19 Aralık 2011 Pazartesi

Ben bu ara bunları düşünüyorum..

Nihayet güneşsiz günler başladı burada…ne ironik değil mi, “güneşli iklimlerin kadınıyım ben” diye naralar atıyordum ama Aralık ayında ışıl ışıl parıldayan güneş hala biyolojik saatimi bozmakta. Bugun kapkara, yağmurlu mu yağmurlu, esintili mi esintili bir hava var burada, deniz yağmurda ayrı bir güzel. Ha, artık çalışırken denize bakabiliyorum, öyle bir yenilik geldi iş hayatıma. Masamda başımı sola doğru azıcık bir açıyla çevirdiğimde deniz görüyorum, kafamı çevirmeden sadece gözlerimi sola doğru devirdiğimde de görüyorum denizi, hatta monitörümün arkasında sol tarafta monitöre bakarken de görüş alanıma giriyor deniz, ..okunu çıkardım biliyorum, limanı görüyorum bir de, gemileri…yük gemileri… Limana giriş ve çıkışlarını izlemek çok zevkli, çok özgür görünüyorlar. E madem bugün kış geldi buraya (ona da ne kadar kış denilirse tabii…), hava gri ve yağmurlu… “ diye yazmışım bu yazıya başlarken, sonra Istanbul’a gittim, üç gün orada kaldım, yazım yarım kaldı, geldim birkaç gün geçti, o günkü gri havadan sonra hava hep güneşliydi, şimdi de güneşli. Güneşli havada yılbaşı moduna girmek de zor, giremedim zaten. Ama yazıyı bitirmeli, yarım kalmasın, yazık.

Alışkanlıklardan bahsedecektim ben birkaç aydır aslında... alışagelmiş, alışılagelmiş olmaktan...sıradanlık demeyeceğim, bu haksızlık olur, çünkü bazen en sıradışı şeyler bile alışkanlık olur kimbilir, ne bileyim bir yamaç paraşütü hocası için Ölüdeniz semalarında uçmak alışkanlık olmuş onu çok bayıyor olabilir belki değil mi, kelimeleri dikkatli seçmek lazım...her sabah aynı saatte kalkmak, her sabah işe gitmek, kahve içmek, sigara içmek belki, koltukların hep aynı yerde durması, ve hep aynı koltuğa aynı şekilde uzanmak, aynı marketten alışveriş yapmak, aynı aile ilişkileri, aynı evlilik işleri, aynı düşünceler, aynı tartışmalar, aynı saç rengi, aynı siyah ayakkabılar belki...yamaç paraşütü hocası olmayan bir evli çalışan annenin küçük minik histerik alışkanlıkları bahsettiğim muhtemelen.

Yıllarca aynı saç rengi ile gezen ve bundan sıkılmayan kadınlara özeniyorum çoğu zaman. Her bunaldığında kendini kuaförde bulan bir kadın değilim, saç rengimi ve modelimi her değiştirdiğimde bir çeşit depresyon içinde olduğumu düşünen, hatta “kocanla kavga mı ettin yoksa” kıvamında yüzeysel soruları bile soruveren bazı arkadaşlarım, yanılıyorlar; ben olsa olsa alışkanlıklarını değiştirmek için gelen ilham kendisini ikna edemediğinden, çareyi saç rengini ve modelini değiştirmekte bulan rahatsız bir kadınım muhtemelen. Mesela saçım belime kadar uzunken, bir sabah işe giderken sıkılıp açık bir kuaföre girip saçımı kısacık kestirebilirim; “of sıkıldım bu şehirden, beni baştan yarat Fatih” diyerek saçımı kızıldan platin sarıya hiç tırsmadan boyatabilirim. Bu yüzden ne zaman resmi evrak lazım olsa, yeniden vesikalık fotograf çektirmem gerekir, bu da ayrı bir sorundur. İş görüşmesine çağrılırım aniden mesela, fotoğraf götürmemi isterler, çektirecek vakit de yoktur, en son çekilenden seçer yanıma alırım, ben giderim iş görüşmesine saçlar kızıl ve kısa, fotoğrafı veririm uzun saçlı ve siyah. IK bir bana bakar, bir fotoğrafa bakar.

Taşınmalar bunaltmaz beni mesela, kolaycacık taşınırım, saçımı boyatır gibi taşınabilirim yani. Taşınamazsam, odalardaki eşyaları taşırım, üşenmem. Bir odadaki eşyayı başka odaya, o çekmecedekini bu çekmeceye taşırım. Sonra da bulamam. Bu kadar çok yer değiştirince, neyin nerede olduğunu bulamayıp, bir de utanmadan sinirlendiğim zamanlar olur, o ayrı. Bir önceki işimde mesela masamın yeri ve odam o kadar çok değişmişti ki, mekan değişikliğinden işten sıkılma fırsatı bulamamıştım. İnsan bir şehre tıkılıp kalınca ev değiştirmek, bir işe tıkılıp kalınca da masa/oda değiştirmek ferahlatır. Şehir değiştirmek büyük bir karar gerektirir, alışkanlıkları “hop” diye terk etmeyi gerektirir; iş değiştirmek risk taşır, çalıştığınız yerde tazminatınız vardır, yeni bir iş bulmak gerekir kazancı daha iyi, öyle “hop” diye bırakamazsınız, alışmışsınızdır, insanlara, patronunuza hatta fotokopi makinesine bile, yemez çoğu zaman. Nefret ettiğimiz her şeyi temize çıkarmaya çalışırız. "Patronda çok bağırıyor ama eli açıktır", "bu ofis uzak çok ama servisi var en azından", "maaşım az ama zamanında alıyorum yani", "ayyy o kadar tazminatım var burdaaa, bunlara mı bırakacam"...gibi. Ben yaptım oradan biliyorum.

Alışkanlıkların bağımlılık olduğu durumlar da var değil mi…sigara gibi, kahve gibi, tırnak yemek gibi, annenizin kızı olmak gibi, evlilik gibi. Farkında olmadan alışıp sonra da farkında olmadan bağımlı hale geldiklerim, ya da tam tersi önce bağımlı olduğum sonra da alıştığım. 18 yaşımdan beri sigara içiyorum, lanet olasıca şey. Daha önce okumuşsanız beni hatırlarsınız belki 3 sene bıraktım, hatta düşman oldum sigaraya. Sonra bir gece, tek nefeste başladım tekrar. Şimdi cildim falan bozuldu, sağ bacağımda bu yüzden hafif bir varis oluştu. Hem bağımlılığım hem alışkanlığım lanet sigara, bacağımı kestirince mi bırakacağım ben seni lanet olasıca. Demek ki neymiş, saç rengini zırt pırt değiştirmekle değişik ve biraz da cesaretli bir kadın olabilirsiniz hanımefendi, ama bağımlılıklarınızı bırakacak ..öt yok sizde.

Sonra gelelim tırnak yemeye, her ne kadar psikolojik bir rahatsızlık olarak görülse de, birkaç psikoloji kitabından okuduğum kadarıyla bir tür alışkanlıkmış. Kendimi bildim bileli tırnak yiyorum, belki küçükken azıcık ruh hastasıydım da başladım araştırmak lazım ama şimdi tamamen önce bağımlılığım sonra da alışkanlığım. Her hafta maniküre gidip, cicili bicili ojeler sürmezsem yiyorum hepsini. Tabii ki tahmin ettiğin üzere her hafta maniküre gitmiyorum, üşeniyorum. Sonra yiyorum da yiyorum. Dışarıdan bakanlar eminim iğrenç buluyorlardır beni tırnaklarımı yerken görünce. Ben bile iğrendim şimdi. Bir de gayet kokoş giyinmek durumunda kaldığın zamanlarda maniküre gidecek zaman da bulamadıysan güdük parmaklar çok fena duruyor, itiraf etmeli. Demek ki neymiş, platin kısa saçlı kafaya hafif koyu makyajla ve siyah bir kazakla iyi görünebilirsiniz hanımefendi, ama tırnaklar ne öyle güdük, yamuk ve tırtıklı. Bırak artık bırak, tırnak kanseri olacaksın.

Tek başına yaşarken yalnızlığa alışıveriyor insan…tek başına geçinmeye, evi toplayıp temizlememeye, sürekli makarna ve omlet yapmaya ve hatta bazen hiç yemek yapmamaya, bağımsızlığa, sessizliğe...kendi kazandığın parayla kendi başına yaşayınca azıcık tutumlu çokça pinti oluyorsun, tozdan rahatsız olmuyorsan evi temizlemene bile gerek yok, yemek yesen iyi olur ama yemesen de kilodan başka bir şey kaybetmezsin, istediğin zaman tv açar, istediğin zaman kitap okur, istediğin yere yatar, istediğin yerde oturursun, tek başınalığın, yalnızlığın, bağımsızlığın saltanatını sürersin. Yalnızlığa alışınca insan bir süre evlenmiş olmaya da alışamıyor. Ama insan bu ya, ona da alışıyorsun. Çift maaş olunca daha çok harcamaya, evde yemek yapmaya, daha temiz olmaya, solo performanstan koroya geçmeye, kendi ailene laf anlatamazken başka bir aileye daha laf anlatamamaya… en çok da bağımlılığa… alışıveriyor. Fark etmeden yaslanıyorsun yanındakine. Fark etmeden planların oluveriyor, daha önce günlük, hadi kötümser olalım, senelik yaşarken, bir sonraki sene hangi evde oturacağını hangi işte çalışacağını hangi saç rengini kullanacağını planlamazken, beş yıllık kalkınma planları yaparken buluyorsun kendini. Birbirinden bağımsız olarak dışarı çıkmıyor musun, çıkıyorsun; herkes kendi arkadaşlarıyla bir şeyler yapmıyor mu, yapıyor; herkes evin içinde kendi hobisiyle uğraşmıyor mu, uğraşıyor…bu bağımlılığın izin verdiği kadar işte…herkes kendini kandırıyor gibi geliyor bana. Kocaları seyahate falan gidince evde tek başına kalamayan kadınlar var, evin bütün giderlerinin takibi kocasına bırakan sadece kredi kartından harcamalarını yapan kadınlar var, evdeki en ufak sorunda tamirci yerine ilk kocasını arayan kadınlar var, saçını kocası uzun seviyor diye kestirmeyen kadınlar var, ben bunlardan hiçbiri değilim, bu da iyi bir şey aslında demek ki o kadar da bağımlı değilim, ama o kadınlar benden daha çok kıymet görüyor o kesin, erkekler kendilerine muhtaç kadınları seviyor sanırım, edilgen olan ya da en azından edilgenmiş gibi yapan; ben yine ikisi de değilim, kötü. Neyse konuyu saptırma. Konumuz, alışkanlık, bağımlılık, sırtını dayama. Sevgi, aşk başka şeyler, onları geç. Kadın olarak kendi başına yaşarken insanlar seni bunun için takdir ederken, evlendiğinde tam tersini yapıyor olduklarını fark etmen biraz uzun sürüyor. Bağımsızlığın, kendi başına her işini yapabiliyor, çekip çevirebiliyor olman, kendi paranı kazanman beğenilirken, evlenince ne kadar evinin kadını olabiliyorsan o kadar takdir ediliyorsun, açıkça dile getirilen bir konu değil bu, bu yüzden belki fark etmen zaman alıyor. Üstelik, sen bunu fark ettiğinde çocuk doğurmuş da oluyorsun, hatta biraz da büyütmüş. Bağımlılığın birden ikiye katlanıyor. Sen kocana, kocan da sana fark etmeden yaslana geledursun, çocukla birlikte birbirinden bağımsız bir yaşam alanı yaratmayı bırak düşünmek bile vaktin olmuyor, vaktin olsa dermanın olmuyor, dermanın olsa bağımlılığın izin vermiyor, bağımlılığın izin verse suçlulukla göz göze gelmek istemiyorsun. Spora gitmek istiyorsun mesela ama çalıştığın için çocuğuna ayıracağın süreden çalman gerekeceğinden (bak burada bile çalmak diyorum), ya kendini suçlu hissediyorsun, ya da kötü anne ilan ediliyorsun. “Çocuk doğurduysan biraz fedakârlık yapacaksın canımmm”, insanlar böyle der bu durumlarda genellikle. Suçluluk duymamak için kendini rahatlattığını sanarken bağımlılıkları güçlendirirsin. Spora gitmek için kocana bırakırsın çocuğu, evde biraz kendi kendine kalmak için kocan sinemaya götürür çocuğu mesela, işten geç mi çıkacaksın kocan alır çocuğu. Bir gün kocasız kalmayı düşüneniz mesela, spora gidemeyecek, evde kendinizle başbaşa kalamayacak, işten geç çıkamayacaksınız en basiti…bağımlı…alışıvermiş…bu kadar özgür ruhlu sanarken kendini bu kadar bağımlı olduğunu fark etmek de sadece benim gibi kadınlara özgü olsa gerek… yamaç paraşütü hocası olmayan evli çalışan annelere.

Bitmedi, bitmedi…bitmez…çalışmak mesela…çalışmak da bir bağımlılık benim için. Sürekli şikayet ettiğim, küfrettiğim, zaman zaman lanet ettiğim çalışma hayatını ben hiç bırakmadım, bırakmaya bile yeltenmedim. Bırakmak durumunda olduğum zamanlarda ise, evde çeviri yaptım yine çalıştım. Oysa, sürekli olarak, çalıştığım zaman kendime vakit ayıramadığımdan şikayet eden ben, evde olunca kendime vakit ayırmak yerine yine evden serbest çalıştım. Çocuk doğurdum, iki aylıkken “çalışacağım ben, ay evde oturamam ben, of çok sıkıcı” diye bıtbıtlanmaya başladım. En iyisi iş aramak dedim, şans bu ya hemen de buldum, bebeğim üç aylıkken çalışmaya başladım. Çalışanlar ücretsiz izin versinler de bebeğime bakayım diye bakarken ben üç aylıkken işe başladım, iyi mi? Oturmadım şöyle evimde ya. Otur bir dinlen, koca var işte, yaslan ona daha da bir, o para kazansın sen bir süre gez, dinlen. Ya da madem çalışacağım diye oturmuyorsun ruhen rahatsızsın kazandığın parayı kendine harca, ahahaha ben böyle kadınlar olduğunu çok geç öğrendim biliyor musunuz, ben sanıyordum ki, herkes kazandığı parayı ortak bir havuzda topluyor, evin tüm giderleri bu ortak havuzdan karşılanıyor, meğersem kazandığı parayı sadece kendi ihtiyaçları için kullanan kadınlar varmış, şöyle ki koca evin elektriğini, suyunu, kirası, alışverişini, çocukları okul, kreş zart zurt ödemelerini falan yapıyor, kadın da kazandığı parayla kozmetik, giyim ve diğer ne hobisi varsa onları alıyormuş, maaşı yettiği kadar. Değişik valla, hiç yapmadım. Yapsa mıydım acaba? Ekonomik özgürlük demek aslında bu mu, yoksa ekonomik özgürlük derken ben yanlış mı anladım bir şeyleri… ben bir şeyleri hep yanlış anlıyorum galiba… neyse, çalışmaya bağımlılıktı konunun bu kısmı, işe gitmeye alışmak, sabahın köründe kalkmaya, sabah kahvesini maillere bakarak içmeye alışıp (evde olduğu süre boyunca her sabah insan maillerine bakar mı kahve içip, yat uyu kardeşim) 9 da kalkıp kadın programı seyredememek, ofiste sohbete muhabbete alışıp evde televizyona bakmaktan sıkılmak ama çok sıkılmak, ofiste strese alışıp evde gereksiz stres yaratmak.

Çok karıştırdım mı yazarken? Çok bölünerek yazdım, parça parça..bir o gün bir bugün..daha çok yazasım da var ama kafamı toplayamadım, konu lastik gibi ya nereye çeksen oraya gidiyor.

Ha, bu arada 3 gündür sigara içmiyorum, belki kafamı ondan toplayamadım. Maniküre de gittim hafta sonu, şuan bunu yazan parmaklarımda oje var. Kendi kişisel zaferlerimiz olmasa depresyon kaçınılmaz, di mi..

4 yorum:

Tully dedi ki...

Zaten onlar da olmasa hiç çekilmezdi sanırım bu hayat:((
Eskiden böyle uzun uzadıya içimi dökerdim bende,şimdi sanırım daha da içime kapandım. Ne sandım acaba bu hayatı hiç bilemedim..

coraline dedi ki...

niye kapandın içine tully:(

Zeugma dedi ki...

Hayat bazen inanılmaz çekilmez oluyor coraline.. Ama seni, okumak iyi geliyor bana..
Her ne yazarsan yaz...

coraline dedi ki...

slm zeugma çok tşk ederim okuyup da bunalmadığın için :)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...