, tabii ki sigara dumanı, ülkemin her yerinde kapalı alanlarda sigara içmeyi yasaklamışlar ama sanırım Adapazarı halkını bu yasaktan muaf tutmuşlar ki herkes gayet rahat sigara içiyor. Kimseye laf da söylenmez ki herkes kavgaya hazır. Havası ise çok nemli, her gittiğimde alerjim azıyor nefes darlığı ve gözlerimde oluşan sürekli kaşıntı hali beni mahvediyor, ilaç kullanmak zorunda kalıyorum. Ankara'nın belki de bana en iyi gelen yeri havası, kuru kuru kara iklimi. 3 gün kaldık Adapazarı'nda, kurbanımızı kestik, bayramlaştık, torun mıncıklattık ve geldik Ankara'ya, sonraki 3 günün tüm saatlerinde kızımlayım.

2 Aralık 2008 Salı

LCD TV

Evde taa evlenirken aldığımız 84 ekran tüplü tv miz vardı, böyle deniz anası gibi birşeydi, pek az seyrettiğimiz tv ye, evimiz de küçük olduğundan, Deniz yakından yakından bakmaya çalışıp, kapalıyken de olsa gidip şap şap ekranına vurduğundan ve birgün bu şapların etkisiyle o tv nin bulunduğu yerden töngürdek düşeceğinden de tırsarak, bütün bunların üzerine 100 hertz den az olan tv lerin çocuklarda epilepsiyi tetiklediği yönünde e-maili de alınca, yavaş yavaş bakmakta olduğumuz lcd tv yi bütün krize ve boğazımıza kadar olan borcumuza rağmen, borç yiğidin kamçısıdır diyerekten aldık. Zaten evlendik evleneli belimiz doğrulmadı ya neyse, o başka bir yazının konusu olsun, susmayabilirim. Samsung 7 serisi lcd aldık, özellikleri fiyatına göre iyiydi, en sevdiğim özellik ise, flash diski direkt olarak tv ye takıp avi formatında film seyredilebiliyor, fiyatlar düşmüş, alım gücümüz de düştü aynı oranda ama napalım artık doğalgazdan kesip lcd yi ödeyeceğiz. Tabii teknolojinin sonu yok, şimdi bu tv full hd olduğundan kelli, full hd şeyler seyredebilmek için ayrıcana bir alet almak gerekiyormuş, off yaa...neyse lcd aldık diye de Deniz'e hala tv seyrettirmiyoruz, oyun oynuyoruz, kitap okuyoruz, zaman geçiyor, nasıl olsa bir zaman sonra kendisi seyretmek isteyecek, o zamana kadar korumadayız...

28 Kasım 2008 Cuma

Kadından Kentler - Murathan Mungan

Yazarlar yaza yaza, biz okuya okuya bitiremiyoruz kadınlar üzerine yazılan öyküleri ve romanları. Aralarında birbirini andıranlar olsa da, her biri ayrı bir tat bırakıyor damağımda, her birinin yeri ayrı kalıyor. En sevdiğim kadın öykülerinden çoğu İnci Aral’ın kaleminden çıkmıştır, yani yine bir kadının elinden, ya kendi yaşadıklarını yazıya dökmüştür veyahut tanıdıkları ya da aksine tanımadıklarını, ama sonuçta bir kadın olarak yazmıştır, bilerek ve hissederek. Bir erkeğin kadın üzerine yazması, hem de kadınlığın erkekleri rahatsız eden bazı uydurma sığ özellikler üzerine değil de, tüm kadınsı kırılganlıklar, düşler, öfkeler, hüsranlar, mutluluklar, kısacası kadının iç dünyası üzerine yazması, bu dünyayı yorumlaması ve en önemlisi tüm yorumlarının içten ve doğru olması o erkeği bizden biri mi yapıyor bilemiyorum. Üniversitedeyken Yusuf hocamız aynen de böyle bir beyefendiydi, nasıl Murathan Mungan’ın imza günlerindeki kalabalığın çoğunu kadınlar oluşturuyorsa, Yusuf hocanın derslerini de çoğunlukla biz kadınlar alırdık bu nedenle. Kadınlar kendisini çok sevdiği için, erkekler onu sevmezlerdi, bu nedenle ağır dedikodular dolanırdı kadınları neden iyi anladığına dair, sanki ancak o koşulda bir erkek kadını anlayabilirmiş gibi. Murathan Mungan Kadından Kentler’de yine çok güzel ama çok hüzünlü kadın öyküleri anlatmış, aynı bizden biri gibi. 16 ayrı kentte (İzmir, Adana, Trabzon, Bursa, Samsun, Amasya, Ankara, Sinop, Afyon, Kırşehir, Erzurum, Diyarbakır, Kayseri, Gümüşhane, Mersin, İstanbul) 16 ayrı kadına ait öyküler bunlar. Oldukça akıcı bir dille yazılmış, kolay okunuyor, bu nedenle bir çırpıda bitiveriyor ve bu yüzden altında yatan anlamlar pek fazla anlaşılamıyor; biraz sabun köpüğü etkisi yarattı bende, kendime öyküler üzerine düşünme vakti bırakmadığımdan ve her bir öyküyü birbiri ardına içtiğimden olsa gerek, kendi okumamdan pek memnun kalmadım. Daha sonra tekrar okuyacağım, biraz daha sindirerek, arada bir birer birer.

Öyküler:
Kordonboyunda Ömer Çavuş Kahvesi
Adana Sıcağında Erguvanlar
Trabzon Burması
Yakası Beyaz Kürklü Taba Rengi Kaban
Samsun sigarası,Tütün balyaları,Tamaron
Amasyadaki teyze
Burası Ankara il radyosu,şimdi
Sinop’a gelin Giden
“Kanat Turizm’in Değerli Yolcuları…"
Hayat Hanım;İlk Tayin
Annemin çektiği fotoğraflar
Diyarbakır Surlarında
Lüks Terzi'nin Kızları
Gümüşhane,Çok Uzak
Tantunicinin Karısı
Esenler Otogarı

En sevdiğim öykü ise “Annemin çektiği fotoğraflar” oldu.
Öykü “Bir insan kendinde keşfetmediği birşeyi nasıl bilebilir?” diye başlar. Suna kocası ile birlikte,Erzurum’a, babasının ölümünden sonra kendine kapanan annesinin evine gider. Orada iki bavul dolusu fotoğraf bulur. Bu fotoğraflar onu annesi hakkında hiç bilmediği şeyler öğreneceği bir geçmişe doğru götürür. Bir yandan İstanbul’a dönen kocasının gönderdiği fotoğraf konulu kitapları incelerken diğer yandan bu kitaptan edindiği bilgilerle annesinin fotoğraflarını inceler ve onun fark edilmemiş bir fotoğraf sanatçısı olduğunu anlar ve onun kayıp bir sanatçı olmasına hayıflanır, acır ve kırılır.

- Bir kokuyla,bir tatla yeniden o yaşla dönebiliyorsa insan,sonsuzluk budur!Demek ki hiçbir şey kaybolmuyor,hatta ölünmüyor bile;havanın boşluğunda geri gelmeyi bekliyor zaman;hatta belki insan!Proust gibi bazı yazarları asıl şimdi okursa,daha çok kavrayıp anlayabileceğini düşünüyor Suna. Gençken okunan kitaplarda insan zamanı fark etmiyor.Kitaplar senden zamanını bekliyor.

Metis Yayınları, 2. Basım Mayıs 2008 (1. Nisan 2008), 290 sayfa

15 Kasım 2008 Cumartesi

Kriz, kriz, kriz...

Birkaç aydır süregelen söylentiler nihayetinde söylenti olmaktan çıkıp dünyayı sarsan ekonomik buhrana dönüştü. Sürekli olarak piyasanın kötü durumuna, büyük şirketlerin borsada değer kaybetmesine ve hatta çökmesine ilişkin haberleri takip eder olduk. Devlet büyüklerimiz hamdolsun kriz bize uğramaz derken, ekonomistlerin ve patronların hiç de öyle düşünmediğini okuduk şurdan burdan. Dünya böyle çalkalanır, herkesin çalışmak istediği şirketlerin işten personel çıkarma haberleri bir bir yayılırken döviz biranda yükseldi, fakir daha fakir olmaktan öteye gidemezken eminim bir kesim cebini iyicene doldurmaya başladı. Bir düştü bir çıktı derken, söylentileri dinler, haberleri takip ederken panik havası geldi yakın çevremde esmeye başladı. Yakın çevrem derken özel teşebbüs iş yerlerinden bahsediyorum, kah benim kah arkadaşlarımın. Bu kriz ve yarattığı panik havası zaten normalde de uyguluyor olmamız gereken bir takım tasarruf tedbirlerinin bilgiç bir şekilde yayınlanmasına vesile oldu. Neymiş efendim, atık kağıtları değerlendirelim, suyu elektriği idareli kullanalım falan fişman, acı olan krizin patronların bazıları için gerçekten de bir bahane olması mı yoksa doğal kaynaklarımızı gereksiz yere tüketmemek adına zaten uyguluyor olmamız gereken tedbirlerin kriz ortamlarında tekrar tekrar pişirilerek önümüze konması mı, her ikisi de sanıyorum. Biz çalışanlara düşen de zaten kriz nedeniyle düşen alım gücümüz bizi yeterince zorlamıyormuş gibi bir de bu sürekli gözümüze sokulan tasarruf tedbirlerinin yarattığı can sıkıcı rahatsızlık ile baş etmek oluyor. Firmalar birbiri ardına işçi çıkartmaya başlarken, yavaş yavaş bizde de dedikodular ayyuka çıkıyor. Ve yönetim, şirketin böylesine dedikodu kazanına dönüşmesi konusunda ağzını açıp tek söz söylemiyor. Her şey açık bir şekilde konuşulsa tartışılsa dedikodu da olmayacak ya, yapamıyorlar, daha doğrusu yapmak istemiyorlar. Çünkü bu huzursuzluk ortamı yönetimlerin işine geliyor. Çalışanlarını kriz olsun olmasın huzursuz etmek tüm Türk şirketlerinin benimsediği yönetim şekli çünkü. Sıkıldım da sıkıldım, her yeni işe başladığımda bir krizin patlak vermesinden sıkıldım, bir yerde uzun süreli eleman olmanın getirdiği ayrıcalıkların önemini geç anladığım için sıkıldım, zamanında annemi dinleyip paşa paşa İngilizce öğretmeni olup devlet memuru olmadığım ve saçma sapan kariyer hayalleri kurmuş olduğum için sıkıldım, doğru düzgün yönetim şekli olan bir şirket var ise orada hiç çalışmadığım için sıkıldım. Pööfff…

11 Kasım 2008 Salı

Bir Doğumgünü Organizasyonu..

Deniz’in 1. yaşgününü 25.Ekim Cumartesi günü kutladık, misafirler ne düşündüler bilmem, ama ben oldukça keyifli geçtiğini, en azından Deniz’in tahminimden daha fazla keyif aldığını düşünüyorum. Kucaktan kucağa gitti, yerlerde bir o yana bir bu yana yuvarlandı, hediyelerin her biri için ayrı çığlık attı, sonunda yorgunluktan bitap düşmüş olsa da onun için çok eğlenceli geçti. Hatırlayacağını sanmam, ama şimdiki çocuklar şanslı, bir sürü fotoğraf ve kamera görüntüsü var, ileride bunları seyretmek onun için çok keyifli olacaktır eminim. Bize gelince, biz bu doğum günü için çok çalıştık, çok çalıştık derken, ben haftalar öncesinden panik yapmaya başlamıştım bile, paniğimin nedeni ise kutlama yaparken birlikte olmak istediğimiz birçok kişi olması ve bununla ters orantılı olarak evimizin küçük olmasıydı. Öncelikle, asıl doğum tarihimiz olan 24.10 Cuma gününe geldiğinden, biz kutlamayı Cumartesi yapmaya karar verdik ki herkes katılabilsin, ee malum çoğumuz çalışıyoruz. Aslında gününde kutlanmayan doğum günlerinin tadının olmayacağını düşünsem de, herkesin bir arada olması isteğim ağır bastı diyelim. Tarihi belirledikten sonra, davetli listesini oluşturdum ve bu kadar kişiyi dolduracağımız bir alana sahip mekanlar aramaya başladım. Öncelikle, çocuklara özel doğumgünü partileri organize eden firmaları araştırdım. Maalesef Ankara’da çok fazla alternatif yok (Aslında bir tane de biz açsak fena olmaz mı ne, etrafımızda bu kadar yaratıcı işgücü varken çocuklar için daha eğlenceli ebeveynler için de daha hesaplı öneriler sunabiliriz sanıyorum, düşünmek lazım..) Nihayetinde, netten iki parti evi buldum. Bu tip yerlere “parti evi” veya “çocuk kulübü” deniyor. Bunlardan bir tanesi “Eve Sığamadık Parti Evi”, 2 bayanın işlettiği bir çocuk kulübü. Telefonda olduğu kadar yüz yüze görüşmede de oldukça tatlıydılar. Mekana gelince, kesinlikle çocuklara göre döşenmiş ve süslenmiş bir yer. Her yer rengarenk oyuncaklar ve süslemelerle dolu; giriş katı 6 yaş altı çocuklar için tasarlanmış, minik ayaklı uzun bir masanın etrafına sıralanmış minik renkli sandalyeler, tavana asılmış balonlar, envai çeşit 23.Nisan süslemesi olarak adlandırabileceğim parlak süsler, top havuzu, etrafı yine rengarenk sevimli çitlerle çevrilmiş bir oyun alanı da mevcut. Çocukların vakit geçireceği bu alana hafif yukarıdan bakan ufak bir kısımda ise kırmızı deri koltuklar ve cam bir masa ile ebeveynlerin ağırlanacağı yer var. Çocuklar için McDonalds menüsü veriyorlarmış (fast food hayatımızın her yerini işgal etmiş durumda, parti evleri bile bunu kullanıyor, off off..) ebeveynler için ise kuru pasta ve çay veriliyormuş. Bu kısımla ilgili yorumlarım ileriki satırlarda yer alacak. Parti evinin alt katında ise 4-5 yaş üstü çocuklar için dekore edilmiş bir tür diskoya benzeyen bir mekan var. Rengarenk ışıklar altında yüksek sesle müzik çalıp (doğumgünü çocuğu istediği cd yi getiriyormuş), çocuğun ilgi alanına uygun “concept”te posterler asıyorlarmış. Şimdiii, iş bu “concept” kelimesine gelince ben tırsıyorum, neden tırsıyorum, bu bir tür “concept” içerdiği söylenen şeyler çoğunlukla pahalı oluyor, hatta bazen sadece “concept”i olduğu için saçma sapan fiyatlar biçiyorlar ya, ondan. “Concept” kelimesi de dillerimize dolanınca sıra fiyat konuşmaya geliyor tabii. Ben hemen atlıyorum “Deniz’in yaşıtı yok Güneş var arkadaşı ama o da bebek, zaten Deniz de bebek buradaki birçok oyuncak ile oynamayacak (oynamak istese de hepsini ağzına sokmak isteyecek, ee bu oyuncaklar umumi nasıl ağzına sokturuyum ben şimdi falan fişman, bunu söylemedim tabii), ama misafirlerimiz için de kuru pasta, çay kahve pek kuru kalıyor” diye üstüme düşenleri söyleyip kurtuluyorum. Kadın da bana cevap veriyor “Şimdi bu standart paket 600 YTL, animatörümüz de var tabii, misafirleriniz için ekstra yiyecek isterseniz ekstra fiyat ödemeniz lazım, ahanda bu da yemek listesi buyurun seçin, fiyatı belirleyelim.” Eee bu durumda, bana “ohaaaa, düğün mü yapıyoz beeaaaaa, ben bu fiyata misafirlerime ziyafet çekerim yuuuhhh” demek düşüyordu, ama tabii ki de ben yine olgun annelere yaraşır bir biçimde işi çingenliğe vurmadan “biz bir düşünelim, birkaç yere daha bakiciz” dedim ve ordan sıvıştık. Anafikir: Kocam zengin olup da ben konken partilerine gittiğim zaman ve bu zaman Deniz 3 yaşına geldiğinde gelmiş olursa (hayal kurmak insanı gençleştiriyormuş hehe) böyle bir mekanda parti yapmak neden olmasın..

3 yer buldum demiştim ya, ikincisi de “Olala Çocuk Kulübü”; artık sahibi miydi, yoksa çalışan mı anlayamadığım, pazarlama kabiliyeti sıfırın altında olan bayanın elimize tutuşturduğu menüden anladığımız kadarıyla yapılan ikramlarda çay-kuru pastanın yanında brownie kek de olması ve fiyatın 570 YTL olması idi, bir de mekan tasarımı olarak diğerinden açık farkla başarısız olmasıydı. Üçüncü mekan ise e-bebek mağazasındaydı ki oldukça kötü olduğundan detay da veremeyeceğim.

Sonuç olarak, biz bu paraya partinin alasını yaparız dedik ve kollarımızı sıvadık. Ev konusunu kayınço vasıtasıyla çözdük. İhtiyaç listemizi yaptık. Balonlarımızı ve parti “concept”li tabak çanağı Toyiki’den (en uygun fiyat ordaydı), parlak 23.Nisan süslerini Crown’dan (Hacıyolu’nda), grafon kağıtlarını mahallenin kırtasiyesinden, pastamızı Liva’dan, rus salatası, havuçlu zırt, elmalı pastayı annem ve Ayşe’nin elinden, börekleri Sini börekten, zeytinyağlı sarmayı Evden’den, her türlü lojistik desteği sevgili kardeşimden ve miniklik arkideşim Ceren’den, Unicef kartlarını Dost’dan aldık. Belirlediğimiz ve parti evlerinin bize sunduğu ücretten daha düşük bir bütçeyle tamamladık partimizi, hem de daha sıcak daha eğlenceli oldu sanki. Nice mutlu yıllara minik Deniz kızı…

9 Kasım 2008 Pazar

Gölgede Kırk Derece - İnci Aral

9 öyküden oluşan bu kitap ile 2001 Yunus Nadi Ödülünü kazanmış İnci Aral. Yine her zamanki gibi kendine hayran bırakan çok güzel bir dil ile İnci Aral'ın deyimiyle kendi içlerinde kaybolmuş 9 kadın üzerine yazılmış bir öykü kitabı. Öyküler daha önce okuduğum öykülerden daha can acıtıcı ve hatta asap bozucu, kendi içlerinde kaybolmaktan da öte dibe vurmuş olduklarını söyleyebileceğim İnci Aral kadınlarından ayrı bir etkilendim bu sefer. "Uzun Ölüm" öyküsünü sevdim, kocasını çoluğunu çocuğunu hayatını hatta acılarını bile arkasında bırakıp Ayvalık'a giden ve bu gidişini kendi kendine açıklamaya çalışan ve içten içe yeni bir hayat kurmayı, aşık olmayı arzulayan Aynur'u sevdim. Duygusal arayışların içindeki kadınların acımasızca hayal kırıklıklarına uğramalarının yanısıra hayatından bezdirilmiş, dibe vurmuş kadınların son bir çırpınışla ayağa kalkmaya çalışmaları ve bunu yaparken de son derece acımasız olmaları da işlenmiş bu sefer. Bütün İnci Aral roman ve öyküleri gibi bunu da çok çok sevdim, ama iç karartıcı, göz yaşartıcı ve üzücü öyküler olduğunu söylemem lazım.
Epsilon Yayınları, 2001, 158 sayfa

30 Ekim 2008 Perşembe

Nihayetinde gezebildiklerim..

Şu maceralı İzmir seyahatimden bu yana 1 ay geçti, bugün yazacağım yarın yazacağım derken günler birbirini kovaladı. Başlığını attığım yazıya ancak geri dönebildim. Taze taze yazmak arzu ediyordu gönlüm, hemen yazmayınca sanki biraz külleniyor hafızam. Neyse, alalım notlarımızı o zaman daha fazla küllenmeden: Ikea Ikea diye milletin anlattığı yere açıldığından beri hiç gitmemiştim, bu sefer adını o kadar çok duydum ki daha ilk gün gittik gezdik. Daha hemen girişte insanın gözüne gözüne soktukları "efendim biz ne yapıyoruz da bu kadar ucuzuz?aaa neden acaba? Vırt vırt zırt zırt" diye gözümüze soktukları, biz çok akıllıyız herkes salak demeye getiren pankartlarına gıcık olduk. Neymiş efendim, etrafta yardımcı olacak kimseye ihtiyaç yokmuş da işgücünden tasarruf edip bize daha ucuza mal ediyorlarmış, çüüüşşşş, o yüzden dandik kutuları 20 ytl den aşağıya satmıyorsunuz, sitelerden alasını alacağım dandik koltuklar o yüzden 2 milyar, yok artık. Bir de bu mağazanın bir giriş bir de çıkışı var, merak ettik arada birine birşey olsa nereden çıkartacaklar, allah bilir bunlar maliyeti olmasın diye doktor da tutmamışlardır diye düşündük, bir de yerdeki şu salak siyah oklar var, illaki onları takip edecen yoksa kaybolursun mazallah etrafta birşey soracak kimse de yok korku filmi gibi, kısacası Ikea Ikea denen şey birşey değilmiş bence, ucuz mucuz da değil. Bir öğleden sonrayı Ikea da yedikten sonra, Forum'da gezdik, işte orayı çok beğendim. Keşke Ankara'da da olsa böyle biryer dedim ama açıkhava götümüz donar diye dalgasını da geçtik, demeye kalmadı Ankara Forum açıldı, ve o da ne üstü kapalıııı, eee ne anladım, iğrenç olmuş ayrıcana. Sonra bir poroje geliştirdim, güneş enerjisi ile çalışan ufolarla tepeden ısınan açıkhava AVM si, neyse...
Bir de Şirince de Şirince dediklere yere gittik, ay ne güzel yermiş orasııı, bayıldım bayıldım, kocanın mecburi hizmeti buraya çıkar mı diye fantezi bile yaptım...çıkmazmış..Daracık sokaklar, çok tatlı insanlar, o kadar turistik olmaya o kadar bozulmamışlık, süper. Hafızam külleniyor dedim ya, kilisenin yukarısına doğru tırmanıp Emir'in arkadaşının referans olduğu teyzenin yerine gittik yemek için, teyzenin adı neydi ki, yüzü aklımda ama.. Önümüzde Şirince manzarası eşliğinde gözlemelerimizi, zeytinyağlı sarmalarımızı, üstüne mantılarımızı yedik, ayranlarımızı kolalarımızı içtik ve ayıptır söylemesi sadece 30 ytl hesap ödeyerek kalktık. O kadar turiste bu kadar hesap, daha da bir sevdik Şirince'yi. Dönüşte sade kırmızı, yabanmersini, vişne, karadut, böğürtlen ve elma şarabımızı aldık ve onları bavulun neresine sokuşturacağımızı düşünerekten veda ettik Şirince'ye.

Bu kadar gelmişken Efes'e ve Meryem Ana'ya da uğrayalım dedik. Efes'e gelince bir rehber kitap aldık, kapıya gittik ti ne görelim giriş 20 ytl, çüüüşşş dedik tabii hem de sesli bir şekilde ki herkes bize baktı. Sonra koca gitişteki görevliye gidip bir kişi mi 20 ytl diye sorup da evet cevabını alınca elimizdeki rehber kitabı gösterip "bu daha ucuz biz bundan bakalım o zaman" deyince hepimiz koptuk. Bir tane adamceğiz de yazık vermiş parasını karısını göndermiş oğluyla, 2 kişi pahalı olur diye. Sonra da neymiş efendim, çocuklarımıza tarihi gösterelim, müzeye gidelim bilmem ne, kişi başına düşen gelir bu kadar azken nasıl olur da Efes'in girişini 20 ytl yaparsın ve," ama müze kartı veriyoz, bütün müzeler beleş" diye bir de ayak yaparsın. Biz ne yaptık, 20 ytl konusunu düşünmek üzere Meryem Ana'ya gittik, orayı da gezdik, Meryem Ana süper yerde yaşamış dedik, huşu yaptık, temiz hava soluduk, çeşmeden yüzümüzü yıkadık, döndük geldik Efes'e. 20 ytl verip de hepsini doya doya gezemeyeceğimden, saat 16.30 olmuştu bile ve canım Kuşadası'nı görmek istiyordu, bir sonraki tatile erteledim. Sonra çıktık Kuşadası'na gittik, deniz ve betonarmenin çirkin bir birleşimiymiş Kuşadası da, Bodrum gibi dediler, ama Bodrum'un havası ayrı dedim bende, Kuşadası kişiliksiz geldi bana, bir de çok nemli, havası da yaramaz yani. Azıcık deniz kenarında ve sonrasında çarşısında yürüyüp acıkan mideleri çöp şişle doyurmak üzere Selçuk'a geri yola çıktık. Babamın tarifiyle Yandım Çavuş Restoranına gittik, adı pek komik, logosu daha da bir komikti, çöp şişler ise süper lezzetliydi. Şişleri löp löp yuttuktan sonra döndük İzmir'e, işte sonunda doya doya gezmenin sonucu ayaklarıma inen kara sular gezenti kişiliğin bünyesinde mutluluk yaptı...

29 Ekim 2008 Çarşamba

Kutlu Olsun!!!

Tüm dini bayramları nasıl kutlayacağını şaşıran, reklam panolarına boy boy kendinin başrolde olduğu sevimsiz ve samimiyetsiz bayram mesajları astıran, otobüsleri bayram boyunca beleş yapan sevgili belediyemiz bu akşam kutlama yapmayı uygun görmemiş, halbuki nefes alıyor olmasını, bu topraklarda oluşunu bugüne borçlu. Hadi İzmir'i hoşgördüm gavur memleket ya, Istanbul da kutladı havai fişekler, ışıklar...Biz neden kutlamadık... başkentiz biz, en çok bizim kutlamamız gerekmez mi...yazık ya yazık. Neyse, biz kendi aramızda kutlarız...

28 Ekim 2008 Salı

Kehanet Gecesi - Paul Auster

Üç farklı adamın birbirine girmiş hikayeleri anlatılıyor 'Kehanet Gecesi'nde, bu hikayeler çerçevesinde yaratıcılığın ve hayallerin canlı tutulabilmesi için verilen çabadan söz ediyor. Romanın kahramanı Sidney Orr. Bir nedenden ötürü ölümden dönmüş ve hastaneden yeni çıkmıştır (bu nedeni taaa romanın sonunda öğreniyoruz)ve karısı Grace'in de yardımıyla hayata tutunmaya çalışmaktadır. Yıl 1982 dir, Sidney yeniden şehirde gezinebilmek (tabii ki New York), Grace'le evliliğini eskisi gibi mutlu haline getirmek ve eskisi gibi yazabilmek için uğraşmaktadır. Çinli garip bir kırtasiyeciden aldığı mavi deftere yeni bir öykü yazmaya başlar. Defterin gizemli olduğuna inanır. Sidney, Grace'in vaftiz babası John, o da ünlü bir yazardır fakat yazmayı bırakmıştır, ve onun uyuşturucu bağımlısı oğlu Jacob'la ilgilenirken, Grace'le ilgili bazı gerçeklerle karşılaşır. Bu süre zarfında bir film senaryosu, bir de roman taslağı yazar. Sidney'in yazmaya çalıştığı romanın kahramanı Nick 'Kehanet Gecesi' adlı bir romanı yanına alarak herşeyini geride bırakıp yeni bir yaşam kurmaya kalkar, ve romanın bir yerinde penceresiz yerin altında bir odada kilitlenip kalır. Romanın sonunda herşey açıklığa kavuşur ama. Bazı bölümlerde çok etkileyici, bir solukta kolaylıkla okunuyor diyebilirim. Ayrıca, çok fazla dipnot kullanılmış, kişilere ve olaylara ait detayın detayı niteliğindeki bilgiler bu dipnotlarda uzun uzun anlatılmış, bu da karakterleri çok iyi tanıyıp benimsememi sağladı, o yüzden Nick, John ve Sidney için kah üzüldüm kah sevindim :)

Can Yayınları, 2005 (6. Basım) (2003), 264 sayfa

27 Ekim 2008 Pazartesi

Yasak mı, gıcık olurum, inadına yaparım..

Dün akşam bloğuma girmeye çalışıp da dana kadar yasak yazısıyla karşılasınca kendimi şamşırdım, "amanın nooldu benim bloğuma" diye panik oldum önce, kendimi çok kötü hissettim, ama sevgili kardeşim öğretti nasıl açacağımı, yasaklar delinmek içindir misali. Sanırım artık websitesi ismi felan almak gerekecek, neyse araştırıcam. Ama, bu ne yaaaa....Bu kadar da olmaz ki, bu nasıl bir anlayış...gıcık oldum...Bu tip şeyleri de kızıma nasıl izah edeceğim ki ilerde, ama onun zamanına kadar herhalde internet komple yasaklanmış olacak açıklamaya gerek kalmayacak...

11 Ekim 2008 Cumartesi

Siyah Süt-Elif Şafak

Bu roman ilk çıktığında doğum yapalı bir ay falan olmuştu. Birkaç yerde romana dair yorum okuyup almak istediğimde bazı arkadaşlarım okumamamı salık verdiler, zira doğum sonrası depresyonu anlatan bir romanmış mı neymiş, ben de söz dinledim tabii, almadım. Zaten Elif Şafak hiç okumamıştım. Anne olalı 1 sene olmaya yaklaşınca, aldım romanı. Çabuk ve kolayca okudum bir nefeste, ve gördüm ki yeni doğum yapmış bir kadının kaçmasını gerektirmeyecek bir roman, okumaktan asıl kaçınması gerekenler istemediği halde kürtaj olmuş kadınlar, çocuğu olmayan erkek veya bayanlar, veya çok istediği halde kendine eş bulamayanlar olabilir. Romanda yazılan herşey doğrudur ve bence kesinlikle abartılmamıştır. Bir yazar olmasam da çalışan bir kadın olarak vuku bulan mesleki endişeler doğrudur, bütün kendini kötü hissetmeler, içinden gelen binlerce ses doğrudur, doğum sonrası yaşanan bütün kendini şamşırmalar doğrudur. Bir kadın olarak yaşanan bu deneyim çok yüce ama çok da fecidir, yüce kısmını insanlar çok kolay anlarlar, feci kısmından söz edince anlamazlar ve hatta kınarlar. Elif Şafak bu feci kısımlardan açık açık söz etmiş, kendini bunu yaşayan ve böyle birşeyi yaşadığı için kendini suçlu hisseden kadınlara bir yoldaş bilmiş. İyi etmiş, Etrafta bu kadar kendini anneliğe kayıtsız şartsız adamış doğuştan anneler varken, ve çoğu da çok mükemmel görünürken, "aaa o da bunu yaşamış" demek iyi oldu. Roman dahilinde yeralan kadın yazarların bazılarının hem anne hem yazar olmalarına veya sadece yazarlığı tercih etmelerine dair verilmiş bilgiler güzeldi, keyifle okudum, taraf tutmadan son derece objektif yazılmış, sevdim. Kadının yetişme tarzı ve birtakım toplumsal baskıların kadınlar üzerindeki etkilerine dair söylemler çok beylik olsa da rahatsız edici değildi. Romanın dili etkileyeci değildi, konunun etkileyiciliği baskın belki de. Birtakım saçma reyting dizilerinin senaryolarını yazıyor olmasını tasvip etmesem de fikrim olması açısından diğer romanlarını da okuyacağım Elif Şafak'ın.

"...Anneliğin tek kelimeyle "muhteşem" olark görüldüğü bu toplumda ben şu anda kendimi hiç de "muhteşem" hissedememenin ezikliğini taşıyorum. Öteki anneler nasıl böyle "başarılı", nasıl bu kadar mükemmel olabiliyor? Kendimi başkalarıyla kıyaslayınca öylesine utanıyorum ki bu sebepsiz, temelsiz depresyondan.

Gazetede yeni doğum yapmış bir şarkıcının resimleri yayınlandı. Bebeğine ve kendine özgü bir kreasyon hazırlatmış. Her karede ikisi de başka bir kıyafetle gülümsüyorlar objektiflere. Ne kadar mutlu olduğunu, evde beraber neler yaptıklarını, kocasının ona nasıl aşık olduğunu, tez zamanda ikinci bir bebek yapacaklarını, hemen sahnelere döneceğini anlatıyor uzun uzun gazetecilere.

Bu ışıltılı anne-bebek pozlarına baktıkça yerin dibine geçiyorum. Birşey eksik olmalı bende. Bir şey....Ama ne?"

"....Eşini gece gündüz evin içinde perperişan halde görmek, onun bitmeyen bunalımları karşısında çaresiz kalmak, birdenbire kaynanayla ya da bakıcılarla aynı evde yaşamaya başlamak, tam olarak dahil olamadığın bir kadınca dünyanın tek kişilik seyircisi olmak...erkek için de asap bozucu bir tecrübe olabilir. Bebek ağlar, annesi ağlar, bebek ağlar, annesi ağlar..Taze baba kaçacak delik arar...."

Doğan Kitap, 35. Baskı Aralık 2007 (1.Baskı Kasım 2007), 303 Sayfa

5 Ekim 2008 Pazar

"Evdiğim" bir bayram tatili..

Küçükken, sonra lisedeyken ve hatta üniversitede okuyan kazık kadar bir genç kızken bile annem "amma da evdin haaa" derdi, İzmir'e gidişimizde Esenboğa'da yaşadıklarımız ve üstüne de birazdan anlatacağım olayın üzerine annemin söylemesine kalmadan kendi kendime söyledim, söylemedim de daha çok kendi kendime çemkirdim "çok eviyorsun yaaa, bir oluruna bırak herşeyi yavaş yavaaaş". Evmek TDK sözlüğünde yok, ama birşeyin etrafına koşuşturmak, acele etmek anlamına geliyor, anne sözlüğüne göre ise, istediği bir şeyi her türlü çemkirme ile alelacele oldurmaya çalışma, önüne çıkacak veya buna bir şekilde istemeden de olsa engel olacak herkese ve herşeye çirkeflik ve terbiyesizlik yapma anlamına gelmekte. Bu kelime anlamını, kendim söz konusu olduğumda anne sözlüğündeki tabiriyle bulmakta, ve "evdiğim" her olay sonunda başıma mutlak surette istemediğim şeyler gelmekte, bu nedenle evdiğim her durumda kafamda bir neden sonuç ilişkisi oluşmakta fakat istenmeyen durumlar ortaya çıkacağına dair inancımın beni evmekten vazgeçirmemesine çalışmaktayımdır her zaman. Yani, İzmir'e gitmek için ve hatta çok çabuk gitmek, mümkün olan en uzun süre orada kalmak için çok "evdim". Uçağı kaçırdık, bir sonraki uçağa kalınca bu bende "final destination" etkisi yarattı, tırstım. En sonunda İzmir'e varınca, üzerine bir güzel öğle uykusu çekip ardından sahilde çayımı yudumlayınca, bu sefer de gezmek için "evdim". Ertesi gün çıktık güzel güzel Yeni Foça'ya gittik, ben daha çok Eski Datça Yeni Datça gibi bir düzen bekliyordum fakat Foça'ların her ikisi de deniz kenarında. Yeni Foça daha çok yazlıkçıların pek güzel evlerinin kıyı boyunca sıralandığı ve çok da güzel denizi olan nispeten küçük bir yer, yazlıkçıların mekanı diyorum ama kıyı boyunca çok güzel ve uzun bir yürüme yolu var, yazın kalabalığında nasıl olur bilemiyorum ama Eylül sonunda çok güzeldi. İzmir'de oturanlar için İzmir'e bu kadar yakın ve o kadar da güzel olduğunu düşündüğüm bir yer, belki de yazlıkçı yerleri sevdiğimden, İzmir'e taşınınca Yeni Foça'ya gelicez haftasonları, süper (40 kere söyleyince olacak). Yeni Foça'dan Eski Foça'ya geçiş İzmir yoluna girmeden deniz kenarından süper koyların kenarından geçen bir yoldan yapıyor, 15 dakika falan sürüyor. Süper Ege manzaralarını sağınıza alıp güzel güzel gidiyorsunuz. Bu arada bir not, Emir'le mayoları yanımıza almadığımız için kendimize çok küfrettik, hava çok sıcak değildi ama üşümek göze alınabilirdi. Eski Foça'yı daha güzel beklerken hayal kırıklığına uğradığım. Çook kalabalıktı. Çarşısı küçücüktü (para harcamaya da evmiştim). Ama balık güzeldi :) Foça Restoranda yedik balıklarımızı, çok lezzeyliydi, bildiğimizden değil ama sorduğumuz bir bayan bize orayı önermişti, mavi masa örtülü restoran olaraktan. Eski Foça'da akşamüstünü ettikten sonra ve bir sonraki gezimizi nereye yapsak diye düşünerek düştük yollara, tam İzmir ayrımına az kalmışken, önümüze çıkan bir köpeğe çarpmamız üzere hepimiz şok olduk ve sağa çekip durduk. Köpeğin öldüğüne mi üzülsek, kardeşimin arabasının radyatörü parçalandı, tamponu kırıldı ve sis farı çıktı ona mı üzülsek, gün geceye çıkarken yolda kaldık ona mı üzülsek, Deniz kucağımızda seyahat ediyordu ve Emir pek güzel idare etmeseydi durumu büyük bir kaza yapabilirdik ona mı sevinsek... ben "evdim"ya... Neyse, kardeşim Lassa'dan yeni lastik almış, onun hediyesi olarak çekici hizmeti varmış, aradık yarım saate bile kalmadan geldi. Kardeşimin arkadaşı Sinan geldi bizi aldı. Eve varıp da kendimizi bulmaya saat 22.00 felan oldu, ve ben bir kez daha içimden tekrar ettim "artık evmeyeceğim"... Ama anamınızın karnından arabayla mı çıktık dedik, geceleri Alşancak'a gittik, gündüzleri pek sevdiğim Karşıyaka çarşısını gezdik, Denizpark diye bir cafe açılmış Bostanlı sahilinde orda tıkındık, Deniz bayıldı oraya.. Neyse, sevgili kardeşim arabayı yürütecek aksamı tez elden bayram sonrası halletti de yine de gezebildik şehirlerarası.

29 Eylül 2008 Pazartesi

Zor oldu ama geldik....

Bu sene yaz tatili yapmamış olmam, işe başlamadan önce doğum yaptığımdan dolayı bir yere gidememiş olmam ve yorucu günler geçirmiş olmam nedeniyle gerilen sinirlerim, üzerime çöken asabiyet, herkese ve herşeye çirkin çirkim çemkirme halleri bana aslında postnatal depresyonu yaşıyor olduğumu bile düşündürttüğü bir zaman diliminde bayram tatilinin gelmesini dört gözle bekliyordum. Tabii sanıyoru halis mulis Türk şirketlerinin hepsinde olduğu üzere, nedenini hala anlamış değilim ya, patronlar ve yönetim kurulu başkanları ve yalakaları "bayramı 9 gün tatil yapsak mı yapmasak mııııı" diye dırdırlanır ve etrafa bin türlü dedikodu malzemesi verirken, her kafadan ayrı bir sesin çıktığı bayram öncesi dönemde biraz da ucuz uçak bileti ayarlayabilmek için, kocanın ahmak işi nedeniyle tatili belli olmasa da kendinden aldığım ok ile, sevgili müdürümün de verdiği gazla tatilimi 9 gün olarak ayarladım. Bu 9 günün 7 sini İzmir'de geçirmek üzere... Kafam rahat edecek derken aradaki Cuma nın hala tatil olmamış olması, kocanın nöbet ayarlamalarının yine her sene olduğu gibi arap saçına dönmesi bu arada birbirimize girmemiz, sonrasında 9 gün nöbetsiz tatil ayarlaması fakat bu nedenle kurban bayramında izinsiz olacağı ve bir yerlere daha gitmemizi istemesi üzerine benim tatil yapmamış insanların üzerine çöken çemkirme halleriyle "ben bu sene tatil yapmadım bbööööeeeee,istediğim yere giderim, tatil yapacaaam beeeen" diye bağırışlarım. Bir kaç gün sonra sevgili şirketimizin Cuma ve Cumartesiyi çalışma günü ilan etmesi ve zaten gergin olan sinirlerimin yine keman yayı gibi gerilmesi, uçak rezervasyonlarını yaptırdığım acentadaki çocuğun benle konuşmaktan nefret eder duruma gelmesi, bütün bunları gören müdürümün sen planını bozma izin verdim sana git demesinin mutluluğu...Bu arada annemin İzmir'e zaten gitmiş olması, Deniz'e gündüzleri Ayşe'nin bakması, mesai bitiminde gitmesi, kocanın nöbetçi olması, bebekle tek başıma ilgilenmem, ve mesai sonrası evde koca da yokken bir bebeğe bakmanın ne kadar bitirici bir iş olduğunu farketmem (ayrı bir yazı konusu..), bunaldıkça da bunalmam.
Neyse, tatil günü geldi, sabah erken kalktık, bir gece öncesinden zaten hazırlıklar tamamdı, fakat koca son dakkada wc ye girince, el ayak birbirine dolandı, bağırış çağırış oldu, fotoğraf makinesi ve kamera evde unutuldu, geç kalındığı için son hız basıldı, havaalanına varıldı, ve sonrasında bizi yetiştirebilecekken aptal THY çalışanlarının aptalca çalışması nedeniyle bizi uçağa almadılar. Hayatında uçak kaçırmış kaç kişi vardır acaba....biz kaçırdık efendim. Ben oturdum zırladım, sonraki uçağa yerimiz değişti, havaalanında 4 saat Deniz'le beklemek zorunda kaldık, yanımıza 70 gr mamadan baska yiyecek almamıştık ne de olsa 2 saat sonra İzmir'de evde olacaktık. Neyse ki uslu ve gezenti kızım bunun da "addaaa" olduğunu düşünüp hiç mızmızlanmadı. Tatilimin üzerine çöken bu cenabetlik duruma şaşıraraktan ve kocayla tüm münasebeti keserekten Gloria Jeans kahvecisinde 2 saat oturmamız vsvsvs. Ne oluyor ya altı üstü bir tatil yapacağım, herkes taş koyuyor... Neyse şimdi İzmir deyim. Birazdan Ikea'ya gideceğim, sonra oradaki giğer mağazaları gezip kendime ayakkabı çanta alacağım... Alışveriş yapıp paraları harcayınca kendime geleceğim, sonra Çeşme, Şirince, Kuşadası, gezip duracağım.... ohhh beee....

8 Eylül 2008 Pazartesi

Anlar İzler Tutkular - İnci Aral

Arka kapaktan:
"İnci Aral'ın okumak, yazmak, severek ve yazarak varolmak üstüne düşüncelerini ve deneyimlerini yalın, akıcı bir anlatımla dile getirdiği, hayata dünyaya, edebiyata ve aşka bakışını yansıtan bu kitap, belleğin seçtiği anlara, tutkularımıza ve akıp geçen yaşamın bizde kalan izlerine değinen bir anlatılar toplamı. Birkaçı daha önce yayınlanmış, birçoğu değişik söyleşi ve toplantılarla okurlara sunulmuş, bazıları ise bu kitap için özel olarak kaleme alınmış duyarlı metinlerden oluşan bu yazılar, yazarla başbaşa kalınmış sıcaklıkta bir sohbet ortamı yaratıyor ve zevkle okunuyor. İnci Aral, her zamanki içten ve alçak gönüllü söylemi ile aşkın değişik yanlarına eğildiği metinleri için de şunları söylüyor: "Aşk üzerine söylediklerim şimdiye kadar yazdıklarıma yansımış görüşler olsa da, ilk kez derli toplu, açık gözlemler halinde bu kitaba giriyorlar. Gene de herkes bilir ki, aşk üzerine ne söylenirse söylensin, kesinlikle birşeyler eksik olacaktır..."

Çok sevdiğim İnci Aral'ın hayatına ve yarattığı karakterlerin çıkış noktalarına dair bizzat kendi kaleminden çok gerçek ayrıntıları, anları, kendi eserlerine dair eleştirilerini, edebiyat ve aşk üzerine düşüncelerini okumak çok keyifliydi. Aslında, ben İnci Aral okurken nasıl bir dünyaya gideceğimi nispeten biliyor, bu nedenle daha okumadan heyecanlanıyor ve sadece bu tanıdık olma duygusuyla bile mutlu oluyorum. İnci Aral okumaya başlamadan önce fikir edinmek üzere bir ön okuma olabilir.

Epsilon, 1. Basım Eylül 2003, 142 sayfa

7 Eylül 2008 Pazar

Biz Kimden Kaçıyorduk Anne? - Perihan Mağden

Televizyonda Perihan Mağden'in bir söyleşisini dinlediğimde ilgimi çekmişti roman.Söyleşiden edindiğim genel kanı, annesiyle çok da hoşbeş bir çocukluk geçirmemiş olan Mağden'in hayatından yansımalar bulacağımız, kendimce annelik dersleri çıkarmayı umduğum bir anne kızın romanıydı. Evet, bir anne kız romanıydı, psikopat diye tabir edilebilecek bir anne ve onun saf denilebilecek kızının basit mi basit bir dille (basit dille yazılan romanları sevmediğimden değil ama burada olmamış hissini çoğunlukla taşıdım) Hollywood filmlerine yaraşır bir tarzda yazılan ve öyle de biten hikayesi. Annenin bambiye fazlasıyla takmış olması, ve bunun sürekli olarak anlatılması çok ama çok sıkıcı olmuş, kızın bu kadar saf ve akılsız olması hiç ama hiç inandırıcı olmamış. Zorlanılırsa bir takım sosyal mesajlar çıkarılabilir fakat onlar da oldukça beylik olur, zorlandığı pek anlaşılır. "Heat" tarzı bitiş ise bitirdi beni, zaten nihayetinde roman da bitmişti. Anlaşılacağı üzere, ilk sayfalarda merakla, sonrasında "gıcık oldum artık sonu ne olacak" hissiyle 2 günde hüüp diye okuduğum bu romanı beğenmedim. Tavsiye etmiyorum.

Can Yayınları, 2. Basım Temmuz 2007 (1.Haziran 2007), 183 sayfa

29 Ağustos 2008 Cuma

Haftasonu

Bir süredir Amasra'ya gitmek ve kusana kadar balık yemek istiyordum. Hazır Amasraya'da gitmişken Karabük'e uğramak istiyordum, orada büyüdüm ya ben ve neredeyse 8 yıldır hiç gitmedim ya, içten içe özlediğimi hissettim. Geçen haftasonu Ankara'dan nefret ediyorum diye bağırırken içimden, yola düştük. Önceden plandığımız halde son derece plansız çıktık yola, ne Amasra'da ne de Çakraz'da kalacak biryer ayarlayabildik, plansız yılbaşı gecelerinin son derece kötü geçmesinin aksine plansız seyahatlerin en unutulmaz olanları olduğunu biliyorum ya kafam çok da rahatsız değil. Bir de Ankara'dan uzaklaşıyorum ya, yazın ortasında bir kara ikliminden diğer kara iklimine doğru yol alıyor olsak da, mutluyum. Lisedeyken çıkmak için çabaladığım bu küçük, dumanlı gri kent nasıl da gözümde tüttü yol boyunca. 5 yıl gittiğim Karabük-Ankara yolunu hatırlamaya çalışırken anca tünele gelince tanıdık geliyor etraf. Sonra fabrika...Koca yavaşlıyor fabrikaya gelince, alerjik astım olmama neden olan dumanlı bacaları bile özlemişim, babalarımızın, annelerimizin ömürlerinin geçtiği fabrikanın amblemi hala binaların üzerinde silik de olsa, bu amblem bana her Çarşamba gecesi klüpte yediğimiz döner tabaklarını hatırlatmakta. Karabük'ün girişine "Cumhuriyet Kenti" diye kocaman yazı asmışlar, güzel olmuş..öyle midir hala bilemem, eskiden öyleydi. Hemen Yenişehir'e çıkıyoruz, terminalin ordan çıkarken yokuşu anıtın orda sağda İrem'in evinin önünden geçiyoruz, en yakın ilkokul arkadaşımdı sonradan bozuştuk mu nooldu, Zafer amca vardı babası, çok gençken ölmüştü biz daha genç kız bile değilken, çok ağlamıştım. Sonra Nisa teyzelerin, Halime teyzelerin evlerinin önünden geçiyoruz, sonra işte bizim Yenişehir'de oturduğumuz ilk ev. Küçük Anıl, bebek Emir, genç Saadet ve genç Memduh etrafta sürekli dolanmakta, geçmişten gelen bir takım kokular burnumda, bu anları bir film gibi yaşamaktayım. Eskiden kocaman gelen, karşıdan karşıya zor geçtiğimiz bu caddenin şimdi küçücük görünmesi algıda ne oluyor bilemedim...Biraz bakındıktan, kızımı ve kocamı da bu anlara tanık ettikten sonra, devam ediyoruz, klübün önünden geçip en hırçın genç kızlık zamanlarımı geçirdiğim, dostlarım Ekin ve Ceren'le bitişik dairelerde oturduğumuz, nice aşklarımıza, bunalımlarımıza ve kahkahalarımıza tanıklık etmiş evimizin önünde bir süre dikilip kalıyorum. Evimizin her detayı gözümün önünde, bu kadar çok detayı bu kadar iyi hatırlıyor olmak bazen hüzünlendiriyor ya neyse. Yenişehir, Karabük Demir Çelik Fabrikasının (şimdiyse Kardemir) lojmanlarının bulunduğu semt. Bir nevi Sims kenti diyorum ben, herkes herkesi tanıyor, yapılar kullanışlı geniş bahçeli ve bakımlı. Koca da diyor ki "ne güzel bir yerde büyümüşsün".. Evet, çok güzel bir yerde ve çok güzel insanların arasında, kötülük bilmeden, çok küçük şeylerden mutlu olan biri olarak, çok süper dostlar edinerek büyümüş nadir insanlardan biri olduğumu itiraf ediyorum. İtiraf ediyorum, çünkü ben sürekli şikayet ettim taşrada, Karabük'te büyümüş olmaktan, bir sürü neden öne sürdüm kendimce, şimdi doydum ya büyük şehire kıymetini anlıyorum taşranın. Belki de biz küçükken bilgiye ulaşmak bu kadar kolay değildi de o yüzden bunalıyorduk, belki de daha kıymetliydi bilgiye zor ulaşıyor olmak tartışılır, mesela Faith No More un Angel albümünü Ankara'ya doktora giden bir arkadaşın getirmiş olması o albümü hep kıymetli kıldı benim için. Neyse, biz, azla yetinen oldukça şanslı memur çocuklarıydık.

Karnımızın gurultusu herşeyin önüne geçince, Çevrikköprü yolunu tuttuk. Çevrikköprü Karabük'le Safranbolu arasındadır, en süperinden kuyu kebabı yapılır. Gittik, açıkhavada kuyu kebabımızı kusana kadar yedik. Aile dostlarımız bize eşlik etti, keyifli bir sohbet oldu, Karabuk'te konakladık. Sabah yine Çevrikköprü yolunu tuttuk, bu sefer Safranbolu'nun meşhur etli ekmeğiyle süper bir kahvaltı yapmak üzere, aynen öyle de oldu, yine kusana kadar yedik. Safranbolu'yu gezdik sonra, çok büyümüş Safranbolu. Biz küçükken kıymeti bilinmezdi Safranbolu'nun bizim üniversite yıllarımıza denk geliyor, Safranbolu'nun turistlerle dolup taşması. Şimdi değerinin biliniyor olması güzel.

Amasra'ya kadar gitmek ise, itiraf ediyorum, çok yorucu oldu. Aşırı derecede nemli hava, Amasra'nın boyuna üç boy büyük kalabalık bizi mahvetti. Kusana kadar balık yedik o ayrı, tadı damağımda kaldı, onun dışında pek de zevkli değildi, keyfini çıkaramadık, dar zamanda çok yorulmuştuk belki de ondan..

27 Ağustos 2008 Çarşamba

Saklandım..


Ani bir kararla bloğumu yabancılara kapattım bugün. Bir süredir düşünüyordum gizlenmeyi ama bir vesile olur belki diye de bekliyordum ki, oldukça gıcık olan iş arkadaşlarımdan en gıcığı hiç üşenmemiş beni google da aratmış, yok ben zaten aramalarda öyle kolay kolay bulunmuyorum o ayrı da, bu süper zeka insan adımın yanına bir de eski işyerimin adını eklemiş, bloğumu bulmuş, hala nasıl çıktığını anlamış değilim ama; artık bu nasıl bir meraksa, neyimi merak ediyorsa, ne kadar bol boş vakti varsa, ne tür kirli çamaşırlar bulmayı umuyorsa (kötü niyetli olduğuna eminim) hiç ama hiç anlamış değilim. İnsanlar google ı hafiyelik için kullanıyorlar anlaşılan, ee durum böyle olunca ben de bu nefret ettiğim alakasız insanlar beni neden okusun dedim, sadece dostlarım arkadaşlarım okusun istedim. Bu alakasız hafiye kılıklı dedikoducu mahluklar yazdığım bir kelimeyi bile okuyup hayatıma müdahele etmesinler istedim. Üzerine vazife olmayan işlere karışan, herşeyi en alakasız yerinden merak eden insan toplulukları hep beni mi bulur yaaa. Bloğumu okuduklarını bildiklerimi ekledim efendim, bilmediklerim mail atsınlar bana onları da ekleyeyim :)

7 Ağustos 2008 Perşembe

Kısaca....


Çok uzun zaman olmuş yazmamışım..alla alla,neyse

İznim yoktu, tatile gidemedim... 6 ayı dolmayanı izne göndermeyen zihniyetin ben taaaa....neyse, çok ayıp... Kızımı, kocamı, annemi gönderdim tatile sonra da haftasonları kaçtım yanlarına, her haftasonu bir yere gittim böylelikle, hatta bir cuma gününü tatil edip uzun haftasonu yaptım güzel oldu, sonra da o yorgunluğun üstüne hasta oldum kötü oldu. Dinlenmek için uzun saatler uyumam gerekti. Ama kızımın deniz havası alması, çiçek görmüş, böcek görmüş olması, radarlarının bu sayede fazlaca açılmış olması ve annesi gibi bir su kuşu olacağını ispat etmiş olmasının bana verdiği derin haz hasta olmaya değerdi. Bu arada ofiste işler çok yoğunlaştı beter oldum. Ama iki ayağım bir pabuçta çalışmayı özlemişim güzel oldu. Araba kullanmayı öğrendiğim ve çok komik badireler atlattığım, nice güzel tatillere çıktığımız, çok sevdiğim arabamızı sattık, şu aralar bizimle son günlerini yaşıyor, yenisini aldık pek janti, onu da seveceğiz tabii. Birkaç sazlı sözlü durum oldu, Bilgeylen Özgeyi nişanladık, hemen akabinde evlendirdik, Umutlan Rabia nişanlandı ama ona gidemedik. Deniz son bir haftadır aktif olarak sürünerek ilerlemeye ve birkaç gündür de alenen emeklemeye başladı, çok feci. Biraz daha kilo verdim,58, hedefim 55. Ege bölgesine taşınma konusunda kocamı sürekli baydım, her fırsatta "İzmir'de otursaydık sabahtan Çeşme'ye gider, akşama dönerdik, yaaaa, oturuyoz burda mal gibi" dedim. Böyle işte..

9 Haziran 2008 Pazartesi

Çok güzeldi çok...

Gittik, gördük, dinledik, alkışlamaktan ellerimiz kızardı, mutlu olduk... çok güzeldi çok, bitmesin istediydik, bitti, ama...yüzümüzde koskocaman tebessümlerimiz, içimizde kanlı canlı Jethro Tull dinlemenin rahatlığıyla döndük evlerimize :)

4 Haziran 2008 Çarşamba

Tanık oldum...

Şuana kadar bilmem kaç kez temiz kağıdı almak için gittiğim ve 5 yıl okuduğum okulumun karşısındaki korkutucu bina olmaktan öteye gitmeyen Ankara Adliye Sarayı'na bu sabah "gerçek" bir davada tanıklık etmek için gittim. Bu binadan korktuğumdan kelli 2. tanık konumundaki arkadaşıma birlikte gitmek arzumu belirttim ve öyle de yaptık, yoksa o koskoca kaotik binada ne işim var tek başıma... Adliye Sarayı'nın gözümdeki imajının kötü kalpli cadının dağın tepesinde kara bulutların arasından görünen sarayı olmasından ibaret olması durumu, bir davada tanıklık yapma olayının bende yarattığı, mafya cinayetine tanık olan kişinin"tanık koruma programına" dahil olarak mecburen yüzüne estetik yaptırması psikolojisi ile birleşince az biraz heyecan yaptığımı ve bir havalara girdiğimi itiraf etmeliyim. Oysa ki bilmem kaçıncı iş mahkemesine gidiyoruz sadece... Neyse, gittik, girdik içeri, 2.tanık arkadaşım bu konuda daha deneyimli olduğundan içeride kaybolma ihtimalimiz olduğunu söyleyince hemen avukatı aradık...bilmem kaçıncı iş mahkemesinin 2. katta olduğunu öğrendik. Başladık yukarı çıkmaya, etrafta bir sürü cüppeli kadınlar adamlar var, adliyenin içinde cüppeli dolaşıyor avukatlar, pek şık görünüyorlar, bu tip mesleki kılık kıyafetlerin insanlara bir nevi karizma kattığını bir kez daha görüyorum. Özellikle kadınlar dikkatimi çekiyor, avukat cüppesi kadınlara pek bir yakışıyormuş, hepsi de bir süslü bir süslü... Birden şunu farkediyorum ki, cüppelilere avukat diye bakarken, diğer bütün adamları karısını döven, çocuğuna sarkıntılık yapan adamlar olarak görüyor, az biraz heyecanımın yerini, her an, boşanmaya karşı çıkan erkeğin karısına saldıracağı bir kavgayla karşı karşıya kalabiliriz korkusuna bırakmış olduğunu farkediyorum. Rabia'nın adalet sarayı maceraları bende nasıl bir yer etmişse artık.... Sonra 2. kata çıkıp da bilmem kaçıncı çocuk ağır ceza mahkemesi tabelasını görünce bir garip oldum, "çocuk" kelimesinin "ağır ceza" tamlaması ile yanyana gelmiş olması tüylerimi diken diken etti....ne tür davalar görülüyor acaba burada diye düşündüm, allaaam çok feciii... Davanın yapılacağı mahkemenin önüne geldik sonra, arkadaşın avukatıyla buluştuk, hakime ne söylememiz gerektiğini tekrarladık, ve ben yine nüfus memurluğundaki gibi panik oldum. Neyse, avukat içeri girdi, biz kenarda oturduk. Sonra birden adımı soyadımı canhıraş haykırınca adamın biri "ayyy, ne vaar beeee, ne baaaarıyorsun, saarmıyız" oldum. Meğer mahkemelere dair filmlerde gösterilen şeylerden gerçek hayatta da olan birinci detay bu. Mübaşir mi ne o çıkıp avazı çıktığı kadar bağırıyor. Ben girdim içeri, hakim şöyle gelin deyince önce orada gördüğüm ilk sandalyeye oturmaya kalktım, ayıp oldu tabii, meğer hakim birşey sorunca herkes ayağa kalkıyormuş neyse, avukat hemen müdahele etti "ortaya gel" diye, ben baktım kendisine "nasıl yani diye" "ayakta durcan ortada" dedi, şok oldum. Öyle dımdızlak ayakta durdum bu da detay ikiii, "bıdı bıdı bıdı bıdı doğruyu söyleyeceğine namusun ve şeferin üzerine yemin eder misin" dedi hakim, ben tanık koruma programı dahilinde bulunan bir tanık edasına bürünerek "ederim" dedim, bu da detay üüüç. Sonra hakim espri yaptı ismimle ilgili, ben anlamadım espriyi tabii (bazı işleri gereğinden fazla ciddiye alıp bu nedenle şamşırabilen model), hö diye kaldım, avukat müdahele edip şirinlik yaparak benim şapşallığım sonucu hakimin bozulan suratını toplayıverdi. Sorular soruldu cevaplar verildi, tabii ben cevapları verirken yine heyecandan çok fazla şamşırmamaya çalıştım, önümde oturan kadın herşeyi bilgisayara yazdı ( bu da çok ilginç bir meslek, hakim ne derse yazıyorsun, ama bazen insanın şööyle kafasını arkaya çevirip ama hakim bey bu böyle olmadı, haksızlık oldu biraz diyesi gelmez mi acaba...). Benim sıram geçince diğer arkadaş geldi, ben oturdum onları dinledim. Sonra o da oturdu hakimin kararlarını dinledik, sonraaa işte beklenen oldu, çocuk ağır ceza mahkemelerinin ordan bağırtılar çığırtılar geldi. Çok güçlü kuvvetli bir kavga çıktı belli ki, bizim hakimin sesi duyulmaz oldu. Görsel olarak tanıklık edemedim kavgaya, iyi ki de edemedim.. ama bağırtılar çok fena yer etti kulaklarımda, biraz çirkef, biraz çaresiz ve fazlaca sinirli. Sonra çıktık gittik işte aksi istikamette...kimse düşmesin oraya ya...bi de hastaneye düşmesin kimse...

1 Haziran 2008 Pazar

Geç bile kalmış bir yasak..

Kapalı alanlarda ve otomobillerde sigara içmek bir süre önce yasaklandı. Yıllar önce Avrupa ülkelerinden birinde kapalı alanlardan sonra sokakta sigara içmenin yasaklandığını duyduğumda yok artık demiştim. Yıllar sonra ülkemizde yeni başlıyor bu yasaklar ve bu yasağı destekleyen koca koca reklam panolarında çocukları için dumansız bir ülke isteyen annelerle düzenlenmiş kampanyalar. Geç bile kalmış olunsa da zararın neresinden dönülse kardır diyorum ve garip bir şekilde bu yasağın uygulandığını görmek de şaşırtıyor beni, sanırım pek inanmamışım ben bu yasağa ya da Türkiye'deki, uygulanabilirliğine ama geçen gün güzide alışveriş merkezimiz Ankamall'da her daim dumanaltı olan ve dumandan gözün gözü görmediği yemek salonunun berrak havasını görünce ve hatta, gayet de bir mahalle dükkanı olan kuaförümün de yasağı uyguladığına tanık olunca mest oldum. Şimdi sıra barlarda ve cafelerde, sonra da sokaklarda... herkes evinde zıkkımlansın kardeşim.. Sanki hiç sigara içmemiş gibi, holiganlığa varacak kadar sigara düşmanı olmuş olmam da ironik tabii ama olsun tam tamına 1,5 sene olmuş sigara içmeyeli...

24 Mayıs 2008 Cumartesi

Güneş doğdu :)

Berna ve Mehmet'in oğlu Güneş, diğer bir deyişle kızımızın ilk kankası, bugün dünyaya geldi. Doğumun beklenmedik bir anda olması nedeniyle hazırlıksız yakalandığımızdan fotoğrafımız yok henüz. Ama tatlı mı tatlı, masum mu masum, miniminicik bir bebek kendisi, bir sürü de saçı var :) Sağlık ve mutluluk diliyorum..:)

11 Mayıs 2008 Pazar

10 Mayıs 2008 Cumartesi

Emziren Annenin Geç Kalmış Gezi Notları...

Uzun bir süredir aktif olarak yazamıyor olmak içimde sürekli bir rahatsızlık duygusu yaratıyor ve ben şuanda oldukça zor ve garip bir halde (kızımı ayaklarımda sallayarak ve sol tarafıma koyduğum laptopta yazabilmek için belimden doooru iki büklüm olaraktan, ayaklarımı sallarken parmaklarımla da klavyede yazı yazabilme yani el ayak koordinasyonunu da güç bela sağlayaraktan) yazmaktayım. Artık yoğunluktan mıdır, bölüm üstüne bölüm attığımız, heyecandan tilt olduğumuz prizın brekin tüm bölümlerini bir solukta izleyeceğimize yemin ettiğimizden midir, bir türlü gelemeyen baharın verdiği aylaklıktan mıdır nedir, yazmadım, yazamadım ve bundan da rahatsız oldum. Uzun zamandır cebimde bekleyen bir konu var, yazayım da kurtulayım. Bu konu, kışın doğum yaparak bir kış bebeği sahibi olmuş Ankara'da yaşayan ve gezenti olarak bilinen tüm kış annelerini ilgilendirmektedir. Şimdik, kışın doğum yapınca, malum, havalar soğuk oluyor ve gezenti olarak bilinen anne bir nevi eve tıkılma durumu yaşıyor, ama vazgeçmiyor ve 40 ı çıkınca o alışveriş merkezinden bu alışveriş merkezine bebeğini de bebek arabasına ataraktan gezmelere başlıyor, bu blogda gezenti anne ben oluyorum. Her semte bir alışveriş merkezi ilkesiyle büyüyen Ankara şehrimizde gezecek pek çok alışveriş merkezi bulunuyor ve ben bir kış annesi olarak bunu bloğuma yazmayı bir görev bilerek ve bundan kaynaklanan sorumluluk duygusuyla alışveriş merkezlerinin hepsinde bebek altı değiştirmiş ve emzirme yapmış bulunmaktayım. Not: Antares ve neydi şu Ümitköyde yeni açılanın adı unuttum o hariç işte (şimdi geldi minasera, böyle mi yazılıyo bilmem). Şu aralar bahar geldi, biz mamaya geçtik, ve kısaca Ankara'daki AVM lerde bebek odalarının durumuna ilişkin tecrübelerim aşağıdaki gibidir...

ANKAMALL
Eskiden küçük bir AVM olan Migros'un yanına bir o kadar daha bina yapıp ikisini birleştirdiler. Koskocaman, neredeyse bütün markaların mağazalarının olduğu, toplu taşıma araçlarıyla en rahat ulaşılabilen AVM oldu ANKAMALL. Gelgelelim bu kolay ulaşılabilmenin sonucu olarak herkesin buraya akın etmesi aşırı kalabalık olmasına neden oldu, mimarisi bu kadar kalabalığı ve gürültüyü kaldırabilecek şekilde tasarlanmamış olmasından kelli yorucu bir mekan oldu. Bebek odasına gelince, koskoca AVM de hepi topu 1 tane bebek odası var, ona da ancak asansörle ulaşılabiliyor, çünkü AVM katlarında değil. E bu kadar kalabalık olunca da deli gibi sıra oluyor, havasız oluyor. AVM katında olmadığından azıcık gezip geleyim gibi bir durumda söz konusu değil, mecbur bekliyorsunuz. Eger bebek dayanamayacak duruma gelirse yandaki mescidin kadın tarafına girip orada emziriyorsunuz. bebek odası da çok küçük, sizden önce kaka yapmış bir bebeğin altı değişmiş ise kokudan durulmuyor tabii. Bebek sahibi annelere kesinlikle önermiyorum.

CEPA
Çocuklu ailelerin bir numaralı AVMsi. Çocuklara yönelik bir sürü aktivite var. Koskocaman bir Joker mağazası var, türlü türlü anne ve çocuk ihtiyaçları, türlü türlü oyuncak seçeneği dışında, mağazanın içinde tren, dönen salıncak, içinde bota binilebilen küçük bir havuz ve diğer jetonlu oyuncaklardan var. bebek bakım odalarına gelince her katın orta bölümlerinde WC kısımlarında ayrıca bebek odaları var. Büyüklük açısından makul, kullanılabilir. Temizlik açısından da oldukça iyi, ben memnun kaldım.

PANORA
Çok kalabalık olmayan, uçan balonların 15 tl ye satıldığı kokoş AVM. Yürüyen merdivenlerin konumlandırılması tam bir skandal çıktığınız bir merdivenin inişi katın öbür tarafında, bilmem anlatabildim mi...Çıktığınız bir kattan inebilmek için bütün  katı yürümeniz gerekiyor çünkü iniş merdiveni katın diğer ucunda. İnsanlar inip çıkmasın AVM yi gezsin modunda. Bu nedenle herkes asansörlere akın etmekte, ara katlarda bebek arabasıyla asansöre binebilmek mümkün değil. Halkımız çok düşünceli olduğundan bebekli ve hamile bayanlara öncelik vermemekte.Bebek odalarına gelirsek, tek kelimeyle anlatabilirim, mükemmel. bebek odasında çocuklara uygun küçük klozet ve pisuvar var, emzirmek için odanın içinde ayrı bir bölme var. Çok rahat koltuklarda emzirebiliyorsunuz. Alt değiştirme üniteleri gayet guzel. Temizlik süper, bal dök yala kıvamında. Bütün katlarda WC bulunan tüm alanlarda bebek odası mevcut, diğer AVM lerin aksine bebek odası bez firmalarına yaptırılmamış, AVM kendi tasarımı. Kışın giriş katın bebek odaları çok soğuk, 2. ve 3. katları kullanmak daha uygun. Uzun lafın kısası Panora bebekli anneler için 1 numaralı AVM diye düşünüyorum.

ARMADA
Tam bir skandal. AVM güzel, geniş koridorları var. Ama bebek sahibi anneler için hiç uygun olmayan bir AVM. Bebek odası sadece giriş katında var, o da allahlık zaten. Bir de en üstte yemek katında alt değiştirme yeri var, o da bayanlar tuvaletinin içinde, pis bir yer. Zaten tuvalet olduğu için rahat etmeniz mümkün değil, kesinlikle tavsiye etmiyorum.

GORDION
Panora kadar olmasa da gayet güzel. Bebek odaları bez firmasına yaptırılmış ama nispeten geniş bir mekan sağlandığı için fena değil. Ama yine de pek yakıştırmadım, böylesine güzel tasarlanmış bir AVM den daha iyi bir bebek odası performansı beklerdim.

26 Nisan 2008 Cumartesi

Birlikte Büyütelim - Prof. Dr. Z. Bengi Semerci

Çocuk gelişimi üzerine okuduğum ilk kitap olması nedeniyle olabilir, kafamdaki sorulara çok net cevaplar alamadığım ama çocuk gelişimi ve ruh sağlığı üzerine en azından biraz fikir edindiğim bir kitap oldu. Çocuk yetiştirmede sürekli nelerin yapılmaması gerektiğinden bahsedilmiş, yapılmaması gerekenlerin yanında ne yapılması gerektiğinden bahsedilmediği gibi ne yapılsa iyi olur gibi öneriler de çoğu bölümde dile getirilmemiş, bu nedenle de yetersiz buldum. Yine de bir ilk kitap olarak okunabilir, fikir edinmek açısından. Kitap, "Çocuğun Ruhsal Gelişimi", Çocuklarda Olabilecek Sorunlar" ve "Özel Durumlar" olarak 3 bölümden oluşuyor. En çok hoşuma giden ise yazarın "çocuklarının sevmediği özelliklerinden bahseden anne ve babaların öncelikle aynaya bakmaları gerektiğini" söylediği bölüm oldu :)
Alfa Yayınları, 4. Basım Eylül 2006 (1. Basım Mayıs 2006), 240 sayfa

22 Nisan 2008 Salı

Mimlenmişim...)

“Ümit mimlemiş beni, oldukça da zaman geçti üzerinden, panik olmuşum "ne yazacağım şimdi" diye... bu nedenle başka şeyler de yazmadım, bir görevim olduğundan kelli, ve ben bu görevi sürekli ertelediğimden, aklıma birşey gelmediğinden, saçma şeylerle gereğinden fazla meşgul olduğumdan... ilk mimlenme için konu zor oldu, günlerdir düşün düşün birşey gelmedi, çok mu abarttım, öyle oldu.......”
55 kelimeye sığdırabileceğim tek hikayem bu oldu....

31 Mart 2008 Pazartesi

Hepi börtlek tu miiii....


Bir doğum günü daha çarçabuk geçti. Neyse ki bu yıl sipariş ettiğim bütün hediyelerin en güzelinden aldım, süper oldu. Pek güzel bir yemek organizasyonu tamamen sürpriz oldu, hiç anlamadım, vallaha diyorum. Bugünü sınırsız kalori günü ilan ettim, sabahtan beri de sürekli tatlı yiyorum, sabah kahvaltısında bile tiramisu yedim, yeminlen... (Didemcim, çok süper olmuş ellerine sağlık, pastanın yarısını ben yidim, kafamı gömmek istedim böyle pastaya o derece yani) Bir sürü güzel telefon konuşması yaptım, ne güzel bissürü arayanım var. Dırtcell bana 50 beleş mesaj hakkı verdi ama .ngutluk şurda ki "bugün benim doğumgünüm, sen niye bana beleş mesaj veriyosun ki cümle aleme bugün doğumgünüm benim diye mesaj mı atayım, alla allaaa...", çok saçma yani. Neyse, güzel bir doğumgünü oldu. O kadar güzel oldu ki kaç yaşıma girdiğimi unuttum....yalaaaaaannnnn. Sabah işe giderkene "runaway train" şarkısı çalmayaydı kendimi 20 yaşında olduğuma bile inandıracaktım ya neysee, 32 olmuşum, yuuuuuhhhhhhh...burası okunmasın istedim ama en güççük font buymuş, zira pek gerekli bir bilgi değil de....hem insan hissettiği yaştadır di mi...

22 Mart 2008 Cumartesi

Kırmızı Defter - Paul Auster

Auster severlerin çok beğeneceğini düşündüğüm, otobüste, dolmuşta, çay molasında, öğle tatilinde kolayca ve keyifli bir şekilde okunabilecek bir kitap Kırmızı Defter. Kitapta yeralan öyküler Auster'ın gerçekten yaşadığı ve tanık olduğu olaylara dayanıyormuş, zaten aralarda kendisi de "bu olay bana şu romanımdaki bu karakteri yarattırdı" diyerek hayranlıkla okunmuş olan romanın oluşumuna yardımcı olmuş olayları da vurguluyor, bu nedenle de yer yer çok heyecan verici. En çok Auster'ın nasıl yazar olduğuna ilişkin hikayesini sevdim.....

"Sekiz yaşındaydım. Hayatımın o döneminde benim için dünyadaki en önemli şey beysboldü. New York Giants’ı tutuyordum ve siyah – turuncu kasklı o adamların yaptıkları her şeyi gerçek bir hayranın bağlılığıyla izliyordum. Şimdi bile, artık var olmayan bir sahada oynayan ve artık yalnızca adı kalmış olan o takımı anımsadıkça neredeyse bütün oyuncularının adlarını sıralayabilirim: Alvin Dark, Whitey Lockman, Don Mueller, Johnny Antonelli, Monte Irvin, Hoyt Wilhelm. Ama bunların hiçbiri Willie Mays’dan, o can yakıcı ‘Selam, Millet’ Çocuk’tan * (* Willie Mays herkesi bu sözcüklerle selamlardı.) daha büyük, daha kusursuz ve daha başarılı değildi.

O ilkbaharda, beni ilk kez birinci ligdeki bir maça götürmüşlerdi. Babamın arkadaşlarının Polo Alanı’nda loca biletleri vardı ve bir Nisan gecesi bir grup, Giants’larla Milwaukee’lerin maçına gittik. Kimin kazandığını bilmiyorum, o maçın en ufak bir ayrıntısını bile anımsamıyorum, ama anımsadığım bir şey varsa maçtan sonra annemle babamın ve arkadaşlarının bütün seyirciler gidene kadar yerlerinde kalıp konuştukları. Vakit o kadar geç olmuştu ki, sahadan geçip orta sahaya açılan kapıdan çıkmamız gerekmişti, çünkü açık bırakılan tek kapı oydu. Tesadüfen o kapı da oyuncuların soyunma odalarının tam altındaydı.

Sahanın kenarına yaklaşırken Willie Mays çarptı gözüme. Kim olduğundan en ufak bir kuşkum yoktu. Willie Mays’ti, formasını çıkarmış, günlük giysileriyle 2-3 metre kadar uzağımda dikiliyordu. Onun olduğu yöne doğru yürümeyi nasılsa becerebildim ve sonra, bütün cesaretimi toplayıp birkaç sözcük çıkarabildim ağzımdan: ‘Bay Mays,’ dedim, ‘imzanızı alabilir miyim?’

Mays olsa olsa yirmi dört yaşında olmalıydı ama ona adıyla hitap etmek bir türlü elimden gelmemişti.

Soruma verdiği yanıt pek nazik olmasa da dostçaydı. ‘Tabii oğlum, tabii,’ dedi. ‘Kalemin var mı?’ Öylesine hayat doluydu ki, anımsıyorum bunu, gençliğin verdiği enerjiyle öylesine doluydu ki, benimle konuşurken olduğu yerde yaylanıyordu.

Kalemim yoktu, babama kalemini alıp alamayacağımı sordum. Ancak onun da kalemi yoktu. Annemin de. Öteki büyüklerin de hiçbirinin kalemi yoktu.

Büyük Willie Mays konuşmadan durmuş bizi izliyordu. Grupta hiç kimsenin yazacak bir şeyi olmadığı anlaşılınca Mays bana dönüp, ‘Üzgünüm evlat,’ dedi. ‘Kalemin yoksa imza da veremem.’ Ve sonra stattan çıkıp geceye karıştı.

Ağlamak istemiyordum ancak gözyaşlarım yanaklarımdan aşağı yuvarlanmaya başladı, bunu engellemem mümkün değildi. Daha da kötüsü, arabada eve dönerken yol boyunca ağladım. Evet, hayal kırıklığından mahvolmuştum, ama öte yandan gözyaşlarıma engel olamadığım için kendimden iğreniyordum. Bebek değildim. Sekiz yaşındaydım ve büyük çocukların bu tür şeylere ağlamamaları gerekirdi. Willie Mays’in imzasını alamamakla kalmamış, elime başka bir şey de geçmemişti. Hayat beni sınamıştı ve kendimi her açıdan eksik hissediyordum.

O geceden sonra nereye gidersem gideyim yanımda kalem taşıdım. Cebimde bir kalem bulunduğuna emin olmadan evden dışarı adım atmamak bende bir alışkanlık oldu. O kalemle bir şey yapmayı planladığımdan değil, ama hazırlıksız yakalanmak istemiyordum. Bir keresinde boş elle yakalanmıştım ama bunun bir kez daha olmasına izin vermeyecektim.

Geçen yıllar en azından bana şunu öğretti: cebinde bir kalem varsa, büyük olasılıkla bir gün onu kullanmaya başlamak gelecektir içinden.

Çocuklarıma hep söylediğim gibi, işte ben böyle yazar oldum.”

Can Yayınları, 5. Basım 2004 (1.1994), 107 sayfa

27 Şubat 2008 Çarşamba

Ağlak bir yazı...............

Aktif olarak çalışmadığım (evde tercüme yaparak pas tutmamı engellemem ve eve birkaç kuruş katkı sağlamam dışında) dönem boyunca hamileliğimin büyük bir kısmını ve kızımın ilk 4 ayını kimi zaman hafif maddi sıkıntı yaşayarak ama çoğunlukla buna göğüs gerip biraz da aile desteği alarak, paranın taaa biyerine koyiim diyerek yüzümden eksik etmediğim kocaman tebessümümle geçirmeye çalıştım. Sonuç olarak güleryüzlü bir kızım oldu, kimseler ağlatmasın inşallah... Arada bir "artık işe başlasam ben... yaş ilerlemeden, bilgiler tecrübeler küflenmeden bir yerden yeniden elime alsam işimi, paramı kazansam, aileme daha fazla katkım olsa, evde de sıkılıyorum arada bir" şeklinde gelen hezeyanlara karşılık harekete geçtim. Biraz olsun mürekkep yalamış kadınlarız ya, bu nedenle de kendimizce biraz kariyer yapmışız ya, ardından evlenip bir de çocuk yaparak çok ağır bir sorumluluğu omuzlarımıza da aldıktan sonra ve kendi kilomuzun onbeş kat fazlasını ayaklarımız üzerinde taşımaya devam ediyor olmak yetmeyince, herşeye rağmen modern kadınlık kaşıntılarım nüksetti. Dahası, kimseler alınmasın ama tüm meslek gruplarından kat kat fazla ve insanüstü bir performansla, hatta insan haklarına aykırı bir tempoyla çalışan kocama sağlık bakanlığımızın uygun gördüğü ...ötüm kadar maaş da haliyle yetmeyince, iş başvurularımı yapmak kaçınılmaz oldu.

Candan da canandan da vazgeçmek istemeyen gönlüm güzel bir iş bulmayı dilese de, bir yandan da kızını bırakmak istememekte ve kızını terkedecek kötü anne hissiyle için için savaşmaktayken, gittiğim ilk iş görüşmesinde yeni anne olmamın işyerine ve işlerime getireceği engeller hiç anne olmamış ve olamayacak olan erkekler tarafından üzerine basıla basıla vurgulanınca, bir kadının mezun olduktan sonraki 10 yılının bildik, kısacık, acıklı özeti kafama dank etti: "İlk mezun olduğunda ucuza çalışır bu yeni mezun diyerekten, o işten bu işe balıklama atlayan genç ve enerjik kadın, yaşı ilerledikçe özgeçmişinde yazan orda çalıştım bunu yaptım burda çalıştım şunu yaptım diyerekten övgüyle yazılmış özgeçmişini bir kenara bırakıp işverenlerin "evlenmeyi düşünüyor musun sen bakıyım" şeklindeki sorularıyla karşılaşınca hayalkırıklığına uğrar ve mecburen "hayır" der, ve belki planlarını erteler veya belki patronunu kandırır; ve maalesef bunu yapmak zorundadır çünkü bu lanet olası bu düzende evli kadın olmak kötüdür ve fazla mesaiye kalmayacağınız anlamına gelmektedir. Biraz daha zaman geçer, evlenir ve yine başka bir iş görüşmesinde "çocuk planınız var mı" diye sorarlar ve şöyle haykırmak ister kadın "okur yazar bir kadınım, keşke izin verseniz de 5 tane doğursam, benim gibi bu millete hayırlı olacak aydın 5 insan daha olsa" ama diyemez çünkü bu lanet olası bu düzende çocuk yapmak da fazla mesaiye kalmamak ve işe gereken ilgiyi göstermemek demektir. Yani, evlenerek birinci, çocuk yaparak ikinci hatasını yapmıştır bu kadın, oysa ki hepsini birarada yürütmek ..öt ister... bilmezler....

Bu sabah geldi telefon, benimle çalışmak isterlermiş. Yanlış anlaşılmasın, ben de istiyorum. Pek sevindiğimi belirtip, gerekli detayları görüştükten sonra, sessizce kızımın odasına gidip yanına yatıp hüngür şakır ağladım. Deniz ise baktı baktı güldü bana. Bir süre ben ağladım o güldü, o güldükçe ben daha çok ağladım, içimde koparıp atamadığım terkediyormuş hissi. Nasıl bir bağlılıksa bu, nasıl bir sevgiyse ve ne tür özel bir duyguysa annelik, bugün en yoğununu yaşamakta ve bu yazıyı yazarken ağlamaktayım. Pazartesi sabah erken kalkıp en şıkırından iş kıyafetimi giyip, kızımı emzirip ve onu anneannesine, beni de büyütene emanet ederek, gözüm değil de gönlüm arkada kalarak, bütün gün özleyeceğimi de bilerek ama kendimi işime vererek sabahın kör vaktinde evimden çıkıp işe gideceğim. Arada bir gizli gizli cep telefonumdan kızımın fotoğrafına bakacağım, ruhumda depoladığım kokusunu burnuma salacağım. İşimi seveceğim, ve kızımla geçirdiğim vaktin niceliğine değil niteliğine önem vereceğim. Bir süre sonra alışıp, hem anne, hem eş, hem de çalışan kadın olarak ermişler mertebesindeki yerimi alacağım.

Söylemiştim, bu, terkediyor olma duygusuyla başetmeye çalıştığından kelli duygularını bir miktar abartan, acemi bir annenin kaleminden akan ağlak bir yazı....

16 Şubat 2008 Cumartesi

Emziren Annenin Faydalı Notları..

İlk doğum yaptığımda sütüm olmasına rağmen Deniz 'i emzirememiştim, ya onun ya benim ya da hastanede 1-2 defa biberonla besleyen gerizekalı pediatrist çömezin beceriksizliğiydi... bilemiyorum (burada bir not koymak isterim, çocuğu olmayanları pediatrist yapmasınlar bence, çünkü bekara karı boşamak kolay misali oluyor...) Neyse, sinirlenmeyeyim şimdi tekrar. Makina ile sütümü sağıp kızıma yine içiriyordum fakat bu durum yine de kendimi kötü hissetmeme engel olamamıştı. Emziremiyor olmak çocuğuma bakamadığım gibi bir suçluluk duygusunu da beraberinde getirince, azmettim ve bu nedenle çok da fazla yoruldum fakat sonunda Deniz ile bu işi başardık. Yaklaşık 3,5 aydır Deniz sadece anne sütüyle besleniyor, umarım öyle de devam eder. Tabii bu süre içerisinde edindiğim bu tecrübeyi devam ettirebilmek için dikkat etmem gereken şeyleri de fazlasıyla öğrendim. Evet, süt gelmesi doğumla birlikte otomatik olarak kendiliğinden gerçekleşen bir olay fakat bunu devam ettirmek çoğunlukla annelerin elinde. Lohusalığın stresi altında ve hamilelik ertesi üzerinize çöken yağmur bulutlarını dağıtma çabası içinde bir de buna dikkat kesilmek oldukça zor görünse de yeterli konsantrasyon sağlanırsa başarılabiliyor.

Anne sütünün hem bebeğe hem de annesine olan faydaları:

- Anne sütünün sağlığa ilişkin sayısız faydası birçok web sitesinde yazmakta. Bunların herbirini tek tek yazmaya gerek yok, bende başka sitelerden okudum. Fakat, gözümle gördüğüm faydalar şunlar, anne sütü alan bebekler mama alanlara göre daha az hastalanıyorlar, etleri daha sıkı oluyor.

- Bebek ile anne arasındaki iletişimin güçlendiği kesinlikle doğru. Hele bir de 3. aydan itibaren gözünü kaldırıp size ordan yan gözle bakması, hafifçe sırıtması yok mu, hiçbirşeye değişilmez. Bir de emzirirken parmağınızı tutar ki, o anki duyguları kelimelere dökmek neredeyse imkansızdır.

- Anne sütünü hazırlama zahmeti yok, ekstra bir masrafı yok. Gittiğiniz her yerde kolaylıkla doyurulabiliyor bebekler. Tüm restoran ve alışveriş merkezlerinde emzirme odaları var (başka bir yazının konusu). Temizliğinden endişe duymadan, sıcaklığını ölçmek durumunda olmadan bence en kolay besleme yöntemi. Burada itiraf etmem gereken bir durum var, ilk 3 ayın en zor besleme dönemi, uyku uyumak hayal oluyor, tahmin bile edilemeyecek kadar çok yorucu oluyor fakat, eğer bu üç aya dayanılabilinirse devamında çok rahat ediliyor.

- Anne için ise en çok duyduğum emzirmenin göğüs kanseri riskini çok düşük seviyelere çektiği. Alenen tecrübe ettiğim ise, kıtlıktan çıkmışcasına yemek yiyor olmama rağmen kilo almıyor olmam. Tabii burada şöyle kısır bir döngü mevcut, emzirme nedeniyle rejim yapamıyor ve hamilelikten bana hediye olarak kalan kilolarımı veremiyorum, rejim yapamıyor olmama ve halen çok yiyor olmama rağmen kilo da almıyorum.

Süt yapan besinler, dkkat edilmesi gerekenler...

- Tüm besinlerden önce sütün azalmaması ve kesilmemesi için moralin yüksek tutulması gerekiyor. Gerçekten de üzüntü ve hatta birazcık hüzün bile sütün azalmasına neden oluyor. Ben denedim gördüm :) Emzirme dönemi boyunca, ve bence artık anne olunduğu için çocuğu mutlu bir birey olarak yetiştirmek adına her zaman, elde olmayan nedenleri de dışında tutarak, mutlu olmaya çalışmak, gereksiz mutsuzluk ve üzüntülerden kaçınmak gerekiyor. Evet bazen çok zor oluyor, hiç alışık olmadığınız bir süreçten hamilelikten bu yana geçmekteyken, herşey sizden çok uzakta gibi görünürken morali yüksek tutmak zor olabilir, ama oluyor :) Bir de bol bol uyumak gerekiyor, vücut dinlendikçe süt üretimi farkedilir ölçüde artıyor.

-Gelelim besinlere, bir numaralı süt yapan yiyecek olarak, sütümün azaldığını hissettiğim durumlarda yardıma hızır gibi yetişen yiyecek "tahin helvası"dır. Koca, her ne kadar helvanın tatlı olduğunu ve onu yemenin ardından susayarak su içtiğimi ve aslında suyun süt yaptığını iddia etse de öyle değil biliyorum. Tahin helvası süt yapıyor kardeşim, budur...

- "Soğan"; bir ara gerçekten de kokarca misali gezerken ve beni kızdıranlara okkalı bir "hhooohh" çekerek bayıltırken sütüm de bol bol geliyordu. Genelde yeşil soğan diyorlar ama ben her ikisinin de sütü arttırdığını tecrübe ettim, ama yine de çok abartmadım zira "sütün soğan kokar" da diyorlar..

-"Rezene çayı"; rezene çayının gerçekten de bulana köşeyi döndürtmüş bir çay olduğunu düşünüyorum. Fakat, emziren annelerin ve bebeklerinin içtiği markette satılan bildiğimiz poşet olanlarından değil, eczanelerde satılan milupa ve humana markalarının bebeklerin direkt olarak içmeleri için özel ürettiği çaylardır. Doktorumuz bu çayı Deniz'e verebileceğimizi söyledi ama ben ona vermiyor kendim içiyorum, benim mideme iyi geliyor ona da sütümden geçiyor. Harikalar yarattığını düşündüğüm bu çay, bebeklerin gaz çıkarmasını kolaylaştırdığı gibi süt de yapıyor. Milupa'nınki oldukça şekerli Humana'nınki ise daha az tatlı. Tercih ağız tadımıza kalıyor bu durumda.

- "Bulgur"; bulgur pilavı ve kısır favori yiyeceklerimden. Hakikaten de inanılmaz süt yapıyor, yan komşunun bebeğine bile yetecek kadar sütüm vardı birara. Fakat, Deniz'le yaşadığımız bir anıdan sonra bulgur pilavını çok tercih etmiyorum. Şöyle ki, bulgur pilavının çok süt yaptığını duyan ben, öğle yemeğine tüm mahalleye yetecek kadar bulgur pilavı yaptım. Oturdum bir güzel yedim tabak tabak, sonra akşama tekrar ısıttım bir daha yedim. Sonra gece oldu, süt oldu olmasına Deniz'in karnı da tıkabasa doldu dolmasına da, kızcağız pırtlamaktan uyuyamadı bir türlü. Meğersem bulgur süt yaptığı kadar çok fena gaz da yaparmış, çok abartmamak lazımmış. Kısır nispeten daha az gaz yapıyor, artık pilavlık bulgur ile kısırlık bulgurun arasında nasıl bir fark var bilemiyorum.

- "Humana Still-Tee" bitki çayının da süt yaptığı söyleniyor, ben de aldım. Çok ciddi bir çoğalma farketmedim ama sanırım yine de faydalı.

-Besinleri alırken dikkat edilmesi gereken en önemli konu ise. Anne ne yerse, ne içerse bebeğe de geçiyor, ayrıca garip ama anne üşütürse bu bebeğe de gaz yapıyor. Bazı gaz yapıcı gıdaları, bulgur örneğindeki gibi, çok fazla tüketmemek gerekiyor, bebekte sancı yaparak uyumalarını engelliyor bu tip yiyecekler, dolaylı olarak bebek uyumayınca anne ve babaya da uyku haram oluyor.

Son olarak şunu da söyleyeyim de rahatlayayım, doktorlar "sütün olması için sadece bol su içmen yeterli başka ekstra birşeye gerek yok", eskiler ise "bol su ile sütün su gibi olur, yaramaz; yağlı olacak ki sütün yarasın" diyorlar......
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...