Engin Geçtan ile üniversite yıllarımda tanışmıştım. Okuma-yazma çabalarıma destek olan Yusuf Hocam önermişti "İnsan Olmak" kitabını, çok sevmiştim. Engin Geçtan bir psikiyatri profesörü, akademik yazıları ve kitapları olduğu kadar romanları ile de okunası bir edebiyatçı. "Kuru Su" beni daha ilk bölümlerinde fetheden, "vakit bulunan tüm zamanlarda" okunarak beni kendine bağlayan bir roman olduğu kadar bir süre içine aldı da diyebilirim. Daha önce de bahsetmiştim, geçmiş zaman kokusu sinen tüm romanları severim diye, Kuru Su da böyle başlıyor ama sonra afallatıyor insanı; başlarda tasvir edilen tüm karakterler ve Istanbul mekanları 1950 leri andırırken, bir de bakıyorsunuz sene 2012 imiş, bu bir tür hayalkırıklığı yaratırken, yüzyılımız getirilerinden bu kadar uzak bir atmosfer çizilmiş olması da hoşuma gitti.
Istanbul'da tüm hayatı felç eden kar ve tipi, karakterlerimizin de hayatlarını etkiler tabii ki. Buram buram "bu karakterler nerede buluşacaklar" hissi kokan ilk bölümler oldukça uzun tutulduğundan biraz karıştığımı ve hatırlamak için romanın arka sayfasına notlar almak zorunda kaldığımı itiraf etmeliyim, nottan kastım ise kim kiminle ne tür bir ilişkide misali oklar çıkarak bir tablo yapmak. Karakterlerin kesişme noktaları bir bir ortaya çıktıkça ve duygusal buhranları birbirlerini etkilemeye başladıkça, Engin Geçtan'ın fantastik psikiyatri bakış açısı da ortaya çıkmaya başlıyor bir süre sonra, rüya içinde gerçek, gerçek içinde rüya, bir takım halüsinasyon etkileri bir bir gösteriyor kendini. Örneğin karakterlerden biri rüyasında gittiği bir kır evini gerçekte bir reklam afişinde görüyor, şaşırmış bir şekilde bakarken arkadaşı dert yanıyor fakat o bu arada afişten eve giriyor. Daha sonra bu rüya ve gerçek durumlar birbirine bayağı bir karışıyor ve sıkıcı olmaya başlıyor; ya da genelleme yapmayayım da ben bayağı bir karıştırdım ve sıkıldım. Istanbul'da yaşaması muhtemel, daha önce birçok romanda başka isimlerle karşıma çıkmış ana karakterleri çok sağlam buldum, olması gerektiği gibiydi, çok güzel tasvir edilmiş, çok güzel dile getirilmişlerdi, demek istediğim, gençliğinde yaşadığını hayal kırıklığının gölgesinde aklını kaçırmş bir Istanbul hanımefendisi, politik gruplarda ordan oraya savrulan bir üniversite öğrencisi, köyden Istanbul'a göçmüş taşralı saf delikanlı, güzel mi güzel sonradan olma oyuncu manken, paraya para demeyen, iş güç sahibi Istanbul delikanlısı gibi karakterler bildik tanıdık olmalarına rağmen öyle güzel ve derin anlatılmışlar ki o tanıdıklık taklit olmuyor asla ; fakat sonradan araya polis, ajan gibi yan karakterler girip de romanın konusu benim hiç anlam veremediğim yerlere sapınca ana karakterler gölgede kaldı, bir sürü kaygı duyulan politik, küresel, coğrafik kaygılar girdi işin içine, konu saptı gitti. Bir yerde Irak savaşından duyulan kaygı yerleşirken satırlara, birden koşan tipinin dünyanın eksenini kaydırmasına geçmiş yazar, bu kadar çok kaygının tek bir romanda ardı ardına göze sokulmasını çok alakasız buldum. Hele romanın sonu benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Sonu asla tahmin edilemez olduğundan söylemek istemem, okuyan herkes şaşırsın, bana ne. En çok Ulaş'ı ve Memo'yu sevdim ben karakter olarak, bir de ütopik semt Kurtulmuş'u sevdim, orada yaşayasım geldi. Okuyun bence.
Metis Yayınları, 2. Basım Mart 2008 (1.Şubat 2008), 230 sayfa
Istanbul'da tüm hayatı felç eden kar ve tipi, karakterlerimizin de hayatlarını etkiler tabii ki. Buram buram "bu karakterler nerede buluşacaklar" hissi kokan ilk bölümler oldukça uzun tutulduğundan biraz karıştığımı ve hatırlamak için romanın arka sayfasına notlar almak zorunda kaldığımı itiraf etmeliyim, nottan kastım ise kim kiminle ne tür bir ilişkide misali oklar çıkarak bir tablo yapmak. Karakterlerin kesişme noktaları bir bir ortaya çıktıkça ve duygusal buhranları birbirlerini etkilemeye başladıkça, Engin Geçtan'ın fantastik psikiyatri bakış açısı da ortaya çıkmaya başlıyor bir süre sonra, rüya içinde gerçek, gerçek içinde rüya, bir takım halüsinasyon etkileri bir bir gösteriyor kendini. Örneğin karakterlerden biri rüyasında gittiği bir kır evini gerçekte bir reklam afişinde görüyor, şaşırmış bir şekilde bakarken arkadaşı dert yanıyor fakat o bu arada afişten eve giriyor. Daha sonra bu rüya ve gerçek durumlar birbirine bayağı bir karışıyor ve sıkıcı olmaya başlıyor; ya da genelleme yapmayayım da ben bayağı bir karıştırdım ve sıkıldım. Istanbul'da yaşaması muhtemel, daha önce birçok romanda başka isimlerle karşıma çıkmış ana karakterleri çok sağlam buldum, olması gerektiği gibiydi, çok güzel tasvir edilmiş, çok güzel dile getirilmişlerdi, demek istediğim, gençliğinde yaşadığını hayal kırıklığının gölgesinde aklını kaçırmş bir Istanbul hanımefendisi, politik gruplarda ordan oraya savrulan bir üniversite öğrencisi, köyden Istanbul'a göçmüş taşralı saf delikanlı, güzel mi güzel sonradan olma oyuncu manken, paraya para demeyen, iş güç sahibi Istanbul delikanlısı gibi karakterler bildik tanıdık olmalarına rağmen öyle güzel ve derin anlatılmışlar ki o tanıdıklık taklit olmuyor asla ; fakat sonradan araya polis, ajan gibi yan karakterler girip de romanın konusu benim hiç anlam veremediğim yerlere sapınca ana karakterler gölgede kaldı, bir sürü kaygı duyulan politik, küresel, coğrafik kaygılar girdi işin içine, konu saptı gitti. Bir yerde Irak savaşından duyulan kaygı yerleşirken satırlara, birden koşan tipinin dünyanın eksenini kaydırmasına geçmiş yazar, bu kadar çok kaygının tek bir romanda ardı ardına göze sokulmasını çok alakasız buldum. Hele romanın sonu benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Sonu asla tahmin edilemez olduğundan söylemek istemem, okuyan herkes şaşırsın, bana ne. En çok Ulaş'ı ve Memo'yu sevdim ben karakter olarak, bir de ütopik semt Kurtulmuş'u sevdim, orada yaşayasım geldi. Okuyun bence.
Metis Yayınları, 2. Basım Mart 2008 (1.Şubat 2008), 230 sayfa
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder