Bu filmin nesini beğendiler, benim için anlamak mümkün olmadı. Konu desem sapır saçma, kurgu desem karmakarışık, sadece 45 dakikasına tahammül edebildiğim, 3-5 tipin ortalıkta sürekli karizma yaparak bilmiş bilmiş dolanmasına uyuz olduğum bir film oldu ancak. Tamam konu çok değişik, afilli falan da bu kadar karizma fazla olmuş be, bu kadar akıllı bıdık bir filmde çok olmuş.
Bunu da gecenin bir yarısı, "aman çok övgü aldı bu film, çok duydum" diyerekten oturdum seyrettim. Bütün film boyunca içim bayıldı yemin ederim. Psikopata bağlamış bir balerinin ruh hastası sahneleri beni çok bunallttı, belki de filmin misyonu bunaltmaktı o yüzden başarılıydı bilemiyorum ama "vaay bee" de demedim. Çocuğunu sabote eden anne tiplemesi süperdi onu çok beğendim, kendi yapamadığı şeyler için kızını destekler görünürken aslında nasıl da kıskançlık içinde olduğunun filmin sonunda ortaya çıkması çok iyiydi. Sanatçı olmanın, odaklanmanın ve rolle bütünleşmenin işlenişi çarpıcıydı, yazarların yarattığı, tiyatrocuların ve balerinlerin oynadığı, müzisyenlerin çaldığı karakterle olan iletişiminde her zaman hastalıklı bir durumun olduğuna inanırım zaten. Natalie Portman desen, büyümüş, taş gibi olmuş, ben üniversitedeyken bebeydi hatun, demekki yaşlanıyorum, çok asap bozucu. Siyah kuğu sahnesine kadar aynı ezik yüz ifadesiyle oynaması da bunalttı beni. Böyle, kaşlarını küçük emrak misali ortadan havaya kaldırması, titrek dudakları beni çok baydı. Tamam film boyunca ihtiras ve cinsellikten uzak saf bir tipi canlandırması gerekiyor da, sürekli aynı ezik yüz ifadesiyle olmamalıydı. Sene başında kızımı jimnastiğe falan başlatmak istiyordum, esnek olsun, bir spor dalıyla küçük yaşta ilgilensin diye düşünürken, 3 yaşında jimnastik değil de ancak baleye aldıklarını duyunca, çok sıcak bakmasam da, bir süre düşünmüştüm, hatta bir kursla konuşmuştum bile. Bu filmden sonra bale male yok kızıma da., öyle psikopat olacağına, löp löp etli olsun.
Ne Anlatayım Ben Sana ile çok sevmiştim Ece Temelkuran'ı. Belki daha eski kitaplarıyla bu sevgiyi pekiştirmeli, yenileri daha sonra okumalıydım bilemiyorum. Ama ne Ağrı'nın Derinliği'ni ne de Muz Sesleri'ni sevdim. Hatta itiraf edeyim her ikisini de yarım bıraktım. Ağrı'nın Derinliği'ni yazarın taraf tutmasını sevmediğim için Muz Sesleri'ni de kurgusal olarak bir bütün oluşturamadığını ve fazla uzun, ağdalı ve fazlasıyla gereksiz acıklı cümlelerle yazıldığını düşündüğüm için sevmedim. Ağrı'nın Derinliği'ne sonradan döneceğim, fazla başında bıraktım ama Muz Sesleri'nin "bu romandaki karakterler ne zaman gözümde canlanacak" diye diye okurken, romanın yarısından çoğunu okumuş olduğumu farkedince bıraktım okumayı ve geri dönmeyeceğim. Gözümde canladırmadığım karaktere inanamadım doğal olarak, çok uzak kaldı bana, fazla uzun ve karmaşık cümleler kasmış romanı, sanki aşırı üstüne düşülmüş bu cümlelerin, buram buram "kasış" kokuyor.
Bu cümleyi defalarca okudum, etkileyeci bir yüz ifadesini 4 satırlık virgülsüz bir cümle ile bu kadar anlaşılmaz tasviri rahatsız etti beni. Beğenmedim.