24 Ağustos 2012 Cuma

Bir film izledim feleğim şaştı...

Şu bir aydır kitaplıkta okunmayı bekleyen tüm kitapları yuttum, seyredilmeyi bekleyen tüm filmleri yedim. Bunlar arasında Tayfun Pirselimoğlu Otel Odaları en kalıcı hasarı bırakırken, dün gece izlediğim Cafe de Flore zaten oldukça ayarsız olan feleğimi şaşırtarak uykumun kaçmasına bile sebep oldu. Otel Odaları'na ilişkin sonradan yazayım. Biraz Cafe de Flore'den bahsedeyim ben.

Aşk filmlerini oldum olası sevmedim, mümkün olduğunca da az seyrettim. Bu üç beşin arasında da en çok Eternal Sunshine of the Spotless Mind filmini sevmiş on kere izlemiştim, The Reader'ı sevmiştim bir de. Birincisinde çok eğlendim, azıcık hopladım, heyecan yaptım; ikincisinde basbayağı üzüldüm, hüzünlendim hatta itiraf ediyorum ağladım biraz, ama bir arkadaşla seyrediyordum ki film boyunca "agh ne aşklar var" diyerekten birbirimizi gaza getirip getirip zorla ağlattığımızı da göz önünde bulundurmak lazım; neyse, dün gece seyrettiğim Cafe de Flore filmi ise feleğimi şaşırttı. Film bitti, ben böyle alık alık bakakaldım, hatta ebleh bile diyebiliriz. Kurgusu şöyle, tekniği böyle, müzikleri bomba, senaryosu muhteşem, oyuncular iyi falan gibi derin incelemelerden uzağım da, amiyane tabirle olacak ama çok kötü yerine koydum ben kendimi, toptan filmin yerine koydum kendimi. Empati diyorlar ama sevmiyorum ben kelimeyi, "yerine koydum" bence tanım olarak daha uygun, sanki "empati" kişisel gelişim kitabı . Hem kadınların, hem adamın, hem çocukların... Eski eşin yerinde olsaydım eğer, durumum aynen de o kadın gibi olurdu muhtemelen, o hayalkırıklığı ile delirmenin eşiğine gelinirdi büyük ihtimal, ruh ikiziyle evlendiğini sanırken sadece ruh eşiyle o kadar zaman geçirmiş olduğunu keşfetmek...ve bunu sadece kendin bilmek, kabul etmek sonrasında. Diğer kadın olsaydım eğer, durumum aynısı olurdu, doyasıya yaşamak isterdim, yaşardım. Çocuklar olsaydım eğer, dünya üzerindeki bütün çocukların da aynı davranacağı üzere benim de durumum aynı olurdu. Adamın yerinde olsaydım eğer, işte bu çok zor olurdu...Nasıl güzel bir filmdi bu, bir daha seyretmek lazım, sonra bir kez daha. Ama henüz değil...

12 Ağustos 2012 Pazar

bir delinin ot defteri - Küçük İskender


"Hangi nesne ergenlik çağı gibi bir girdaptan geçer? Saçma. Boyunuz uzar, organlarınız ağırlaşır, hormonlarınız tavan yapar, sinir sisteminiz bunu dengelemeye çalışır; üstelik sosyalleşmeye bağlı olarak kurumsal tepkileriniz de artar. Canlı, çocukken, erginken katlanabilirlik taşır; ergenlikte size siz dahil kimse sempati duymaz. Çünkü ertesi gün değişeceksinizdir. Bir gün önce gördüğünüz kişi erkekse bıyığı çıkabilir, kızsa memesi! Saçma. Bugün tanrıya inanırken yarım Rammstein'dan büyük yoktur diye dolaşabilirsiniz. Kaypaklık değildir bu; arayış, çabuk inanma, deneme ve ne yazık ki yanılma endüstrisidir. Gotik metal piyanosunda hüzzam çalma inadı işe!" (S. 164)

Ben de seni gotik metal piyanomda hüzzam çalmaya çalışırken tanımıştım, uzun sürmüş bir ergenlikti benimkisi. Sen kelimelerinle bağırdıkça, etrafa  öfkeni savurdukça, utanmadıkça, ve ben seni okudukça gaza geliyor, ağabeyim olmuş olmanı diliyordum. En can çekişmeli zamanlarıma denk geldi ya kitapların; sanırım bu kadar huysuz, arsız, haksız bir durumda etrafına rahatça geçirebilen, sevgilisine vazo atabilecek kadar içi dışı bir, yüz kere terkedilse de yine de sevebilen bir insan olmamda büyük payın var. "İnsan diye çağrıldığımız için aşağılamasın bizi hayvanlar." (S.163), o ayrı ve her zamanki gibi haklısın. O bol can çekişmeli, kendisimi ayrık otu sandığım zamanlarımda bütün öfkem senin kelimelerinde bulurken kendini, biraz da gençliğin verdiği gazla "işte budur", "adam beni anlıyor, vay be", "beni bir tek bu adam anlar zaten", "ben de böyle yazabilsem, böyle haykırabilsem" diye düşünürken, şimdi 36 yaşımda okuduğum yeni kitabında da aynı şeyleri söylüyor oluşum sanırım benim için biraz komik. Muhtemelen iflah olmaz bir ergenim ben. Ve sen ergen kişi 19 yaşında da olsa 36 yaşında da olsa yazdıklarınla aklına kazınır çıkmazsın, kitaplıkta hep en kolay ulaşılabilecek yerde durursun... Bir de yavaş yavaş okunursun bitmesin diye...

"...Yasağın devreye girdiği coğrafyalarda devlet halkına güvenmez, halkının yerine karar verir; halkının nasıl yaşayacağına, halkının nasıl konuşacağına, halkının nasıl düşüneceğine ve sonuçta sanatçılarının nasıl ürünler vereceğine dair önlemler alır. Devlete göre halk özürlüdür. Bakıma muhtaçtır. IQ'su düşüktür, anlama ve uygulama zafiyeti vardır.

Şekilde görünen devletlerde hayatında "dadaist"le bile karşılaşmamış siyah adamlar, cut-up tekniğiyle yazılmış bir romanı yargılayabili evlerinde-arabalarında transseksüel şarkıcıların albümlerini dinlerken "bu ülkede eşcinsel yoktur" açıklaması yapabilir, televizyonlarda yayınlanmak üzere sigara karşıtı reklamlar çektirirken uyuşturucu kaçakçılığından köşeyi dönebilir. ..."(s.90)

"...Mamafih, aşk insanda devrim olamaz. Aşk, bir yönetim biçimi diye tanımlanmayı reddetmiştir. Yalnızlık bir devrimdir ve yalnız kalmayı beceremeyenler, buna katlanamayanlar mücadele esnasında çabucak telef olur. Akıl hastaneleri, barlar yalnızlık devrimi için savaşanlara ihanet etmiş militanlarla doludur. Ask acısı çeken bal gibi dönektir artık.

Hiçbir ağaç, ormana katılmak için büyümez çünkü. Mesele, tek başına da işe yaradığının, işlediğinin bilincine varmaktır; bunun keyfiyle yaşayabilmektir. Aşk, ağaca tesadüfen konan kuştur; kuş, ağacı üzemez; üzmemelidir de. Eğer bir ağaç kendisine konup sonra da uçup giden bir kuş yüzünden acı çekiyorsa doğanın ayarlarıyla oynanmış demektir. Aşk, şansa bağlı temastır çünkü. Çünkü aşk, matematikteki "teğet" konusunda ilk örnektir. Değip geçmektir. Dokunup kaybolmaktır. ..." (S.106)

Sel Yayıncılık, 2012

3 Ağustos 2012 Cuma

Ağustos...

Hani demiştim ya, kuzu yokken bir sürü işi halledecektim. İlk gün cd leri düzenledim, ikinci gün kuzunun odasının bir kısmını. Bu kadar...sonrası bol alkollü bol okumalı bol yatmalı oldu. Sorumsuz olmanın tek iyi yanı var, o da sınırsız okuma özgürlüğü oldu. Evet çocuksuz olmak sorumsuz olmaktır, bekarlar, çocuksuz evliler kızmasın. Sorumluluk denilen zımbırtıyı çok hissettim. İlk lisedeydi sanırım. Lisede üniversiteyi kazanma sorumluluğum vardı. Üniversiteyi kazanınca bitirme sorumluluğum vardı. Bitirince para kazanma sorumluluğum vardı. Para kazanınca kendimi geçindirme sorumluluğum vardı. Kendimi geçindirince para biriktirme sorumluluğum vardı, ne de olsa memur çocuğuydum. Para biriktirmeye yetince evlenme sorumluluğum vardı. Evlenince evlilik yürütme sorumluluğum vardı. Evliliği yürütünce çocuk yapma sorumluluğum vardı. Ve bu en acaibiydi. Sonra herşey karıştı zaten. Diğer sorumluluklar çok kolaymış meğer. Onları yapamadığın zaman  annene, babana, kocana "hadi ordan çok biliyorsun" diyebiliyor, çarpıp kapıyı gidebiliyor ve sorumsuzluğun kaygan da olsa bir ucundan bile tutabiliyorsun (muşsun). Şimdi böyle kendimi içmeye, okumaya ve yüzmeye vermişken, sorumsuzluk öyle acaip geldi ki, resmen dağıttım. Sanki taşradan üniversite okumaya gelmiş yeni yetmeyim, yıllardır yaşayamadığım özgürlüğümü hızla ve hırla yaşamaya çalışıyorum. Mesela işten çıkıp kütük gibi içmeye gidip eve burnunun ucunu görmeden gelebiliyorsun, kocanla bağrış çığrış kavga dövüş edebiliyorsun, evde donla ya da donsuz gezebiliyorsun, deniz veya havuz kenarına gittiğinde kitabından yirmi sayfayı gözünü ayırmadan ve kırpmadan okuyabiliyorsun, istediğin her yerde tosur tosur sigara içebiliyorsun, vakit bolluğundan kelli dertsiz başına dertler bulup olan olmayan herşey için kaygılanabiliyor, oturup salonda höyküre höyküre ağlayıp sümüklü peçetelerini oraya buraya atıp, toplamadan olduğun yerde uyuyor, sabah sümüklü peçetelerin içinde uyanıyorsun...evet hepsi vakit bolluğundan...hepsi... bir de sorumsuzluktan.

Bende günler böylesine sorumsuz giderken, kuzu hayatından çok memnun. Gidip alır getiririz diye muhtemelen, "özledim" demiyor. Annem çok iyi bakmış, renk gelmiş yüzüne, boyu uzamış. Giderken, "Tatildeyken, büyüyünce hangi müzik aletini çalmak istiyorsun biraz düşün bakalım" demiştim...sonra unutmuşum... geçen gün trombon ya da trompet çalmak istediğini söyledi birden...hadi bakalım...şaşırdım... burada bir parantez açayım, çocuğunu yarış atı modunda o kurstan bu kursa, o hobiden bu hobiye ittiren bir anne değilim, hiç olmadım...ama müzik başka, çalsın...evde görmediği ilgi alanlarına yönelmesini talep eden histerik idealist anne değilim... müzik aletlerine aşina...neyse, bakalım Eylül gelsin bir...

Dün kadın doğumcuya gittim, kontrole. Yok öyle kadın doğumcuda kasılan bir kadın değilim, öyle birşey anlatmayacağım. Elle kolla vesaire tüm kontrollerden sonra ultrasona geldi sıra. Kusura bakmayın biraz açık oldu ama insan bir kere doğurunca ve ulu orta her yerde emzirince böyle konular normalmiş gibi geliyor, anne olduğuma göre hepsi kutsal artık ne de olsa. Neyse... Doktorcuğum ultrasonda baktı baktı baktı ve bana ne dese iyi..."İkinciyi düşünmüyor musunuz?" sonra ben de doktorcuğuma olabilecek en yelloz bakışımla baktım baktım baktım... diken diken saçlarımı, suratıma yapışmış "kadın doğumcusu ile barışık modern kadın" gülümsemesinin altından uzayan sivri dişlerimi, karnımın üzerinde huzurlu ve huşu ile birleştirdiğim parmaklarımın uçlarındaki, yenmekten güdük güdük kalmış ama yine de ojesi sürülmüş tırnaklarımın uzamaya meylettiğini, kısacası birazdan çok fena cadıya bağlayacağımı farketmedi bile....devam etti..."aaa niye düşünmüyorsunuz?"...."ikinci çocuk için tamamen sağlıklı ve hazırsınız" demesiyle ben doktora atladığım gibi ısırdım diyemeyeceğim zira vajinal ultrason sırasında böyle bir hareket fena canımı yakabilirdi. "Yumurtalarım hazır ve nazır olabilir sizin o pek materyalist doktor beyninize göre ama kadın dediğin öyle sadece yumurtadan, memeden oluşan doğurmaya programlı bir mutant değildir, ruh halim ne olacak benim haa, bu yaştan sonra ikinci hamilelikle gelecek otuz kilo fazlam ne olacak, yeni işe başladım bir sürü seyahatim var nasıl gideceğim hamile hamile, size giren çıkan yok tabi" de diyemedim haliyle. "Yok" dedim sadece kıl kıl. "Ama tek çocuklar büyüdüklerinde sorunlu oluyorlar, yalnız kalıyorlar...." vırak vırak vırak vıraklamaya devam etti. Ben gülümsedim sadece, alt dudağımı üst dudağıma bastırarak ve kaşlarımı bilmiş bilmiş yukarı kaldırarak, zira ağzımı açsam sivri dişlerim görünecek. Bu arada ultrason bitti. Doktor muayene odasından görüşme odasına geçti, ya da adı her neyse oraya. Ben içeri geçene kadar, içeriye bir kadın girmiş, doktora binlerce teşekkür ediyor, "allah razı olsun"lar gelir, "allah tuttuğunu altın etsin" ler giderken, ben de doktor masasının önündeki sandalyede yerimi aldım. Kadın en son "doktorcuğummm, yürüsünler elini öpmeye getireceğim" dedi, anlaşıldığı üzere kadının çocuğu olmamıştı ve tüp bebekle çocuk sahibi olmuştu. Bu noktadan sonra artık karşımda doktor bir insan değil, şişmiş de şişmiş bir ego duruyordu. Ego bana döndü "üçüzü oldu" dedi bilmiş bilmiş, kaşlar havada, "sen de kimsin küçük sinek" modunda. Ben de artık kendime hakim olamadım ve "yazıııııık" deyiverdim, neyse ki kadın kapıyı kapatmıştı, tek gülen hemşire ile bendim. Ego ikinciyi düşünmediğim için beni düşman bellemişti belli ki..."valla o çok mutlu" demesiyle... gayet de yüksek ve "sinek sana benzer salak" tınılı sesimle "çalışmıyordur o zaman"...diyerekten kapağı doktor egonun ağzına kapatıverdim; ben böyle deyince hemşire de dayanamadı yazık "ya evet çalışsın da yapsın üç taneyi göreyim ben" demesiyle kapak iyice sıkışmış oldu, hayatta bir hemşireyle birlik olup bir doktorun kelimelerini ağzına kapatacağım aklıma gelmezdi ama...oldu...işte, bu da böyle bir anımdı.

Adama neyse ikinciden...sana mı kaldı...

Neyse...yaz bitmesin... seviyorum ben sıcağı...çok hem de...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...