31 Mart 2008 Pazartesi

Hepi börtlek tu miiii....


Bir doğum günü daha çarçabuk geçti. Neyse ki bu yıl sipariş ettiğim bütün hediyelerin en güzelinden aldım, süper oldu. Pek güzel bir yemek organizasyonu tamamen sürpriz oldu, hiç anlamadım, vallaha diyorum. Bugünü sınırsız kalori günü ilan ettim, sabahtan beri de sürekli tatlı yiyorum, sabah kahvaltısında bile tiramisu yedim, yeminlen... (Didemcim, çok süper olmuş ellerine sağlık, pastanın yarısını ben yidim, kafamı gömmek istedim böyle pastaya o derece yani) Bir sürü güzel telefon konuşması yaptım, ne güzel bissürü arayanım var. Dırtcell bana 50 beleş mesaj hakkı verdi ama .ngutluk şurda ki "bugün benim doğumgünüm, sen niye bana beleş mesaj veriyosun ki cümle aleme bugün doğumgünüm benim diye mesaj mı atayım, alla allaaa...", çok saçma yani. Neyse, güzel bir doğumgünü oldu. O kadar güzel oldu ki kaç yaşıma girdiğimi unuttum....yalaaaaaannnnn. Sabah işe giderkene "runaway train" şarkısı çalmayaydı kendimi 20 yaşında olduğuma bile inandıracaktım ya neysee, 32 olmuşum, yuuuuuhhhhhhh...burası okunmasın istedim ama en güççük font buymuş, zira pek gerekli bir bilgi değil de....hem insan hissettiği yaştadır di mi...

22 Mart 2008 Cumartesi

Kırmızı Defter - Paul Auster

Auster severlerin çok beğeneceğini düşündüğüm, otobüste, dolmuşta, çay molasında, öğle tatilinde kolayca ve keyifli bir şekilde okunabilecek bir kitap Kırmızı Defter. Kitapta yeralan öyküler Auster'ın gerçekten yaşadığı ve tanık olduğu olaylara dayanıyormuş, zaten aralarda kendisi de "bu olay bana şu romanımdaki bu karakteri yarattırdı" diyerek hayranlıkla okunmuş olan romanın oluşumuna yardımcı olmuş olayları da vurguluyor, bu nedenle de yer yer çok heyecan verici. En çok Auster'ın nasıl yazar olduğuna ilişkin hikayesini sevdim.....

"Sekiz yaşındaydım. Hayatımın o döneminde benim için dünyadaki en önemli şey beysboldü. New York Giants’ı tutuyordum ve siyah – turuncu kasklı o adamların yaptıkları her şeyi gerçek bir hayranın bağlılığıyla izliyordum. Şimdi bile, artık var olmayan bir sahada oynayan ve artık yalnızca adı kalmış olan o takımı anımsadıkça neredeyse bütün oyuncularının adlarını sıralayabilirim: Alvin Dark, Whitey Lockman, Don Mueller, Johnny Antonelli, Monte Irvin, Hoyt Wilhelm. Ama bunların hiçbiri Willie Mays’dan, o can yakıcı ‘Selam, Millet’ Çocuk’tan * (* Willie Mays herkesi bu sözcüklerle selamlardı.) daha büyük, daha kusursuz ve daha başarılı değildi.

O ilkbaharda, beni ilk kez birinci ligdeki bir maça götürmüşlerdi. Babamın arkadaşlarının Polo Alanı’nda loca biletleri vardı ve bir Nisan gecesi bir grup, Giants’larla Milwaukee’lerin maçına gittik. Kimin kazandığını bilmiyorum, o maçın en ufak bir ayrıntısını bile anımsamıyorum, ama anımsadığım bir şey varsa maçtan sonra annemle babamın ve arkadaşlarının bütün seyirciler gidene kadar yerlerinde kalıp konuştukları. Vakit o kadar geç olmuştu ki, sahadan geçip orta sahaya açılan kapıdan çıkmamız gerekmişti, çünkü açık bırakılan tek kapı oydu. Tesadüfen o kapı da oyuncuların soyunma odalarının tam altındaydı.

Sahanın kenarına yaklaşırken Willie Mays çarptı gözüme. Kim olduğundan en ufak bir kuşkum yoktu. Willie Mays’ti, formasını çıkarmış, günlük giysileriyle 2-3 metre kadar uzağımda dikiliyordu. Onun olduğu yöne doğru yürümeyi nasılsa becerebildim ve sonra, bütün cesaretimi toplayıp birkaç sözcük çıkarabildim ağzımdan: ‘Bay Mays,’ dedim, ‘imzanızı alabilir miyim?’

Mays olsa olsa yirmi dört yaşında olmalıydı ama ona adıyla hitap etmek bir türlü elimden gelmemişti.

Soruma verdiği yanıt pek nazik olmasa da dostçaydı. ‘Tabii oğlum, tabii,’ dedi. ‘Kalemin var mı?’ Öylesine hayat doluydu ki, anımsıyorum bunu, gençliğin verdiği enerjiyle öylesine doluydu ki, benimle konuşurken olduğu yerde yaylanıyordu.

Kalemim yoktu, babama kalemini alıp alamayacağımı sordum. Ancak onun da kalemi yoktu. Annemin de. Öteki büyüklerin de hiçbirinin kalemi yoktu.

Büyük Willie Mays konuşmadan durmuş bizi izliyordu. Grupta hiç kimsenin yazacak bir şeyi olmadığı anlaşılınca Mays bana dönüp, ‘Üzgünüm evlat,’ dedi. ‘Kalemin yoksa imza da veremem.’ Ve sonra stattan çıkıp geceye karıştı.

Ağlamak istemiyordum ancak gözyaşlarım yanaklarımdan aşağı yuvarlanmaya başladı, bunu engellemem mümkün değildi. Daha da kötüsü, arabada eve dönerken yol boyunca ağladım. Evet, hayal kırıklığından mahvolmuştum, ama öte yandan gözyaşlarıma engel olamadığım için kendimden iğreniyordum. Bebek değildim. Sekiz yaşındaydım ve büyük çocukların bu tür şeylere ağlamamaları gerekirdi. Willie Mays’in imzasını alamamakla kalmamış, elime başka bir şey de geçmemişti. Hayat beni sınamıştı ve kendimi her açıdan eksik hissediyordum.

O geceden sonra nereye gidersem gideyim yanımda kalem taşıdım. Cebimde bir kalem bulunduğuna emin olmadan evden dışarı adım atmamak bende bir alışkanlık oldu. O kalemle bir şey yapmayı planladığımdan değil, ama hazırlıksız yakalanmak istemiyordum. Bir keresinde boş elle yakalanmıştım ama bunun bir kez daha olmasına izin vermeyecektim.

Geçen yıllar en azından bana şunu öğretti: cebinde bir kalem varsa, büyük olasılıkla bir gün onu kullanmaya başlamak gelecektir içinden.

Çocuklarıma hep söylediğim gibi, işte ben böyle yazar oldum.”

Can Yayınları, 5. Basım 2004 (1.1994), 107 sayfa
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...