31 Mart 2011 Perşembe

İzmir plaka...

35 rakamını sadece ve sadece İzmir'in plakası olduğu için sevebilirim...belki bir de orta karar içki ölçüsü olduğu için...35 lik rakı, 35 lik kırmızı şarap gibi..

Her yaş güzeldir geyiğine hiç girmeyeceğim, çünkü 20 ler 30 lardan güzeldir, 30 da 35 den iyidir ve bunun aksini iddia edebilecek kimse yoktur zannımca.

Haksızlık...

Yaşadığım şartlarda ve ruhsal anlamda bir kadın olarak kendimi ancak 35 e doğru anlayabildim ben, ne yapmak istediğimi, ne olmamak istediğimi, nerede solumanın bana iyi geldiğini, neleri göze alabileceğimi; o zaman haksızlık değil mi, kadınların 35 den sonra doğurganlığının riske girmesi, yeni bir iş bulmasının zorluğu, bekarsa artık evlenmenin zor olması, boşanmanın daha zor olması, sağlığına dikkat etmek zorunda olması...daha hayatı yeni yeni istediği gibi yaşayacakken, doğru dürüst karar vermeyi bile henüz yeni öğrenmişken, birden 35 oluvermek haksızlık oldu bana şimdi gibi geliyor, üniversite sınavına bu yaşta girmeli, evlenmeye bu yaşta karar vermeliydim ben, 20 lerde bana sunulmuş tüm olanakları bu yaşta vermiş olsalardı keşke, düşüncesiz, akılsız, bağımsızlığına düşkün, idealist 20 ler tam bir öğrenme çağı aslında, 20 lerde öğrenip 30 larda gerçekleştirebilme imkanı olmalı insanın, buna vakit tanınmalı, hatta belki de tersten yaşanmalı ama yok ...bir de içinde olgunlaşmaktan nasibini alamamış lolita bir ruh taşırken nüfus cüzdanının bağıra çağıra 35 demesi ne kadar da asap bozucu.

Tipim nispeten genç gösterdiğinden insanlarla lolita ruhumun sesiyle muhabbet ettiğimde sandıkları yaş ile sordukları zaman söylediğim yaş biribirinden o kadar farklı ki ben insanların "oha" diyen yüzlerini görmekten sıkılıyorum artık. Daha ben yeni yeni hayatın keyiflerini çıkarmayı düşünürken "35 oldun artık ikinciyi de yapman lazım" diyen insanlardan da sıkıldım artık, hatta içimdeki lolitaya da bunu hatırlatan 35 lik egomdan da sıkıldım. Biyolojik saat ruh saati ile gerekli çalışma uyumunu yakalayamadığından ruhun ruh sağlığı bozulmaktadır, biyolojik saati kendisine bir çeki düzen vermeye davet ediyorum. Bundan sonra estetiğe de açığım zaten, kırışıklarım falan da var, bir de tantuni yemekten aldığım kilolar da cabası. Kendime iyi bakmam lazım.

Yaşlanmayı sevmiyorum, evet. Herkes yaşlanıyor çünkü. Yaşlanmak sevdiğim insanların sonlarını da yaklaştırıyor, büyümekle birlikte böyle sapık düşüncelere de kapılıyorum. 20 lerin başında babam iki tane beyin ameliyatı geçirdiğinde, ölür mü diye düşünmemiştim bile, öyle ameliyat olduğu için üzülmüştüm sadece. Şimdiyse iki tane üstüste cevapsız görsem telefonumda "birşey mi oldu acaba" diye endişelenmeden edemiyorum.Yaşlanmak bana vaktin daraldığını hatırlatıyor hep, özellikle de otuzdan sonra. Şimdi annemle ancak 30 dan sonra dalaşmadan hırlaşmadan muhabbet edebiliyorken zamanın kıskacını tepemde hissetmek de rahatsız ediyor beni.

Yok, yok... ben bu 35 i sevmedim...ve cidden bugun acaip de hüzünlendim...

Ama yine de pozitif enerjiyi evrene salmak lazım değil mi?

29 Mart 2011 Salı

Çiçeklerim...

Yıllar yılı başka kadınlarda görüp özendiğim ama bir türlü olabileceğime inanmadığım iki tip kadın özelliği var, en birincisi "göz kararı" ve "aldığı kadar" tabirleri ile yemek, kek, pastaları gayet lezzetli yapabilen, buzdolabında ne varsa onu yemeğe dönüştürebilen kadınlar, ikincisi ise dokunduğu yeri yeşertip, evinde balkonunda çiçeklerin açtığı, bir çiçeğin dalını koparıp onu başka bir saksıda canlandırabilen kadınlar. Ben bunların hiçbirisi değilim... bırak göz kararını, çay bardağıyla tarif edilen yemekleri su bardağıyla yapmışlığım, pişirene kadar da farketmemişliğim vardır, tarifsiz yapmayı geçtim tarife bakarak yaptığım herşey ilkinde asla güzel olmaz, hatta ancak ve ancak üçüncüde olması gerektiği gibi olur, "gr" olarak yazılmış tarifleri okumam bile idrak edemediğimden, şu ana kadar bakabildiğim tek çiçek ise kaktüs oldu.

Bunun nedenini 17 yaşında ailemden ayrılıp tek başıma yaşamaya başlamam olarak görüyorum ben. Kaaaç sene yurtta kaldım, ne yemek yaptım ne ev temizledim. Sonra kaaaç sene bekar yaşadım kendi başıma, çorbayı hazır yer, akşam yemeğinde de ya makarna ya yumurta, yazın ise karpuz peynir yerdim, evde arkadaş buluşmalarımız ise bira patates veya şarap peynir olurdu, öyle yemeğe falan almazdık birbirimizi . Haa yok mu bekar yaşayıp da sofra donatan var tabii, ama ben onlardan da değildim. Çiçek bakamamış olmamda da etkisi var tabii bu yaşam şeklinin, bir de galiba iklimin. Renkli çiçek açan bitkiler güneş görmeyi seviyor ya, Ankara'da bunlara bakmak neredeyse imkansızdı benim için, ya oturduğum evler güneş görmez ya da azıcık hava alsın diye balkona çıkardığım çiçeği balkonda unutur, geceyle gündüz arasında 15 derece fark olan o şehirde çiçekleri bir bir öldürürdüm. Çalıştığım ofislere de aldım çiçekler ama onlar da soğuktan öldüler. Sonra vazgeçtim, ay bir de üzülüyordum çiçekler öldükçe.

Şimdi sürekli güneş olan bir şehre taşınınca annem günlerce "ay burda ne güzel çiçek yetiştirilir" diye gezdi, ben de "yok ben bakamam çiçek miçek, almayalım" diye gezdim. Am buralarda adım başı çiçek serası, adım başı fidanlık var; herkesin balkonunu, bahçesini yemyeşil görünce ve annemin "yeşerten kadın" moduna da bir son vermek için tuttuk en yakın fidanlığın yolunu. Evin içine güneş alan yerlere konmak üzere dört saksı büyük yapraklı çiçek, balkona güzel koku yaysın diye bir saksı melisa, camın önüne de renk renk sardunyalar aldık. Pek güzel oldular, sardunyalar güneşi gördükçe seviniyor, açıyor da açıyor. Fidanlıkta tanıştığımız bir bayan "yazın burası çok nemli oluyor sardunyalar pişiyor" dedi ama... Bakalım ben bu çiçeklere ne kadar bakabileceğim.....Eğer bakabilirsem bir de ufak limon ağacı alacağım balkona, belli mi olur belki sebze meyve de yetiştiririm, kendimden öyle bir perfomans beklentim yok ama, iklim müsait diyelim...

3 Mart 2011 Perşembe

Ankara'dan giderken...

Taşınma telaşı...her yer her yerde...telefon trafiği...nakliyeci bir yandan ev sahibi bir yandan...düşünmeye pek vakit yok....kolilerin arasından azıcık bir vakit buldum şimdi...

Koskocaman bir köy olmaya devam eden Ankara benim ilk geldiğim zamandan öyle farklı ki, 17 yaşımdaydım ilk buraya geldiğimde, üniversite öğrencisi bir lolitaydım hepi topu, Ankara o zaman öğrenci şehriydi, kız başımıza gecenin bir yarısı bar bar gezebildiğimiz bir şehirdi, giderek büyüdü, büyüdükçe göz çevremde belirmeye başlayan kırışıklarımın verdiği rahatsızlık kadar rahatsız etmeye başladı beni Ankara...mal insan sayısının hızla arttığı, bina üstüne bina dikilen, o avm den bu avm ye gezmek zorunda kaldığım, şöyle para harcamak zorunda kalmadan keyfini çıkaracağım bir alanı olmayan, son birksç senesinde özellikle çok yorulduğum bu şehirden giderken nedense hiç üzülmüyorum...halbuki birçok arkadaşım var burada, sürüyle anım var...arkadaşlarım yeni şehrimize yeni evimize gelirler ziyarete, anılar beklesin burada, bir ziyarete geldiğimde şöyle popo donduran bir karlı Ankara gecesinde belki, kendilerini hatırlatırlar.

İşimi gücümü, neredeyse yerleşik hale geldiğim bu şehri ve hatta tüm hayatımı burada sonlandırıp, bir deniz şehrine yeniden başlamaya gidiyorum. Yıllar yılı deniz kenarında yaşama hayali kurdum ben. Sulak bir yerde büyümemiş olmama rağmen deniz sevdası içimde büyüdü de büyüdü. Böyle bir şansı yakalamışken kullanmamak ayıp olurdu artık...Bir işim, bir tane bile arkadaşım olmayan bu deniz şehrine giderken endişelerim yok değil, ama moda olduğu üzere tüm pozitif enerjimi saldım evrene...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...