31 Aralık 2012 Pazartesi

Dileye dileye bir hal olmak...2013...

Bir gıdım yeni yıl heyecanı vardıysa içimde, böyle olayım. Ne noel babalı süsler, ne de ışıklı mışıklı çam ağaçları etkiliyor beni bu sene. Her sene olduğu gibi ne kart attım ne kimseye hediye aldım. Her sene olduğu gibi "hadi anneciğim gelk kart yapalım" diye çocuğu gaza getirip, yapılan bir adet karttan sonra yoruldum.  Dün akşam çikolatalı bir tür kurabiye ve bir tür poğaçadan başka hiçbir yeni yıl özel yemeği ya da pastası falan yapmadım. Onları yaparken bile mutfak savaş alanına dönmüştü zaten, daha fazlasını yapmak mutfaga hakaret olacaktı. Yemek olarak pizza söyleyeceğiz, pastayı da güzide pastanelerimizden birinden alırız dedik. Gerisi içki, cips, kuruyemiş, zararlı kötü ne varsa yiyeceğiz. Geçen sene de böyleydi ya, bu sene de aynı. Bir yeni yıl coşkusu eksikliği. Bakalım, belki akşama gösterir kendini. 

Dilek dilemeyi bilmiyor olmalıyım, zira eski yıllara bir baktım da şöyle ipe sapa gelir net bir dileğim olmamış. Bakıyorum millete onu isterim bunu isterim diye yazabilmişler, ne istiyorum diye soruyorum kendime, isteyeceğimi düşündüğüm herşeyin yanında bir soru işareti beliriyor, gerçekten istiyorum mu istemiyorum mu, ben de o isteği yapacak ..öt var mı yok mu...şimdi ben onun öyle olmasını istesem olur mu olmaz mı... sonuçta dilek diliyoruz ama bu dileklerin olması için kişinin kendisinin de uğraşması gerekiyor bir şekilde. Ben de böyle bir kadere bırakmışlık var bir süredir. Mesela sigarayı bırakmak istiyorum ama bırakamıyorum, bırakma dileğini dilersem, çok uğraşmam gerekeceğini, yapamayacağımı ve bir şekilde bir yerden bulup iki fırt çekeceğimi biliyorum çünkü sigara içmeyi seviyorum, o yüzden böyle bir dilek dilemek benim için saçma bir durum oluyor, benim dileğim ancak şu olabilir bu durumda :" Lütfen 2013 de sigara beni bıraksın..." mantıklı mı...hayır. Benim dilek dileme mantığımda toptan bir yanlışlık var, küçüklüğümden beri. Dileklerin açık ve net olacakmış, dilek diliyorsan sepet gibi oturmayacak sen de birşeyler yapacakmışsın, olayın özü buymuş yani. Bu olayı anlamadıysan benim gibi sürekli tükürdüğünü yalayan bir kadın olup çıkman an meselesi. Tükürdüğünü yalamaktan bahsetmişken, misal, ayda en az bir Pazartesi ofise "sigarayı bıraktım" diye millete ilan ederek gelip, Çarşamba sabahı kahvenin yanına "ver de bir fırt çekeyim" dersen, ve o fırtı gerçekten çekersen, tükürdüğünü yalamış oluyorsun. Hayatımda değişik versiyonları da var bu olayın da şimdi yeri değil. Neymiş...dilediğin dileğe dikkat edecek, o dilek için sen de çalışacaksın. Dilediğim dilek için bile kendime söz veremiyorum şimdi o da ayrı ya...

Bu yıl...yani 2013 de...

Elimden gelen kısmıyla ilgili olarak kendime ve yakınımdakilere daha iyi davranmayı, sigarayı bırakmayı, sekiz kilo vermeyi, her akşam cilt bakımı yapmayı, anlayışlı olmayı her daim yelloza bağlamaya meyilli olmaktan ziyade kırlarda salınan papatya misali huzur dolu olmayı, tüm bunlarla birlikte hayat kontrolümde olmayan ne getirirse onları gelişine yaşamayı, diretmemeyi, direnmemeyi ve bunu takmamayı, hep gülmeyi, hep güldürmeyi diliyorum. Elimden gelmeyen kısmıyla ilgili olarak da kimse hasta olmasın, kimse ölmesin. Hadi bakalım...

17 Aralık 2012 Pazartesi

4641 biten...1334 kalan...


Bu sabah kendimi çok yorgun hissediyorum.  Fiziksel yorgunluğum sürekli uyuma isteğiyle beni dürtüp duruyor, ofise geleli iki saat oldu ama ben hala o günlük senin bu günlük benim gezip duruyorum, hiç ama hiç çalışasım yok. Bu yorgunlukta, kitap okuyacağım diye gecenin bir körüne kadar oturup sabahın bir köründe kalkmak zorunda kalan bir anne olmamın, ve sabah içtiğim teraflunun parmağı olmalı en somut bakış açısıyla. Bu yorgunlukta, kışın ve soğuğun da parmağı olmalı, belki de son bir aydır üst üste yaktığım sigaraların. Bu yorgunluk bıkkınlığımın da bir eseri olmalı. Bıkkınlığımda alışageldiğim rutinlerimin parmağı var büyük olasılıkla, bir heyecan kaybetmesi durumu yaşıyorum en kötü ihtimalle. Alıp başımı gitmek, bomboş bir sahilde kumlarda uzanmak istiyorum diyeceğim ama çok klişe olduğu kadar fazla iddialı olacak. Bu heyecan kaybetmesi durumunda bana ancak bütün gün evde oturup, kahve içip, kitap okumak iyi gelebilir. Bir koltuktan diğerine sürünerekten, heyecan nereye gittiyse oradan geri gelene kadar.

Bu yorgunlukta, en büyük pay yazıyla dörtbinaltıyüzkırkbir rakamla 4641 gündür çalışıyor olmama ait olmalı. Dörtbinaltıyüzkırkbir gün sabah erken kalkıp iflah olmayan iş hayatıma doğru yola çıkmışım. Dörtbinaltıyüzkırkbir gün deyince az gibi geliyor da yazıyla öndört yıl üç ay onaltı gün rakamla 14 yıl 3 ay 16 gün deyince fark ediyor insan. Yıl hesabı yapınca anlıyor ne kadar uzun bir zaman olduğunu. Bu hesapta kaldığım fazla mesailer yok tabii, ssk böyle diyor, 14 yıl 3 ay 16 gündür çalışıyorsun diye. Heyecan kaybetmesi için yeterli bir zaman mı acaba bu 4641 gün, diğer bir deyişle 14 yıl 3 ay 16 gün, yoksa bende erken mi oldu? İş’te heyecan kaybetmenin ömrü ne kadar, nereden sonra yoruluyor insan? Yorulduğu için mi heyecanını kaybediyor, heyecanını kaybettiği için mi yoruluyor?

Ssk diyor ki, yazıyla binüçyüzotuzdört rakamla 1334 gün daha çalışmam gerekiyormuş. Diğer bir deyişle, 5 yıl 8 ay 14 gün daha. Bu sefer de yıl hesabı yapınca az bir zaman gibi görünüyor, ne komik. Durumun acıklılığına göre rakamlar az ya da çok geliyor insana. Yaklaşık 6 yıl daha aktif olarak çalışmam gerekiyor, ondan sonra emekliliğe hak kazanacağım. Tam tamına 18 yıl 3 ay 14 gün sonra ise emekli maaşı vereceklermiş bana. En pozitif bakış açısıyla aradaki 13 yıl parasız oturmayı, hala evli olup da koca parası yemeyi kabul edersem, ki onun da öyle çok bir para kazanmadığını göz önünde bulundurmak suretiyle, 5 yıl 8 ay 14 gün sonra emekli olabileceğim. Evdeyken çalışmak, çalışırken evde olmak isteyen biraz dangalak çokça dengesiz bir kadın olarak söyleyebilirim ki emekli maaşımı alana kadar yani 18 yıl daha çalışırım ben herhalde. E o zaman da en az 85 yaşına kadar yaşamayı planlamam da lazım, bunun için de sigarayı bırakmam gerektiğini de yine bir not olarak düşeyim. Heyecanlandım mı…hayır. Evde oturup kitap okumak o koltuktan bu koltuğa siftinmek istiyorum hala.

Çalışmayı hep sevdim ben yirmili yaşlarda. Sabah ofise gelmeyi, kahve içmeyi, arkadaşlarla iki lak lak etmeyi, koşturmayı, hiçbir yere hiçbir şeye yetişememeyi. Bu yazıyı yazarken de evde durup yemek, temizlik vesaire yaptığımı düşünüyorum da, hemen vazgeçiveriyorum. Zira sengin koca ve/ya ye ye bitmez bir miras sahibi pamuk bir kadın değilim ki evde o koltuktan bu koltuğa atıp kendimi kitap okuyayım da viledanın sapıyla hiçbir iletişimim olamaz, hiç olmadı ki. Belki yanlış bir iş yapıyorum da ondan kaybediyorum heyecanımı, yirmi yaşında yaptığın işin otuzbeş yaşından sonra seni hala heyecanlandırmasını beklemek ancak benim gibi iflah olmaz bir polyannanın işi olabilir sanki. Otuzaltı yaşını doldurmaya birkaç ay kala “yaa ben oturup kitap çevirmenliği yapsaydım daha mutlu olurdum” demekle de bir halt olmuyor. Çünkü ben kesin ondan da şikayet ederdim. Zaten benim meslek seçmek gibi bir şansım da olmadı ki, ne önüme çıktıysa onu aldım, bu başka yazının konusu ama...

Aman ya, öyle ya da böyle emekli olmak istiyorum o kadar. Çalışmadan emekli olmak istiyorum mümkünse. Hem emekli olayım hem de genç kalayım istiyorum bir de. Mümkansız istekleri istemek olsaydı işim keşke, bir de para verselerdi üstüne, sonra da emekli olsaydım... ama viledanın sapıyla bir iletişim zorunluluğu olmasın... tamam mı?

14 Aralık 2012 Cuma

İmza:Karın...


İmza: Kızın 4. baskıya geçerken, şimdi kalemleri mevcut, geçmiş ve/ya gelecekteki, ve istersek hayalimizdeki kocalar için elimize alıyoruz. İster yıvış yıvış, ister küfür küfür yani...Yazılarımızı gonderirken evlilik cüzdanı istemeyecek Selgin, Esra ve Banu...

Kendinden bahsetmeyi seven insanım artık ne derseniz... ben öyle kocasıyla sevgi kelebeği bir kadın olmadım hiç, bir koca şakşakçısı da olamadım mesela ya da nazlı bir kadın, ya da romantik ormantik... hatta sevgilim ya da koca her neyse romantik bir ortam yaratsa benim o ortamın içine edeceğim muhtemeldir. Tabii koca kişisi de öyle kelebek bir insan değil... malumunuz, habire atıp tutuyorum burada kendisiyle ilgili. Çok kavga ederiz mesela, siyahla beyaz ne kadar farklıysa birbirinden, biz de o kadar farklıyız birbirimizden. 36 yaşındayız şimdi, hayatımızın yarısını birbirimizle geçirdik bile, on sekiz sene ..öt ..öte yaşamış, birbirimizi büyütmüşüz. Yaaa, bak yazacak birşey yok dememek lazım... da... buraya değil kitaba yazılacak... kendine gel.. devam et...kendinden bahsetme....

İşler düzenli yürüsün diye ufak tefek şartlar var, onlara da bakalım...

- Yazılar bir A4 ü geçmeden yazılmalı...

- Yazılar politik veya kişiliği zedeleyici unsurlar içermemeli...

- Yazılara dosya adı olarak, kitapta yer almak istenen ad-soyad verilerek imzakarin@gmail.com adresine gönderilemeli.

- Son tarih ise 14.Şubat.2013

İmza: Kızın ardından İmza: Karın biz ne gösterebilir, taaa ne zaman şöyle yazmışım günlüğüme bir şeylere sinirlenip ve defalarca da düşünmüşümdür "Her kadın farketmeden veya kasten babasının en az 3 özelliğini taşıyan bir adamla evleniyor, sonra da zamanla kendisi de annesine benzemeye başlıyor, sonra bu benzeşmeden kaynaklanan benzer kaderler ortaya çıkıyor...mu acaba...".... görelim bakalım o zaman.

12 Aralık 2012 Çarşamba

Gülmekle öfkelenmek arası...

Benimle bir süre tanış olmuş herhangi birine sorsam "nasıl biriyim?" diye, muhtemelen şunları söylecektir... "herşeye gülen", "gamsız", "rahat", "pozitif", "mutlu" ve hatta "şirin"... evet dışarıdan görünüşüm böyle... bir de üstüne yedi sekiz yaş küçük gösteriyorum... bu da dış görünüşüm... kendime iyi bakmıyorum genlerim öyle şanslıyım sadece. Herşeye gülerim evet doğrudur, zaten herşeye gülünce insan başkaları tarafından "gamsız", "rahat", "pozitif", "mutlu" ve hatta "şirin" olarak da yaftalanıyor, bu da başka bir yayının konusu olsun, çok gülen kendi içinde çok da mutlu olmayabilir, hatta dünyanın en kalbi kırık psikopatı da olabilir kendi dünyasında, ya da  gülmek bünyede elinde olmadan bir pozitiflik yaratır böyle kalbi kırık dökük bir polynanna olabilir en iyi ihtimalle ki o da o kadar bilinçsiz bir pozitifliktir ki en umutsuz ortamda bile yine umut dolu bir gülümseme ile herşeyi eline yüzüne bulaştırır.. neyse..başka konu bu...konudan sapma... konudan sapma... Alakalı alakasız herşeye gülebilirim ben ve hatta en gülünmemesi gereken yerlerde bile güldüğüm de olur insanları uyuz edecek kadar, ilkokulda  andımızı okurken de gülerdim mesela, Cuma akşamları hep ceza alırdım, marş esnasında güldüğüm, önüm ve arkamda sıralı en az yedi sekiz kişiyi de güldürdüğüm için çıkışta herkesin çıkmasını beklerdim, cezalı cezalı sınıfta otururdum. Sorun andımız veya marşımızda değildi tabii ki, ülkemiz güncel sorunlarından ötürü açıklama gereği duydum ne acıklı da bu da ayrı bir konu, sorun benim efendim. Müzik öğretmenimizin yüz ifadesi, öğretmenlerimiz yüzleri bize dönük saygı duruşunda dururken arkalarından geçerken aval aval bize dönüp bakan kediye takılabiliyor, hiçbir şey görmesem "geçen hafta bilmem kimle şuna gülmüştük" diye eskileri hatırlıyordum. Veli toplantılarında anneme "sizin bu kız çok gülüyor, kendisinin güldüğü yetmezmiş gibi bir de etrafını güldürüyor derlerdi, annem de eve gelince paparayı yerdim tabii "ne gülüp duruyorsun" diye. Taaa ne zaman, günlerden ihracat malzemesi komodinin sevkiyata tozlu teslim edildiği gündü ki, o pek zavallı müşteriye tozlu gidip incileri dökülecek zavallı komidin patronun gözüne takılmıştı, bir acil anonsun ardından sevkiyattan, planlamaya, ihracattan muhasebeye hepimiz patronun odasında asker duruşuna geçmiş, patron hepimizi odasında itinayla kalaylıyorken, şans eseri odada olmayan diğer bütün personel de masalarının altına saklanmaktayken, patronun odasında herkes yere bakıyordu, ortam darbuka derisi gibi gergindi ve fakat ben kendimi tutamıyor gülüyordum. Başımı eğmiştim, gülmekten sarsılıyordum hafif hafif, kendimi sıkmaktan gözlerimden yaşlar inmişti, ve sanıyorum patronum ağladım falan sanmış olmalı ki bana laf sokmamıştı, geçmiş gün o kadar hatırlayamadım. Neyse, bana sıkıntı basan ortamlarda gülmem geldiği gibi, çok ciddi olmam beklenen durumlarda da nerde komik bir yüz ifadesi var ona takılıyorum ben, nerede komik bir yazı var ona ya da.

Bu sürekli gülme hastalığı yüzünden ne kavgalarım kavgaya benzer, ne öfkelenmelerim öfkeye benzer, ne de kırıldıklarım kırgınlığa dönüşür. Herşey uçar gider, hepsi bir yerde benim gülmemle sona erer. Arkadaşıma kırılırım, iki dakika somurtayım anlasın derim, bir dakika sonunda "ya senle şunu şöyle bunu böyle yapmıştık ha ne komikti" der gülerim; hatta bazen açık açık söylerim kırgınlığımı, o da acı çeksin diye, onun acı çekmesine fırsat kalmadan yine gülecek birşeyler bulurum. Annemle tartışırız, annemi bıraksan günlerce somurtur, o somurtur ben gülerim, o somurtur ben gülerim; annemi güldüremem, o kendi isterse güler zaten. Koca kişisiyle acaip kavgaya tutuşuruz, ben mutlaka bir yerinde gülerim ya mutlaka. Ben güldüğüm için de insanlar "aa ne güzel bir sorun da yokmuş be" der, yürür giderler. Gülmek disiplinsizlik demek her yerde, her ilişkide. Disiplin somurtunca sağlanabiliyor belki. Sorunlarla somurtarak yüzleşiyor herkes belki. Ciddi olmakla somurtmak arasında birşeyleri karıştırıyorum ben belli ki...

Neyse, hayatı her an yavşatabilir, gülerek herşeyi unutabilirim, öyle bir potansiyel var bende. Kendime teşhisim budur. Teşhisin kibar ifadesi ise ancak şu olabilir, sorunlardan gülerek kaçıyorum ben yahu.

Nereden çıktı bu konu... ellerim kirli, yıkayacağım, musluk bozuk, tamirci çağırıyorum, tamirci soruyor "sorun ne", yine saygı duruşunda yüzü bize dönük öğretmenlerin arkasından geçen kediye takılıyorum, gülüyorum. Sanki hiçbir sorun yokmuş gibi... yokmuş... az kaldı birbirimizi geberteceğiz biz bu muslukla, bu muslukta bir arıza var diyemiyorum...gülüyorum, sanki ellerim kirli kalsın istiyormuşum gibi. Simgesel anlatımım da muhteşem oldu, farkındayım... bak dayanamadım yine güldüm.

5 Aralık 2012 Çarşamba

Bir doktorla evli olmak...yazı dizisi no.5

Günlüğümde en çok yorum alan yayınlar hep bu yazı dizisinin oldu. Bu yazı dizisi sayesinde hiç tanımadığım, hiç görmediğim ama benzer yaşanmışlıklardan muzdarip, bıkkın, yılgın ve öfkeli kadınlarla dertleştik, dedikodu yaptık sadece yazarak. Çokmuşuz biz... onu anladım. Kendi kendime uydurmuyormuşum, benzer ve hatta beter durumlar yaşayanlar varmış. Sevgilisi tıpta okuduğu için benim yüzümden endişelenenler var, onlar meraklanmasın, gününü gün etsin, evlenmesin, şaka, her koyun kendi bacağından asılır, ben kendi yaşadıklarımı yazıyorum. Bu yazı dizisinin devamını merak ediyoruz diyenler var. Evet, bu yazı dizisinin devamını ben de merak ediyordum. Yaşadıkça yazıyor ya insan günlüğüne... Başlamadan önce, her zaman ki gibi, diyorum ki... düşünceler sahiplerini bağlar, "aman da ne güzel, şahane, tadından yenmez, bal dök yala bir meslek sahibi, herkesin evlenmek isteyeceği bir doktorum" diyorsanız, sizi başka günlüklere alalım, zira yayının altına gevrek gevrek yorum yapan bir kaç salak tıp mezununun yorumlarını yayınlamayacağım. Zira 4 nolu yazıma, hayatında tıptan başka birşey okumamış dangalağın biri -dangalak diyorum zira bir takma ad bile kullanamamış yorum bırakırken, ben de kendisine bu ismi uygun gördüm, "adsız" dan daha karakterli en azından - "keşke biraz daha okuyup doktor olabilseydiniz. bu kadar kompleksli olmazdınız belki" diye yorum bırakmıştı...yok alındığımdan değil, kendisinden daha çok okuduğum kesin, en azından okuduklarım işime yaradı, yarıyor o da kesin. Neyse, alınacaklar, bana laf sokmak isteyecekler hadi bakalım başka günlüğe...

Bir insanın mesleği karakterinde büyük değişim yaparmış ben onu gördüm, otuz yaşını geçmiş koca adam da olsan koca kadın da olsan değişiyorsun, kaçınılmaz olarak. Karakterlerimiz altı yaşına kadar gelişiyor, evet çocukluk nasıl geçtiyse, yansımalarını büyüyünce görüyoruz yazıyor kitaplar ama o da bir yere kadar yürüyüp gidiyor zannımca. Teyzem çoktan emekli olmasına rağmen hepimizle yüksek sesle konuşuyorsa, çok gerilere, çocukluğuna inmeye gerek yok, öğretmendi çünkü, sabahları derse girdiğinde elli kişilik sınıfa "günaydın" diyordu, elli kişinin her birine günlerinin aydın olmasını dilerken de sesini yükseltmesi gerekiyordu her biri duysun diye, en saf tahminle. Çok güler yüzlü bir insanken bir zamanlar, patron olup komple ciddiyete bürünen asık suratlı yaratıklar var, sanki gülerek iş buyursa herkes yavşayacak. Bir de iş kıyafetiyle her ortamda tanınan meslekler var, giydiği üniformalarla bütünleşen insanlar var, asıl konumuz onlar zaten. Çok akıllı bıdık başladım, sıkıldım, ama değiştiremedim üslubu bir yandan da, bir de belli bir misyon üstlenmiş bilirkişi havasında yazdım onu da değiştiremedim. Neyse, ne diyordum, üniformalı meslekler...uzak durulası...doktorluk, askerlik, polislik, avukatlık ve hakimlik belki. Üniformasını iş yerinde bırakıp çıkan var çıkamayan var, bir de üniformadan çok memnun olup sabah akşam çıkarmak istemeyenler var. Üniformalı mesleklere toplumsal olarak duyulan bir saygı var mesela. Dünyanın en gerzek adamı da olsan, üniforman üstündeyse kimse sana kötü bir şey demiyor, diyemiyor, aksine bir yağcılık bir yalakalık. Zaman geliyor geçiyor, üniformaya gösterilen bu abartılmış saygı egoda tavan yaptırıyor, etrafımızda Themis kılıklı hakimler ve avukatlar, kendini Ares sanan polis ve askerler, Zeus doktorlar var, listeyi Poseidon kaptanlar, Uranos pilotlar diye de genişletebiliriz tabii. Üniformayı bırakabiliyorsun iş yerinde belki ama egonu bırakamıyorsun. Ego seninle birlikte her yerde. Ego evde, ego arabada, ego yatakta, ego banyoda, mutfakta, salonda, ego her yerde. Doktor,polis, asker karısı olmak diye bir şey var mesela, doktor, polis, asker çocuğu olmanın getirileri var, götürüleri var. Kısaca üniformalı mesleklerin egolarından tırsıyorum ben artık.

Ben tıfıl tıp öğrencisi sevgilimin cerrahlık eğitimiyle birlikte nasıl bir Zeus'a dönüştüğünü izledim, içim yana yana. Tıfıl tıp öğrencisi kısımlarını daha önce detaylı işlemiştim. Çok geçmişti onlar çok. Neyse... Asistan cerrah ilk başlarda egoyu hastanede bırakır gelir, zira çömezdir kimse kaile almaz kendisini, hatta lanet eder bilakis kendisi. Çömezin altına çömez geldikçe sorumluluğu arttığından kelli palazlanır. Baş asistan olduğunda egoyu artık hastanede bırakamaz, yanında gezdirir. Zira hastane gece demez gündüz demez, hafta sonu demez tatil demez arar. Baş asistan olduğunda egoyu ameliyathanede bile bırakamaz çünkü artık hocası hastaları ona bırakır, hastalar hocam hocam peşinde, postalar hocam hocam peşinde, hemşireler hocam hocam peşinde. Doktorlara herkes "hocam" der bu arada. Ben o zamanlarda koca kişisinin bir nevi "hoca" olmaya başladığının farkında değildim, adam hastanede çaycıdan bile acaip doktorluk saygısı görüyor, evde ise "koca" ve "baba" dan öteye gidemiyor, diyorum ya hep doktor moktor, hiç fifi değil benim için, küçük kuzunun da zaten tüm dünyası anası babası, işsiz bile olsalar umru olmaz. İşte bu duruma sanıyorum ego biraz bozuluyor bir süre sonra. "Ya hastanede herkes neredeyse önümde eğilecek hocam hocam diye, eve geliyorum kadın bana diyor ki "sofraya yardım et"", "benim hastam ölüyor, eve geliyorum ana kız şen şakrak, hastanede insanlar acı çekiyor, ölüyor, hemen ortamı gereyim zaten gerginim" diye kendi kendini fitil ediyor olmalı. Sevgili ego, dünyada ölen herkes için üzülmemeyi sayende öğrendim be, sağolasın. Ha bir de ego biraz şamşırıyor kendini tabii bir süre sonra çünkü baş asistanlık büyük hocadan tüm zılgıtı küfrü yediğin bir dönem de aynı zamanda. Hastalardan, hasta yakınlarından, postalardan, annenden babandan, komşu teyzeden, trafik polisinden aldığın bütün gazlar bir yana, büyük hocaların, profesör, docent, yardımcı bilmem ne falan yani, topu bu baş asistana kayar hep, alttaki çömezleri kaile bile almazlar, sanki tüm dünyanın bütün sorunlarının nedeni o baş asistandır,  deprem olsa kesin o baş asistanın parmağı vardır yani o derece, ve cerrahlık eğitiminin en kötü noktası bir anabilim dalında kendi döneminde tek baş asistan kalmaktır sanırım. Kendi dönemin içinde seninle birlikte bir ya da iki kişi varsa tadından yenmez, kötünün iyisidir bir nebze çekilebilir belki de. Baş asistanlık egonun kendini şamşırdığı bir dönemdir neticede, "biri dövüyor biri seviyor, ne oluyor" dediği bir dönem. Şanslıysa doktor kişi baş asistanlık kısa sürer. Ve sonra ego uzman olur. Mecburi hizmeti vardır, küfür ede ede atanır. Çoğu Doğu'ya gider, evet biz şanslıydık göreceli olarak tabii.

Uzman olan ego mecburi hizmet için atanınca, hocalarından kurtulur. Artık hocaların adına yatan hastalara bakmaktan terfi ederek kendi adına hasta almaya başlar. Artık profesör, doçent, yardımcı bilmem ne hocası mocası da yoktur ortada, övgüler direkt olarak kucağa alınır, sevilir, okşanır. Artık tam anlamyla bir "hoca"dır ego, performans sistemiyle dövülür, "hoca" diye övülür. Belediye Başkanı'nın karısı hastaneye düşse, ya da es kaza doktor önlüğüyle orada burada bir yerde görse egoyu, o bile "hocam" der. Böyle bir saygın meslek işte. İnsana "haa bak bilmem nerenin bilmem ne başkanı da olsan bir gün elime düşme ihtimalin var" dedirtir. Bazılarının öyle karıları vardır ki, yanında böyle prenses edasıyla gezerler, sürekli bir alkış tutarlar kocalarına gerzek gerzek. İlaç firmalarının elemanları bu "ego"ların önünde ceketini ilikler, yerlere eğilirler hocam hocam diye, öyle gıcık bir iştir "ilaççılık", sonra tabii doktorların arkasından da atıp tutarlar o ayrı. Öyle yalan bir ilişki işte, hoş, iş dünyası yalan ilişkiler her yerde var. Ama bir de bu ilaç firmalarını yiyen doktorlar var o ayrı, karısını yanında sepet gibi kongrelere taşıyanlar, masrafını da ilaççılara ödetenler var, tabii bunun iyi bir tarafı var en azından karısını götürüyor değil mi, bu da bir bakış açısı onlara göre, off daha neler var neler, ilaççılarda doktorun ar ve namusuna gore değişkenlik göstermek üzere izzet-i ikramda sınır yok öyle diyeyim ben de gerisini senin hayal gücüne bırakıyorum, ama bu konuyu da daha önce konuşmuştuk, geçelim...biz egonun gelişim sürecinden bahsediyorduk...

Bu egonun bir de kendi anasından babasından gördüğü ilgi ve alaka vardır ki belki de en tehlikelisi bu olur. Es kaza ziyarete gidildiyse, bütün sülale muayene edilir, bütün eş dost ilacını kapar gelir. Sünnet olan çocuk misali malum yerden herkesin haberi vardır ve bunu kutlamak, eline de bir asa tutuşturmak gerekir. Sanırım ego bundan sonra sürekli alkış bekler. Bazı ailelerin beklentisi bitmez, egoyu profesör olana dek alkışlamak isterler... çünkü bilmezler buraya gelene kadar nelerin elden gittiğini...

Yoruldum ya yazmaktan... devamı sonra olsun. Bir daha sinirlenmem lazım...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...