29 Mart 2012 Perşembe

Çok sıkılıyorum...

Bu bir sıkılma yazısı. Bugün beni böyle darlayan bir sıkıntı var içimde. Bahar bana iyi gelmiyor, sarı kantaron işe yaramıyor sanki, hoş onbeş gün içmek gerekliymiş. Kedi otu varmış bir de, onu denemeli. Sarı kantaronu melisa ile karıştırınca da etkili oluyormuş. Aman neyse, konumuz bitkiler sanki. Bir konu da yok ya ortada. Yine bahar çarpmış bir benle başbaşayım. Ne istediğini bilmez, bilse de anca hayal eder. O kadar çok hayali olunca insanın hayal kırıklıkları da çok oluyor haliyle. Her şeyi hayal edip bir zahmet kalkıp yapmazsan, korkarsan, tırsarsan o hayal dönüp sana kaçar, böyle çekmece çekmece hayal kırıklıkların olur. Bahar bu demek işte, böyle çekmeceleri açıp açıp hayal kırıklıklarını karıştırmak demek, karıştırmak da değil hatta eşelemek dersem daha iyi tanımlarım muhtemelen, onu bile yarım yarım yapıyorum çünkü. Karıştırmak daha ciddi bir iş, sonucu tutma olabilir, kazayla tutup, çekip çıkarıp kaldığı yerden baştan yaratabilirsin, karıştırırsan yeni bir şeyler öğrenebilirsin, belki çekmeceyi çekip çıkarıp ters çevirerek birden boşaltır, sonra oturur sabırla baştan yerleştirebilirsin ama, eşelemek şöyle parmağının ucuyla burnunun ucunu da havaya dikerekten, kaşlarını kaldırıp gözlerine "aman zaten size de ihtiyacım yoktu" diyen bir ifade takınaraktan yapılan bir tür dağıtmadır nihayetinde, zaten dağınık olanı dağıtmak. Bence durum böyle. Bir de olur olmaz herşeye dair hayal kurmak var, mesela yolda ayağıma takılan bir taşa bakıp "ayy ne güzel bir taş,alayım ben bunu benim olsun, sonra bu taşı alır boyar süslerim, sonra beraber güzel işler yaparız, hatta belki büyür kaya olmaya karar verir...." falan filan diye iki dakikada düşünüp, inanırım, sonra bu böyle uzar gider. Hayallere bir boy büyük elbise giydirmekle de alakalı durumlar var bir de. Hayal elbisenin içinde kayboluyor haberim yok, elini tutuyorum diye elbisenin sallanan kolunu tutuyorum yine haberim yok, hayal elbisenin içinden düşmüş, nerede düşmüş haberim yok. Neyse...şimdi bir hayalim daha var üzerinden düşen elbisesiyle...onunla uğraşıyorum...motivasyonum bir tavan yapıp bir yerlerde sürünerekten. Bu nedenle motivasyonun elinden tutmalı, belki foruma gidip hayale yeni, üstüne uygun bir elbise almalıyım ki birşeye benzesin.

Ofisteyim. Bir kahve alıp geliyorum, belki o zaman ruh halim değişir. Ben böyle yazıp duruyorum mutsuz mutsuz ama aslında minicik şeylerle de mutlu olabiliyorum ben ha. Bir de dengesizim. Doğumgünüme üç gün kala kimbilir hangi yıldızın ne tür bir halt etmesiyle böyleyim. Kahve alacaktım. 

Aldım kahvemi. Sade ve şekersiz. Çok uykum var, dün gece çok çok yattım. Bir şişe şarap içmiştim. Hem uykusuz hem akşamdan kalmayım. Haftaiçi kütük gibi içme yaşı ne zaman bitiyor acaba...

..................................

Ohooo kahvemi içtim,işten çıktım, eve gittim, kızımı sevdim, bir sürü eti cici bebe yedim.

Şimdi yine sabah. Dışarıda çok güzel bir hava var. Mis gibi. Mis. Deniz masmavi, engin. İşe ayaklarım geri geri giderekten geldim. Bu iş hayatım cidden iflah olmaz, onu anladım artık, biraz geç oldu ama. Moralim bozuluyor. Yine bir gazla başladığım işimden soğudum. Aslında ben komple iş hayatından soğudum galiba. Ne adamlar ne işler yapıyorlar burada, çok acaip.

Kuzunun okul durumu var. Seneye anaokuluna başlayacak, özel mi devlet mi, özelse hangisi devletse hangisi karmaşası. Ben liseden mezun olalı 19 yıl olmuş, oha. O günden bu yana o kadar çok şey değişmiş ki, inanılmaz. İnsan içinde olmayınca pek de ilgilenmiyormuş. Şimdi okul gezerken, eğitimciler "şimdi şöyle yeni bir sistem olacak" falan deyince, bön bön bakıyoruz. Kafa çok karışık, çok. Ayrı bir yazı olsun bu. Kafam azıcık ayınca, yazmalı. İnsan büyütmek ne zormuş ya, sorumluluk ne acaip birşey. Şimdi biz bir karar vereceğiz, belki kızımın eğitim hayatının en güzel kararı olacak, ya da belki de otuzbeş yaşını etkieleyecek. Anne olmak acaip, böyle herşeyi abarta abarta incik mincik düşünmek; çocuğu anaokuluna yazdıracağız ama bir bakıyorum ben okul müdürüne lisede şu nasıl bu nasıl diye soruyorum, kendisi yarın ne yapacağını düşünmemiş insanım ya ben şimdi garip geliyor beş yaşındaki çocuğun lise öğrenimini bile düşünmek. Öfff, okul zaten sıkıcı birşey, şimdi benim kuzu da böyle sıkıcı bir kurumun içinde...amannn. Eğitim şart ama. Böyle acaip bir ülkede de nasıl olacaksa.

Kafa karışık, sıkışık kısacası. Pratikte gülüp geçmeye, teoride buraya yazıp rahatlamaya devam.

Ne kadar çok "acaip" demişim.

Yüzmeli artık.

24 Mart 2012 Cumartesi

Bahar..

Baharı bekliyordum yana döne kıştan içim kurudu desem, kar kusan bir kış geçiren arkadaşlara ayıp olacak muhtemelen. Afedersiniz. Ama insan kendi bulunduğu şartlar çerçevesinde dırdırlanır hep değil mi, burada da kendi çapında bir kış oldu işte. Bana göre kış tam anlamıyla Ocak ayında geldi ve sanırım son iki hafta itibariyle de bitti. Hava en düşük -1 oldu kışın, o da geceleyin. Ama nem çok üşütüyor burada da, öyle bir durum var, hele bir de denizden eserse, fenadır. Çok üşütür. Evler klima ile ısınmaya çalıştığından ısınmadı, kalorifer olayı öyle çok yaygın değil. Yağmur öyle bildiğiniz yağmur değil, durmaksızın yağdığı günler oldu, hatta bazen o kadar şiddetli yağdı ki, görüş mesafesinin düşüklüğü nedeniyle arabayı sağa çekmek durumunda kaldığım oldu. Her şiddetli yağmurda kesilen elektrik beni fitil etti. Belediyeye küfürler eşliğinde, nihayet kış bitti.

Bugun yirmi dereceyi gördük. Mart ayında yirmiyi görünce Ağustos'da ne olacak artık üç aşağı beş yukarı fikrim var. Bahar geldi. Her yıl düzenlenen geleneksel bahar afakanları basma şenliği de bünyede başlamış oldu. Şöyle ki, bana bahar öğrenciliğimi hatırlatır ve o zamanlara geri dönmek isterim. Ama bu öyle otuz beş yaşın ermişliği ve büyümüşlüğüyle olgun bir hatırlama olmaz genellikle, büyüdüğüne pişman bir ruh haliyle olur. Sanki büyümemek elimdeymiş gibi. Bahar, çiçek, böcek, güneş, lay lay tamam da, acaip bir hüzün de barındırır bende bu yüzden. Bir de o günlerden kalma aldırmaz, umursamaz bir hallere bürünürüm ki elimde olmadan, tehlikelidir. Sonuçta otuzbeş yaşında bir çocuk annesi kadınsın, neye aldırmıyor neyi umursamıyorsun derler, kötü morarır, oturur kalırsın.

Bir de bahar temizliği psikolojisi var. Ama evle alakası yok, hiç bahar temizliği yapmadım evde. Ruhun bahar temizliği. Bana her bahar gelen afakanlar "değiştir" emreder. Ben böyle bir gaza falan gelirim. Değiştireceğim şeyler üzerine uygulamayacağım kararlara varır, ulaşmayacağım hedefler koyarım kendime. Şimdi bu hedefler, kararlar bana yine hüzün getiriyor, sonuçta her bahar anca ya evdeki eşyaların yerini ya da saç rengimi değiştiririm. Bu yaşa kadar büyümeyi öğrenemedim ama bahar bana neler yapar bilirim. Taşınmamız geçen sene bu zamanlara denk gelmişti hoş, bu değişiklik bana ne iyi gelmişti, hala da geliyor o ayrı.

Bu bahar....saçımı uzatacağım...belki. Bir de kızıl...belki.

Yüzmek istiyorum artık...

Yazarken bunu dinledim...evet...çiçek böcek lay lay lom

16 Mart 2012 Cuma

İmza:Kızın

Ben burada kendi köşemde bazen komik, bazen eblek, bazen içli ve hatta ağlak yazılar yazıyorum. Oraya buraya alınmış ve kaderi oraya buraya saçılıp kaybolmaktan öteye gitmeyecek iç dökmelerimi, anılarımı, sevdiklerimi, sevmediklerimi, okuduklarımı falan yazıyorum. Öyle çok bir takipçim yok, böyle toplu yapılan blogger eylemlerine, sosyal sorumluluk projelerine falan katılmışlığım yok, bloggerlar hep beraber bloglarda birşeyler yapıyorlar, hayır hiçbirine katılmadım zaten kimse de davet etmedi ama davet etselerdi de muhtemelen katılmazdım, çünkü çoğu zaman sosyal sorumluluk alamayacak kadar kendimle meşgul oluyorum.

9.Mart.. Selgin'den bir mail düşer posta kutuma. Bir proce. Önce tırstım, "ben çok kendiyle meşgul bir kadınım sosyal sorumluluk yapamam, yapmak istesem de kesin sonunu getiremem, bir yerde vazgeçerim" gibi düşünceler sabırsızca ve hızlı hızlı geçerken kafamdan, bunun "yazı yazarak" destek vereceğimiz bir proje olduğunu anladım. İşin kozmik ve medyum memiş boyutu ise şöyle, bir süredir "babalara güzelleme" diye oralara buralara not almaktaydım, bu notları toparlayıp bloga yazmaya çalıştığım bir zamanda geldi bu mail. Şimdi yazıp yazıp siliyorum, yazdıklarımı sevmiyor beğenmiyorum, sonra bir daha yazıyorum, belli ki çok heyecanlıyım, hala gönderemedim yazımı, geceleri uyuyamıyor, sürekli yazdıklarımı düşünüyorum ve hatta geçmişe yaptığım bu yolculuk nedeniyle saçma sapan ağlıyorum falan. Bir kitap yazacak sabır ve aklı bir yerlerde yakalayanlar ne kadar acı çekiyormuş meğer.

Neyse kendimi bırakıp projeyi yazmam gerekli, çünkü biz bu işi kendi başımıza yapmayacağız.

Projenin güzel bir yaratılış serüveni var, Selgin ve Esra tarafında.  Ben babama bir mektup yazacağım, sen babana bir mektup yazacaksın, o da babasına bir mektup yazacak, 100 kadının mektubu birleşecek sonra bir kitap olacak, sonra hepimiz bu kitabı satın alacağız, satın aldığımız her kitap için verdiğimiz paralar Darüşşafaka'ya gidecek. Yazmak için herhangi bir yaş sınırlaması yok. Son yazı gönderim tarihi 1.Nisan çünkü kitabı babalar gününe yetiştirmek hedefimiz. Of nasıl sahiplenmişim ben bu proceyi...

Yazılarımızı imzakizin@gmail.com adresine göndereceğiz. Projenin sunumunu buraya ekleyebilecek kadar teknolojik olmadığımdan sunum için Selgin'in bloğuna gitmeniz gerekli.

Off heyecan......


14 Mart 2012 Çarşamba

Bu Filmin Kötü Adamı Benim - Murat Gülsoy

Okumaya kıyamadığım yazarlarımın arasına Murat Gülsoy'da katılmıştı. Rafımda okunmamış üç tane romanı duruyordu. Her birinin içinde çok seveceğim karakterlerin, beni içine içine çekecek kurguların, beni böyle kalbimden vuracak, okumaya doyamayacağım cümlelerin olduğuna emin olduğum üç güzel roman. "Bana şimdi ancak Murat Gülsoy okumak iyi gelir" zamanlarımı bekleyen üç roman. O zaman gelince "Bu Filmin Kötü Adamı Benim" geldi elime. Bir de Muray Gülsoy romanlarını yavaş yavaş okumak istiyorum, uzun sürsün diye, bu kadar içine girebildiğim, romanda bir masa olup sayfalarca olayları izleyebildiğim, bazen de esas kız esas oğlan olarak bizzat başrol aldığım romanlar, öyküler yazan bir kaç yazardan biri benim için. Bu romanda ise Defne oldum, hatta o kadar çok kaptırmışım ki kendimi bir süre nefret bile ettim Önder'den ve tüküre tüküre okudum. Evet Önder sen var ya sen cidden bu filmin kötü adamısın. Öyle kötü, öyle terbiyesiz, öyle ahlaksız bir adamsın ki, yaşımızın aynı olmasından kelli ara ara kafandan geçenlerle kafamdan geçenlerin bu derece benzerliği ya da romanın sonunda sergilediğin kırılganlığın her ne kadar sana sarılıp bağrıma basma isteği uyandırmış olsa da bende "oh olsun, sana müstahak" diye içimden geçirmedim de değil. Belki de tüm bunlar senin yazarını mükemmel kılıyor, kimbilir.

Romanın beni kalbimden vuran yanı, Önder ve Defne'nin tası tarağı toplayıp taşındıkları eski Datça'da yaşamalarıydı. Yıl 2006 falan, biz bir grup kanka hiç de konforlu olmayan bir tekneyle deniz üzerinde bir hafta geçirmek üzere Datça'ya gelmişiz, beş günümüzü mavilikte geçirmişiz, hepimiz kendimizi denizci sanmış, son iki günü de muhteşem Datça'yı gezmeye ayırmışız. Zaten zevkten mavilik sarhoşu olan bünyelerimiz eski Datça'yı gezince hiç ayrılmak istememiştir. Eski Datça'da yaşayıp da mutsuz olabilecek bir insan yoktur sanırım, çok iddialı oldu ama huzurun anlamını bulduğu yerdir orası.Umarım Istanbul'lu zenginlerin kafa dinleme mekanı haline gelip bozulmamıştır, o ayrı. Demem o ki, Önder'in Defne'yi o çok üzdüğü geceki veranda gözümde çok net canlanmıştır, her bir ayrıntısına kadar.

Aynı yaştayız ya biz Önder'le, benim bu yaşlarda farkettiğim bir sürü şeyi onun da aynı yaşta farkediyor oluşu beni yakınlaştırdı belki kendisine. Aynı kendini sabote etmeler belki.

"...Yürürken eski anıları dün olmuş gibi heyecanla konuşuyorduk. Oysa aradan yıllar geçmişti. İnanamıyordum bunca zaman geçtiğine. Arada dev bir boşluk vardı. Otuzaltısında bir adama dönüşmem için yeterince zaman geçmemiş gibiydi. Aslında geçmişti, geçtiği de ortadaydı, ama sanki...ne bileyim, eksik olan birşey vardı. Belki çantasında yazı defteri taşıyan o genç üniversite öğrencisi halimden kurtulamadığım içindi. Bununla içten içe övünebiliyordum hala. Ancak bir şeyleri yakalayamamışım duygusu...Öğlen uykusunu çok uzatmışım da günün kalanını kaçırmışım gibi." (S.39)
 
Erkekliğin birçok gizli fetişini de sergileyen bir kişidir kendisi, oysa dışarıdan hiç öyle görünmez. Mutlu olması, edilmesi çok zor, iyi ve güzel olan çoğu şeyde huysuzluk yapan ve arayan bir erkektir.

"....Osman Bey'in çalışma odasını teslim ettiği bir yazardı. Karısını almıştı ama olsun. BU son düşünceyi münasebetsiz bir şaka olarak düşünmeyi tercih etti. Gerçi bu türden ahlaksız bir ticarete o anda imzasını koymaya hazırdı." (S.164)

"...Önder böyle zamanlarda (bir kadın kendini ona teslim ettiğine dair işaretler verdiği zamanlarda) karışık duygulara kapılırdı. Hem onu ele geçirmiş olduğu için hem de artık ele geçirecek bir şey kalmadığı için heyecanı azalırdı." (S.154)

Önder, yansıması İzzet ve onların dominant babaları. Babalarıyla olan acıklı ilişkilerinin erkekler üzerindeki etkisini en açık haliyle Önder ve İzzet'le gözlemleriz. Baskın karakterli, ister kültürel ister sosyal isterse maddi olsun bir şekilde oğlunu bastıran ve farketmeden ezen babalarla büyümüş annesiz erkeklerin, mutluluğu kadınların bacak arasında sanması ve ne kadar çok kadınla birlikte olursa o kadar çok mutlu olacağını düşünmesinin acıklı tarafının Önder'de kendini bulmasını görürüz, daha doğrusu ben öyle gördüm belki de yanlış görmüşümdür bilemem. Mutluluğu böyle bulacağını sanarken, eşiyle bir türlü mutlu olamaz Önder, bu mutsuzluğun sebeplerini Defne'ye mal ederek sıyrılır. Hem Defne'den şikayet eder, hem de kendisini bırakmasını istemez. Hem ilgi bekler, ilgi gösterince iter, kakar. Yazdıkça sinirlendim yine. Oysa, kendinden beklentisi yüksek olan bir insanın kendini kendine ispatı sürecinde, vaktinin de azaldığını farketmesinin paniğiyle olur olmaz işlerle meşguliyetidir bu belki de. Neyse...

Romanla ilgili fazla detay vermemek lazım tabii, aslında ben bu kitapları bloğa not alma işini okuduklarımı unuttuğum için yapıyordum ama romanları henüz okumamışlara da ayıp olacak. Alın okuyun.

Can Yayınları, 4. Basım (1.2004), 272 sayfa

8 Mart 2012 Perşembe

Noksan

Yazasım var, çok hem de. Ama saçmalamaktan da korkuyorum. Bilgisayarım unutulmamak için iki satır yazılıp karıştıran olursa bulamasın diye belgelerimin içinde aa212 isimli bir klasör açılarak kaydedilmiş kalbim kadar temiz beyaz word sayfaları ile dolu. Her bir sayfa farklı sayılarda "a" harflerinden oluşan dosya isimleri ile kaydedilmiş, "aaaa", "aaaaaa", "aaaaaaaa" ve hatta "aaaaaaaaaaaaaaaa" gibi, şimdi, benim ofis bilgisayarıma bir iş için oturmuş fakat arada bilgisayarımın orasını burasını karıştırmadan duramayan üçüncü meraklı tekil şahıs olduğumu farzedeyim, böyle kaydedilmiş belgeleri merak eder açar mıydım acaba. Aklıma geldikçe dosya açıp iki satır yazıp kaydedip sonra evde yazabilmek için kendime mail atıyorum, posta kutum da eksik eksik bir sürü yazı oluyor, hangisi ne zaman şaşırıyorum, adları da abuk subuk. Bundan başka, çeşit çeşit ajandam, defterim, kalemim var, bunlara yazılmış hatırlatmalarım, kelimelerim, can çekişmelerim var, telefonumda notlar uygulamasında yazılmış cümlelerim var mesela, yolda orda burda aklıma gelen, mobile diyoruz ya o durumda işte, mobile olma halinde yazılmış olan. Hepsi yarım yarım, yarıda bırakılmış, noksan.

Çok yazasım var, havalı kelimelerle başlayıp, sonunu getirmek için yeterince düşünmediğim, ilgi göstermediğim cümlelerim var, bitmemiş yarım yarım cümleler, saçma sapan isimlerle kaydedilmiş word sayfalarımı anlattım zaten. Bu cümleleri tamamlamadığım için ifade edilemeyen, dile getirelemeyen, yazılıp dökülemeyen bir bavul dolusu aklım, fikrim, olayım var. Yarım olma hali kafa karışıklığına neden oluyor, kafam sürekli karışık, karışıklık hali yorgunluğa neden oluyor, kafam hep yorgun, yorgunluk hali bıkkınlığa neden oluyor, kendinden bıkkın, bıkkınlık hali nefrete neden oluyor, nefret hali kendini yetersiz görerek sabote etmeye neden oluyor, kendini sabote etme hali hava durumu, regl günü gibi değişkenler doğrultusunda sona eriyor, ve/ya ermiyor, ama sonunda mutlaka kendimi gaza getirip bir tür motivasyon topuna dönüştürüyorum, tekrar cümlelere başlıyor ve sonra tekrar tekrar yarım bırakıyorum. Kısır döngü ayyuka çıkıyor, noksan cümleler fikirlerimi, noksan fikirler de eylemlerimi yarım bıraktırıyor. Bütün bu noksanlık hissi "yapacaktım", "edecektim" lere yol açıyor. "Yapacaktım", "edecektimler" çoğaldıkça vaktimin azaldığı aklıma geliyor, zamanın geçtiği, bu ay sonunda otuzaltı olacağım bir de. Vaktin azalması takıntısı, paniğe sevk ediyor.  Panik başsız tavuk misali hareketlere yol açıyor, bir onla bir bunla ilgilenmeli, dünyanın bütün romanlarını okumalı, daha iyi anne olmalı, daha çok fotoğraf çekmeli, daha çok öğrenmeli, daha çok yazmalı, hiç boş oturmamalı, kafayı çalıştırmalı, her bir şeyi takip etmeli...derken...başsız tavuk yani ben...bir romana başlayıp yirminci sayfasını okurken bundan sonra okuyacağım romanı düşlüyorum, bilgisayarda fotoğraflarımla uğraşırken blog okumaya çalışıyorum ne fotoğraflar bir halta benziyor ne okumalarım, bu yazıyı yazarken başka başka hayaller peşimde beynim, el işte gönül oynaşta misali, kızımla aktiviteden aktiviteye koşuyorum, sinemaya gitsek aklım tiyatroda, resim yapsak aklım yapboz yapmakta,kızımla her bir şeyi yapmalıyım...başsız tavuk... sonuçta hiç bir haltı tam yapamamakta, yapsa da zaten farkında değil bu koşullarda, sanki yarın ölecek...sanki bugün son günü...yine herşey yarım yarım...noksan.

Hayatımla ilgili ciddi planlama hatası yapıyorum galiba, mühendis olsaydım daha iyi mi planlardım ki. A noktasından çıkan bir otomobilin B noktasına varmak için kaçla gittiğini hayatımın belli bir döneminde çözebilmiş olsaydım, şimdi, hayatım da, düz bir çizgi üzerinde A noktasından B noktasına böyle güzel güzel , sabit bir hızda gider miydi, hayır ben sürekli tali yollara sapıyorum, derdim o. Benim o problemleri hiç çözememiş olmamla alakası var mı, nedir yani benim olayım. Bir cümleyi bitirmeden, başka cümleleri düşünüyor oluşum? Cümleye başlarken duyduğum motivasyonu daha üçüncü kelimede kaybedişim? Ya da benden bağımsız olarak cümlelerin kendi hür iradeleri ile bitme heveslerinin kıtlığı?

Bak şimdi bunu da yarım bırakıp başka dala konacağım.

Bugün kötü bir iş günüydü. Benim iflah olmaz iş hayatım. İş ve para söz konusu olunca insanları anlamayışım. Nabza göre şerbet veremeyişim, ortama göre göbek atamayışım. İnsanları bir milyonuncu kez yanlış tanıyışım. Bir saniyede kolaycacık ağızdan osurulan sözlere saatlerce takılı kalışım, kırılışım. Güneş de açmadı zaten bugün.

Geçen iki haftada garip tesadüfler yaşadım, kozmik bağlar medyum memiş hallerim diyorum ben, onun gibi birşeyler. Yeni bir müşteriyi ararken, bir numarayı yanlış çevirip hepi topu üç beş insan tanıdığım bu şehirde komşuma denk geldim. Garip bir tesadüf oldu, şaşırdık. Nette birbirimizi takip ettiğimiz güzel bir insan doktor kocanın hastası çıktı, "bloğunu da okuyorum ben" dedi, önce tırstım, sonra rahatladım. Senin benim gibi kafası karışık bir hatun kişi, sorun yok, bir de bana simit gönderdi teeee angaradan. Keşke orda tanışsaymışız. Olsun. Burda iki yeni kız arkadaşım oldu. Anlayabileceğim, anlayabilecek, anlaşabileceğim kadın sayısı kıt burda demiştim teee ne zaman. Bununla ilgili haşin bir eleştiri yazısı gelecek, yarım cümleler tamamlanabilirse de frekansı tutturabileceğim iki yeni kadın tanıdım, dolu dolu, içi dışı bir kadınlar...iyi olsunlar. Büyük şehirde yetişemediğim her bir haltı yapmaya çalışıyorum, öğlenleri deniz kenarına yürüyüşe gidiyorum, bale, opera izlemeye gidiyorum, fotoğraf derneğindeki etkinliklerin çoğunu seyrediyorum. falan filan.

Çok da yarım değilmiş be, yazınca farkettim. Bu yazıyı da böyle geyiğe vurup bitirdim, onu da farkettim. Neyse..geç oldu..yatmalı...bir çay daha içeceğim ama önce..dışarda dolunay var...bulut yok..yarın lütfen güneşli olsun..
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...