27 Aralık 2009 Pazar

Haplarım ve ben..


Evlendiğimden, çocuk sahibi olduğumdan ve biraz da büyüdüğümden beri kendimi sürekli bir yerlere yetişmeye çalışır ama hiçbir yere ve hiçbir şeye yetişemez, çok şey yapmayı hayal eder ama hiçbir şey yapamaz, vakit bulamaz bulsa da efektif kullanamaz, dikkatini yoğunlaştıramaz, memnun olmaz buluyorum. Derken, bir iş arkadaşım sağlık dergilerinden birinde gördüğü "Ginvit" isimli ginseng özlü bir sürü vitamini de ihtiva eden hapların tam da çalışan annelerin psikopata bağlamış ruh hallerine göre olduğunu söyleyince verdik siparişi birlikte. Gelince vitaminlerimiz ben başladım, ilk gün sabah aç karnıma içip de mide bulantısından feleğim şaşınca, kahvaltı yapıp içeyim dedim olmadı, öğlen yemekten sonra içeyim dedim o da olmadı, haplar ben de mide bulantısı yaptı, yine de ben hepsini itinayla 30 gün boyunca içtim. Bir değişiklik oldu mu, sanırım olmadı ama belki de sürekli kullanmak gerekiyordu ama ben mide bulantısını göze alamadım bu vitamini bıraktım. Ayrıca, şimdi farkediyorum ki acaip de iştahımı açıyormuş bu vitamin. Neyse, sonra, GNC ye gittim, yaşıma ve yaşantıma Coenzyme Q10 hapını (bu arada hap değil de gıda desteği diyorlar) önerdiler, iki kutu alana da indirim yapıyorlarmış, ben de yedim bu espriyi ve 2 kutu aldım tabii. Etkisi konusunda henüz emin değilim ama bu hapın beni her daim genç ve enerjik tutmasını bekliyorum tabii, hehe.Açılan iştahım da kapandı, bu da iştah açmıyor ve hatta sanırım kapatıyor, pek bir iştahsızım bu aralar. Bir de E vitamini alacağım, onu da bir arkadaşımdan duydum. Yanlız bu hap işine girince ipin ucu kaçıyor, daha ne için hap içebilirim diye bakınmaya başlıyorsunuz. Bu merakı çok abartmamak lazım sanırım.

9 Aralık 2009 Çarşamba

En büyük asker bizim asker...


"Askere mi gitsem master mı yapsam" diye kara kara düşünürken, "ayağına takılır yap da çıkar aradan", "aman kısa dönemi kaldıracaklarmış git de gel biran önce" gibisinden bin kafadan çıkan tavsiyelerden bunalıp bunalıp dünyayı kendine dar eden kardeşim en nihayetinde geçen Ağustos'da askere gitmeye karar vermiş, o gün bugündür kendini verdiği karardan ötürü bir pişman bir mutlu hissederek, çok çok yatıp tabiri caizse göt büyüterekten, facebook da en çok takılan ve farmville oynayan kişi olaraktan, yaklaşık 10 kilo alaraktan, bol bol yolculuk ederekten zamanını geçirdi. Kah çok sıkıldı kah çok bunaldı, kah çok rahattı keyfine baktı, aynı evde yaşadık aylarca süper oldu, biz ailenin evhamlı kadınları ise sessizce iyi bir yer çıkmasını diledik. Şimdi hepimizde stres tavan yapmış bu gece açıklanacak olan askerlik sonucunu bekliyoruz, kısa mı uzun mu çıkacak, neresi çıkacak falan filan. Azcık rahatlamak için Dexter seyrediyoruz şimdi kardeşimle..insanın kardeşiyle çocukları derler ya, aynen öyleymiş benim ilk çocuğumu annem doğurmuş ve büyütmüş işte,şimdi de askere gönderiyoruz be danayı...

27 Kasım 2009 Cuma

U2..



Bu konsere gitmezsem olmazdı. Tüm gençlik anılarıma haksızlık etmiş olurdum hatta kandırmış gibi hissederdim, bir daha da gelmezler muhtemelen ve hatta belki de gelemezler biraz da ondan, belki biri ölür, hastalanır neyse işte. Şimdi biz - bir iki çok dost kız çocuğuyduk, şimdi bir iki çok dost kadın olduk- U2'nun şarkılarıyla ne kafalar bulduk, kimlerin arkasından bu şarkılarla böyle böğüre böğüre ağladık, ne mutlu zamanlarda sesini açıp böyle anıra bağıra söyledik, hayatımızın kadife sesli ve yakışıklı delühanlusu Bono'yu hep birlikte bekledik, gelince de hemen evlenecez dedik. Herbir notasında deli manyak, çok bi depresif, pek bi şahane, hiç ama hiç unutmayacağım anıların kayıtlı olduğu şarkıları kanlı canlı dinlemek için biletlerimizi aldık; gönül red zone da Bono'yla elele gözgöze şarkı söylemeyi arzu ederdi ama şuanki mali durumumuzun bulunduğu nokta elvermedi, 5. kategoriden aldık biletlerimizi. Artık hiçbir aksiliğin o tarihlerde vuku bulmamasını ümit ediyoruz...

21 Kasım 2009 Cumartesi

New Moon


Dün Twilight'ın ikinci filmi New Moon vizyona girdi, Edward takımı olarak biletlerimizi iki hafta önceden almıştık zaten. 15 lik yeniyetmeler misali suratımızda eblek sırıtmalarımızla oturduk koltuklarımıza, neyse ki saat 22 seansına gittiğimizden 15 lik gençkızların ancak birkaçı duyarlı babaları sayesinde filme gelebilmişlerdi de kendimizi pek de kötü hissetmedik. Filme gelince ben pek sevmedim. 700 sayfalık romanı 120 dakikalık filme sığdırmaya kalkınca olaylar yine ışık hızıyla apar topar ilerlemiş kitabı okumayanın "bu ne yaaa" demesi olası, birinci filme göre çok daha fazla para harcanmış belli kurtadam efektleri falan güzel olmuş, Bella rolünü oynayan kızcağız başlarda umut vaat etse de filmin ikinci yarısında aynı ebleklikle oynamaya devam etmiş kabiliyetsiz, Volturi'ler ise berbattı, o ne çirkin makyaj, o ne vampir karizmasından yoksun acube tipler, biz Volturi'leri karizmadan yıkılan tipler olarak okuduk, bekliyoruz ki Aro'nun vampir karizmasından sarsım sarsım sarsılcaz ama nerdeee, böyle dandik bir mekanda dandik aktörlerle dandik sahneler olmuş onlar aynı sahnelerde Edward olmasa çekilmezdi ya neyse; gelelim Edward'a, tabii ki de süperdi Edward, böyle yakuşuklu böyle karizma, anlatılmaz yaşanır yani. Edward'ın tüm sahnelerinde bön bön sırıttığımızı da utanarak itiraf etmeliyim. Romanın çoğu sahnesini kısa kısa geçtiklerinden Edward'ın birtakım hastası olduğumuz sözleri atlanmış ona bozulduk tabii. Aylardır süregelen "Edward ve Bella'nın ateşli öpüşme sahnesi merakla bekleniyor" haberleri ise fosmuş onu anladık, yani hiç öpüşmemiş olsak hadi onu geçtim hiç öpüşme görmemiş olsak inanacaktık ama sahiden de ne kötü bir öpüşme sahnesiydi o, aylardır görmemişsiniz birbirinizi, özlemden ve aşktan kuduruyorsunuz, o ne sümsük, heyecan ve aşk yoksunu bir öpüşmedir yahu allah cezanızı vermesin. Edward ve Bella'nın beyaz kıyafetler içinde ormanda koştukları 30 saniyelik sahneden ise hiç bahsetmek istemiyorum, zira skandaldı. Aman kötü bir filmdi kısacası, bizde zaten Edward'ı seyretmeye gitmiştik, gözümüz gönlümüz açıldı işte fena mı.

28 Ekim 2009 Çarşamba

Bir doğumgünü partisinin ardından..


Deniz'in 2. yaşgününü geçen Pazar kutladık. "Eve sığmayız napıcaz" sayıklamalarım tabii ki bir ay öncesinden başlamıştı, ama nafile, yine herşey son haftaya kaldı tabii ki. Bir iş arkadaşımın tavsiyesiyle bulduğumuz Pilita Pastaevi'ne biraz da vaktimiz kalmadı diyerekten ve başka da hiçbir yeri araştırmadan ok dedik. Koca bütün o hafta işten hep çok geç çıktı, daha çok misafir baba konumundaydı, ben her zamanki gibi iki ayağım bir pabuca girerekten birşeylerle ilgilenmek durumunda kaldım, bu yüzden evde terör estirme durumları oldu. Deniz her koşulda olduğu gibi doğumgününde de mutluluk saçıyordu, ben bazı davetli arkadaşların geleceğiz diyip o saate kadar gelmemeleri yüzünden gerilmiştim, video kameranın şarj aletini son dakikada bulamamıştım, fotoğraf makinasına geniş açı objektifi takmayı unutmuştum, Kızılay'daki aptal miting yüzünden trafik çok kötüydü vs vs. Sonuç olarak pek hoşlaşmadığım bir organizasyon oldu bu sene kızımın doğumgünü. Sonuç olarak anladım ki parti dışarda yapılınca ev pislenmiyor, pasta börek hazırlığından kimse yorulmuyor fakat bunun yanında ev partileri kesinlikle daha sıcak oluyor, bu durumda seneye taşınmak gerekiyor.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Yeni bir iş görüşmesine gidersem ik zırtına sormam gerekenler...


1- Şirketinizde kaç kişi genel müdür veya şirket sahibi aile ile aynı soyadı taşıyor acaba ve kaç kişi birbiriyle bir şekilde akraba, kaba bir tabirle ifade etmek gerekirse kaç kişi torpilli, bunlardan kaçı vasıfsız, ve bu sayıyı toplam çalışan sayısına oranlarsanız yüzde kaç oluyor acaba? Çok mu karışık oldu, tek tek ifade edeyim ben tekrar..........

2- Servis güzergahını bana google earth den gösterir misiniz, teknoloji ilerledi hatta gps imi vereyim bana rotayı bir çizim kaç km dolanacağız bir bakayım, hangi torpilliler evinin önünde iniyor onları da işaretleyiverin de sonradan papaz olmayalım..Yılda kaç kez servis güzergahı değişecek bunu da şimdiden öğreneyim ben. Ve birgün benim gittiğim servis Ankara'nın bir ucundan diğer ucuna gitmeye çalışacak mı, ve ben 2 saatte evde olacak mıyım...

3- İşten ayrılması, doğum iznine gitmesi muhtemel kaç kişi var, ve bunların kaçının işi bana kapak olacak acaba?

4- Nasıl bir hiyerarşi var şirketinizde? Müdürler, uzmanlar, şefler ve diğer çalışanlar birlikte mi yemek yiyor? Müdürler ayrı bir yerde yiyorsa, diğerlerinin yemeklerine mi tükürülüyor acaba, ya da daha mı beteri?

5- Şirketinizde başka bir şirkete gitse bir bok olamayacak kaç kişi çalışıyor acaba? Hani, meraktan şeyettim sadece..

6- Şirketinizde kaç kişi güvenilir ve sözünün eridir?

7- Şirketinizde kaç göt, ot ve suratsız insan çalışıyor acaba?

8- Çalışmayı seven, zengin bir koca bulmayı hayal bile etmemiş bir kadını bezdirme yöntemleriniz nedir?

9- Muhtemel bir ekonomik krizde çalışanlarınıza ne tür psikolojik baskılar uyguluyorsunuz? Yoksa krizi elele vererek pozitif bir yaklaşımla kenetlenerek mi aşmaya çalışıyorsunuz, yoksa bu varsayım bir rüya mı, öyleyse uyandırmayın beni ya...ben öyle sanıp ilanlara bakmaya devam edeyim...

Türlü türlü patronlara, türlü türlü iş arkadaşlarına karşı çok yüksek bir katlanma gücüne sahipken, maaşın huzurla bir olmadığına ve aksine huzurun daha önemli olduğuna inancım sonsuzken, süper derece "self-motivated" bir insan olmama rağmen bugün sabrımın sonuna geldim. Benim yeni bir iş bulmam lazım...

14 Ekim 2009 Çarşamba

Vikingler...

Şimdiki çocuklar ne kadar da şanssız, bilmiş Dora, onun arkadaşı Diego, sürekli gelişime yönelik(mi bilinmez) baby tvler, tip tip tiplerin bir ormanda tip tip hareketler yaptığı Gece Bahçesi, ve belki daha bir sürüsüyle de karşılacağımız bol atraksiyonlu, bol renkli, bol uyaranlı, dünyanın tüm bilgilerini kafaya sokup mükemmel nesiller yetiştirmeye meyilli  çizgi filmler ve televizyon programlarıyla, o kanaldan bu kanala büyüyorlar. Bizim çocukluğumuzdan çok farklı, benim hatıralarımda Vikingler, Heidi, Arı Maya, Red Kit, Yakari, Uykudan Önce, He-Man var. TRT 1 de her akşam 21.00 de Vikingler'in yayınlandığını farkettik, seyretmeye başladık kuzuyla tabii. Teknolojiden çok uzak, dingin çizimler, sadece durumu belirten sade cümlelerin kullanıldığı abartısız seslendirme, Viki'nin her daim şen kahkahaları ile huzur dolduk. Hatta Viki'nin yüzme öğrendiği sahnede çırılçıplak olması ve ...sinin görünmesini de çok masum bulduk, aman RTUK kaldırmasın yayından diye de endişelendik, zaman bizim zamandan hayli uzak zira. Vikinglere dair en iyi hatırladığım sahne kürek çekerlerken "haydi yallah hop hop hop" diye bağırmalarıydı :) ama seyrettikçe hafızam canlandı, böyle bir mutlu oldum.

11 Ekim 2009 Pazar

Sosyalleşme Arzusu...

Kış yavaş yavaş kendini göstermeye başladı, hava erken kararıyor artık, daha çok, eve tıkılma modundayız. Yandan yandan gelen güneş ışıklarını ancak haftasonları değerlendirebiliyoruz, ki o da son iki üç haftadır oldukça keyifli geçiyor, akşamlar desen kalorifer yakılıyor artık, gecesiyle gündüzü arasında neredeyse 12-13 derece oynayan bu şehirde hafta içinde durum aynen şöyle oluyor, sabah işe giderken kısa kollu gömleğin üstüne hırka onun üstüne mont giyiyorsunuz, ofise gidince bu halde bile bir süre donuyorsunuz, sonra saat 10 da montu, öğlen 12 de ise hırkanızı çıkarıyorsunuz, saat 14 olduğunda ise sıcak basıyor bunalıyorsunuz, akşamüstü iş çıkışı hırka geri giyiliyor, saat 19 da mont da giyiliyor, saat 22 de kalorifer yakılıyor. Havanın erken kararması ise iyicene bunalıma sokuyor beni. İşten karanlıkta çıkmak daha çok nefret etmemi sağlıyor. Arkadaşların çoğu gece hayatını bıraktı, büyüdü, artık herkes evinde oturuyor, çoğu zaman yanlız çıkmak zorunda kalıyoruz bazen sıkıcı olabiliyor. İnsan yirmili yaşlarını özlüyor..

8 Ekim 2009 Perşembe

Hayatta anlamadığım çok şey varmış...

Zaman, matematik, erkekler, anne, iş arkadaşları, patron, para, hırs ve bizzat kendim.

23 Eylül 2009 Çarşamba

Yaz bitti...



2 aydır yazlıkta keyif çatan kızım Ankara'ya geldi, 2 aydır evde keyif çatan ve çok çok dağıtan anne baba bunun üzerine azıcık kendilerini şaşırdı, bu arada Ankara'ya biranda kış geldi, biranda kaybettiğimiz güneş ışıklarını İzmir'de aramaya gittim... kumru, kumpir, midye, kokoreç yemenin yanında biranın dibine vurdum, vapura bindim, Ikea'ya gittim, güneş depoladım, gezdim gezdim tadını çıkardım, sıkılan canı motive etmeye çalıştım ve Ankara'ya döndüm yine. Tekrar ve tekrar söylemek lazım gelirse ben sıcak iklimlerin kadınıymışım aslında, bir daha ve bir daha anladım...

17 Eylül 2009 Perşembe

Sıkıntı....

Sıkılma hali kronik bir hal aldı son zamanlarda...ve bununla ilgili bir planım yok işin kötüsü...insanların ne yapabileceğini gözlerine bakıp anlama yetisine sahipken , dile getirdiklerinin doğru olmadığını anlayamamak ne tür bir yanılgıdır...yanılgıya düştüğünü geç farketmek nasıl bir kayıptır ya da zararın neresinden dönsen kar mıdır..

15 Eylül 2009 Salı

Çocuğunuza Sınır Koyma - Robert J. Mackenzie

Bu kitaptan öğrendiklerimi kullanmak için henüz erken, kızım ancak 5 yaşına geldikten sonra kullanabilirim, yine de bazı davranış tipleri ile ilgili bilgim oldu ve bunları kullanmaya başladım. Örneğin, babanın hayır dediğine Deniz'in yanında evet demek (veya tam tersi), bir kere "hayır" dediğim şeyi bir başka seferde "evet"e çevirmemek, söz verdiğim şeyleri mutaka yerine getirmek gibi temel davranış kalıplarını okumuştum bu kitapla pekiştirmiş oldum. Bütün öğretileri örneklerle tek tek açıkladığı için bu kitabı olukça anlaşılır ve faydalı buldum. Bazı konularda Türk yetişme tarzına aykırı olması bakımından faydalı olmayacağını düşündüm, ama temel davranış şekilleri kesinlikle uygulanabilir ve çok da fayda görüleceğini düşünüyorum. Bu kitaptan öğrendiklerim konusunda anne ve kocayla ara sıra zıt düşsek de, sonunda birçok konuda haklı çıktığımı itiraf etmeliyim. Kitaplıkta kolay ulaşılabilir bir yerde durmalı, heran ihtiyaç olabilir. Kapak tasarımının çok itici olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Kitapta yeralan konular aşağıdaki gibi...
1. Sınırlar Neden Önemlidir?
2. Anababalar Kurallarını Nasıl Öğretirler?
3. Çocuklar Sizin Kurallarınızı Nasıl Öğrenirler?
4. Aile Dansları
5. Sınırlarınız Kesin mi, Yoksa Gevşek mi?
6. Dans Pistinden İnmek
7. Yüreklendirme: İşbirliğinin Dili
8. Problem Çözme Becerilerini Öğretme
9. Kurallarınızı Sonuçlarla Destekleme
10.Ergenlik Çağındakiler İçin Sınır Koyma
11.Hiperaktif ve Dikkat Bozukluğu Olan Çocuklara Yardımcı Olmak
12.Evişleri Konusunu Nasıl Halledebiliriz?
13.Ev Ödevleri ile İlgili Danslar
14.Değişikliğe Hazırlanmak
HYB Yayıncılık, 1.Basım 2004, 340 Sayfa

Mahrem - Elif Şafak

Bu romanı Rabia'nın tavsiyesiyle okuyalı 3-4 ay geçti, bloğa kaydedilmeyi bekleyen diğer romanlar gibi yerinde bekledi. Bu arada okuduklarım her zamanki gibi hafızamda küllendi, oraya buraya aldığım notlarım kayboldu, Elif Şafak "Aşk" romanını türlü türlü reklamlarla bir pembe sonra bir gri kapaklı olarak çıkarttı, yaptığı veya yapılmasına müsade ettiği bu pozitif ayrımcılıkla beni uyuz etti. Romanı beğendim, ilk başta konsantrasyonu sağlayamasam da sonrasında beğendiğim bir roman oldu. Nazar Sözlüğünü sevdim, arada romandan kopup kendi sözlüğümü düşünmemi sağladı, zevkli. Onun dışında çok okunan bir yazar olduğundan konudan hiç bahsetmeyeceğim bile, altını çizdiklerim aşağıda...

- jaluzi: İçeriyi dışarının gözlerinden kıskanan perde.. (s.151)

- Var oldukları halde var olmayn, seyirlik oldukları halde ortalıkta görünmeyen insanlar vardı bu şehirde; cüceler, sakatlar, şişkolar...göze tuhaf görünen bütün insanlar...Dışarının gözlerinden sakınan, evlerinin mahremiyetine sığınan, varlıkları mahrem olan insanlar..Ben de onlardan biriydim. Dışarıda bir türlü rahat edemedikçe, günbegün kendi içime kapanmış; kendi içime kapandıkça, dışarıda bir türlü rahat edemez olmuştum. Ben bu tecrit edilmişliği tercih etmiştim; ama bu tecrit edilmişliğin ne kadarını tercih etmiştim bilinmez. (s.203)

-televizyon: Evimizde sürekli seyrettiğimiz televizyonun bir an için de olsa bizi evimizde seyredebileceği düşüncesi tedirgin edicidir.

-Aşk bir korsedir. Niye bu kadar kıymetli olduğunu anlayabilmek için haddinden fazla şişman olmak gerekir. Senebesene katman katman çoğalmış, vıcık vıcık yayılmış, pelte pelte yığılmış yağları sarıp sarmalar, hizaya sokar. Ve sonra da geçip karşısına kendi eserinin, seyrine bakar kudretinin. Aşk bir hayal taciridir. Kıyıda köşede kartlaşmış hayalleri çekip çıkartır, yıkayıp paklar, allayıp pullar ve terütaze sıfatıyla sahibine kakalar. Aşk insanı güzellştirir. Görüntülerle oynar pervasızca; yani sıfatlarla, yani aynalarla. Küskünleri aynalarla barıştırı, yalnızları aynalarda çoğaltır.

Aşk bir korsedir. Gün gelir, hiç beklenmedik bir yerde, hiç beklenmedik bir anda, atıverir çıtçıtlarından biri yahut çözülüverir iplikleri. Neler olup bittiğini anlamaya vakit kalmadan, korsenin cenderesinden kurtulan yağlar sürüsepet dışarı çıkmıştır çoktan. O keşmekeşte, göz açıp kapayıncaya kadar eski haline dönüverir gövde. Aşk bir korsedir. Niçin bu kdar kısa sürdüğünü anlayabilmek için haddinden fazla şişman olmak gerekir. (s.214)

Metis Yayınları, 13.Basım Temmuz 2008 (1.2000), 229 sayfa

7 Eylül 2009 Pazartesi

Yolculuk etmek üzerine..

1 ayı geçkin bir süredir her haftasonu Ayvalık'a gidip geliyorum; Cuma iş çıkışı biniyorum, Cumartesi sabah iniyorum, Pazar akşam biniyorum, Pazartesi sabah otobüsten inip işe gidiyorum, kısacası 24 saatim otobüste geçiyor.. bir değil iki değil haftalar boyu sürünce bu, soruyorlar "yorulmuyor musun?", "hayır, yorulmuyorum, bilakis keyif alıyorum", nerelere gidip nereleri gördüğümden ziyade, ki ondan da vazgeçemem, yolculuk etmenin ta kendisi sevdiğim. Kendimi bildim bileli otobüste, uçakta, trende, teknede, arabanın arka koltuğunda olmayı, otellerde günlerce kalmayı severim. O yerleş(e)memeyi, o yerde geçici olmayı, o yerden geçip gidiyor olmayı sever, geçici insanlarla yanyana olmaktan, o yerin sabitlerini incelemekten ve bir sonraki görüşüme kadar ki ayrıntılarını kafama yazmaktan haz duyarım. Hiç görmedik yerlere yol alan yolculuklar hiçbirine ve birbirine benzemese ve kendi gizemlerini korusalar da, aynı hazları taşırlar içlerinde. İşte ben bu yüzden, bazen, aslında çok yanlış bir meslek seçmiş olduğumu duyumsarım...

19 Ağustos 2009 Çarşamba

The Twilight Saga - Stephenie Meyer

Bu "Twilight" (Alacakaranlık) fırtınasını çok işitmemiş olmakla birlikte orda burda insanların elinde görmüştüm. Sonrasında filmini seyredince, biraz da sevgili vampirimiz Edward'ın süper karizmasından da etkilenerek (ki film oldukça ucuz ve kötü) ve ne zamandır İngilizce kitap okumam lazım diyip dururken "hah" dedim ben bu Twilight serisini okuyayım. Öncelikle itiraf ediyorum ki bu bir ABD dayatması best seller serisi, itiraf ediyorum ki dili kötü ve basit, itiraf ediyorum ki gençleri olumsuz etkileyecek kitaplar bunlar, itiraf ediyorum ki team edward oldum, itiraf ediyorum ki kafamı yormadım iyi oldu, itiraf ediyorum ki edward la evlenmiş olmayı diledim...

Öncelikle filmden bahsedersek (2008), tutar mı tutmaz mı endişesiyle çok az bütçe ayrılmış yönetmene belli ki, bazı sahneler oldukça uydurma ve ucuz olmuş. Bella karakteri için Kristen Steward kesinlikle yanlış seçilmiş, oldukça yeteneksiz ve bütün sahneleri aynı bayık bakışla tamamlayan ve duyduğuma göre de babası da TV işi içinde olan torpilli bir aktrist; romanda gördüğümüz Bella'nın yanından bile geçmez. Romanda vampir Cullen ailesiyle ilgili birçok detay verildiği halde bunun filmde tamamen görmezden gelinmesi de büyük kayıp olmuş. Fakat, romanlar kazandıkça, film romanları romanlar filmi ve aslında çok iyi pazarlamacılar hem filmi hem romanları desteklediler ve ortaya bir Alacakaranlık çılgınlığı yayıldı.

Twilight (2005)
Bu ilk romanda 100 yıldır 17 yaşını yaşayan bir vampiri yani Edward'ımızı, ailesini ve sümsük liseli kızımız Bella'yı tanıyoruz. Bella yeni bir liseye başlıyor, bu lisede vampir ailesinin çocukları okuyor, Bella Edward'a aşık oluyor. Edward herkesin aklını okuyabildiği halde Bella'nınkini okuyamıyor, o da Bella'ya aşık oluyor. Ama o ne aşk öyle, hani, vampir ya zaten bir karizması bir güzelliği var, hani ölümsüz ya bir sürü zamanı var, hani uzuun yıllardır yaşıyor ya çok şey biliyor, hep aşık olmayı beklemiş mahsun mu mahsun, öyle bir adam işte, gerçek hayatta yok yani. Uzun lafın kısası vampir bir insana aşık oluyor, çok değişik bir hikaye değil "Buffy" de aynı hikayenin daha güzel bir şekilde işlendiğini görmüştük zaten. Bu vampirler normal vampirler değil, vejeteryanler (insan kanı içmiyorlar ama yine de canları fena derecede insan kanı çekiyor), gündüz dışarı çıkabiliyorlar sadece güneş ışığına çıkamıyorlar, güneş ışığına çıktıklarında parıl parıl parlıyorlar ki bu güzelliği anlatmak için çok güzel bir detay olmuş bence. Sonrasında kötü vampirlere rastlarlar, bir süre aksiyon olur, sonunda Bella ve Edward mutlu mesut yılsonu balosuna gidiyorlar fakat Bella'nın aklında sürekli şu vardır :"Ya şimdi bu adam sürekli 17 yaşında böyle çıtır böyle karizma kalacak fakat ben yaşlanacağım, ne yapmalı ne etmeli bunun bir çaresine bakmalı ve vampir olmalıyım yoksa bu adam beni gömer vallahi..." Bir de Jacob vardır, Bella'nın çocukluk arkadaşı bir Kızılderilidir.

New Moon (2006)
Bella'nın doğumgününde elinin kanamasıyla birlikte Jasper kendini tutamayıp Bella'ya saldırınca, ki birşey olmamış Edward olayı kontrol altına almıştır, genç kızların sevgilisi yüce vampir Edward Bella'yı terketmeye karar verir. Çok sevdiği halde bırakır gider kızcağızı. Tabii Bella gayet kötü kadın gibi davrnıp acısını Jacob'la dindirmeye çalışır. Jacob'la arkadaşız ayağına yatar ama alenen aşna fişne ederler. Jacob fena bir şekilde aşıktır Bella'ya. Bu arada Bella sürekli olarak Edward'ın hayalini görür.Bella'nın yaptığı bir salaklık üzerine Edward Bella'nın öldüğünü sanır ve intihar etmeye karar verir. Bu serideki vampirler ölmeyi seçebiliyorlar, Volturi isimli bir kraliyet ailesi var onlara gidip ben ölmek istiyorum deyince onlar icabına bakıyorlar. Fakat önemli olan bunu kabul ettirebilmek, kabul ettiremezsen kötü birşeyler yapıp kendini öldürtmen gerekiyor. Tam Edward kendini öldürtmek için birşeyler yapacakken bunu haber alan Bella gidip onu kurtarıyor. Edward geri dönüyor, kaldıkları yerden devam ediyorlar. Bu arada sümsük Jacob da kurtadam oluyor. Vampirlerin arasına bir de kurtadamlar karışıyor.

Eclipse (2007)
Serinin 1. kitabından sonra beğendiğim tek kitabıdır kendisi. Bella sürekli olarak Jacob ve Edward arasında kalır. Tabii asıl heyecanlı nokta Victoria'nın Bella'yı alt etmek üzere bir vampir ordusu kurmaya başlaması ve bu vesileyle Cullen ailesinin diğer üyeleriyle ilgili de ayrıntılı bilgi alırız. Örneğin Jasper'in hikayesi gerçekten etkileyicidir. Bu arada kurtadamlar vampirlere yardım ederler ve Victoria alt edilir. Bella Edward'ı seçer, ama Jacob'la arkadaş kalır. Oldukça heyecanlı bir roman olmasına karşın, kendini tekrar eden, yer yer okuyucuyu uyuz eden bir roman diyebilirim. Sonunda Edward Bella'yı vampir yapmaya ikna olur daha doğrusu mecbur kalır fakat evlenme şartı koşar.

Breaking Dawn (2008)
Ben bu romana "baktık ki iyi para kazanıyoruz az daha sömürelim" romanı diyorum. Bella Edward gibi birini bulmuş ve vampir olmaya da hak kazanmıştır ama hala "ay bu yaşta evlenilir mi?" diye düşünür. Neyse bunlar evlenir, Bella vampir olur falan filan. O kadar kendini tekrar eden, o kadar baygınlık geçirdiğim bir romanki artık dha fazla yazamayacağım. Bella sonunda süper bir vampir olur. Hatta bir de yarı vampir yarı insan bir kızları olur.

5. kitap olan Midnight Sun ise yaklaşık 200 sayfası yazıldığında yazarın bilgisayarından çalınıp internette dağıtılıyor, bu üzerine yazar Twilight çılgınlığı dinene kadar yazmayı durdurduğunu açıklıyor ve yazılmış olan sayfaları web sayfasından yayınlıyor. Ki bence tamamen yalan, sen milyarlarca dolar kazanan bir yazar haline gelmişsin ve artık bu serinin bokunu çıkarmak üzeresin ki yazıların çalınıyor falan, hiç inandırıcı değil...Bu 5. kitap ise olayları tamamen Edward'ın dilinden anlatan ve bana keşke herşeyi Edward anlatsaymış diye düşündürten bir roman oldu.

Sonuç olarak, ben yazarın bu romanları ordan burdan birşeyler araklayarak yazdığını düşünüyorum, hatta tek bir yazarın değil bir ekibin yazdığını düşünüyorum. Ama yine de Edward'ı seviyorum..

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Tatile gittik..ooohhhh beeee.....

17.07.2009 tarihi itibariyle başlayan iznim 29.07.2009 tarihi itibariyle sona ermişti. Geçen sene iznim olmadı ya, pek kıymetliydi bu yılki iznim, kendime sınırsız güneşte yatma, içme ve kızımla oynaşma vakti ayırmaya kararlıydım, hepsinden biraz biraz ve doya doya yaptım. Bütün benliğimle tatile, denize, güneşe, sıkıcı Ankara'dan uzaklaşmaya susamışım ben yauuuu, üff çok mu abarttım ya..17 si akşamı sevgili koca ve kızım beni işten aldılar ve çıktık yolaaa...(tatil zamanlarında asla vakit kaybetmem, mümkünse iş çıkışında arabayla hemen, ilk otobüsle veya ilk uçakla Ankara'dan vınlamak isterim..) Adapazarı'na gittik önce, kayınvalide ve kayınbaba dört döndüler bizi memnun etmek için, saolsunlar. Alışveriş yaptık, gezdik, en sevdiğim balıkçıda balık yedik (Adapazarı yemek ve alışveriş konusunda gerçekten sınırsız bir yer..). Sonra yola çıktık, İznik'e gittik, yolda kocanın dayısına uğradık, Deniz'i tanıştırdık, sonra köye kocanın teyzesine gittik, oturduk kalabalık bir aile sofrasında yemek yedik. Sonra çıktık Altınova'ya yazlığa gittik. İlk gittiğimizde Deniz kendini şaşırdı, Ankara'da gördüğünün aksine, sınırsız dışarda gezme özgürlüğü, her daim bahçeye açılan kapılar, sevecen komşular, temiz hava, deniz, güneş, bir sürü arkadaş... Deniz'in kendini nasıl şaşırdığı üzerine detaylar kendi bloğunda fotoğraflarla birlikte yayınlanacaktır...


Ne zamandır başbaşa kutlayamadığımız evlilik yıldönümümüz de tatile denk gelince tatil öncesi gün aşırı nöbet tutan ve pek görüşemediğimiz kocaya bir sürpriz yapmak geldi içimden, ben de bu dönemden ruhen çok bunaldığımdan kendime de bir hediye vermek istedim. Tatil kataloğuna bakarken bulduğum ve pek bir beğendiğim Oliviera Resort da bir rezervasyon yaptırdım. Oliviera Resort, Dikili, Bademli Köyüne yakın Kalem adasında bulunan bir ada oteli, Türkiye'nin ilk ada oteliymiş. Netten baktığım kadarıyla güzel olan oteli bir gün önce bizi suit bir odaya aldığını haber verince daha bir sevdim. Günü gelince kocayı bindirdim arabaya bir yere gidiyoruz dedim, biz gittikçe o merak etti sanırım, sanırım çünkü kendisi pek bir ikizler burcu olduğundan pek bir karmaşık ve pek bir can sıkıcı derecede içine dönük olabiliyor ya da tam tersine bunca yıl sonra bile halen bir karizma yapmaya çalışıyor o anda, kimbilir, kimbilmez...Dikili'yi geçip, Bademli Köyü'nü de geçip, böyle daracık toprak bir yola girince bile bozulmayan kocanın o bilinmez karakter hali, kara bitip de denize geldiğimizde ve otopark görevlisinin adlarımızı alıp "ben kaptanımıza haber veriyim gelsin sizi alsın" deyince azıcık şaşırıyor ya da çok şaşırıyorda hala karizma yapma peşinde bunca yıldan sonra bilemicem. Neyse, ben oteli çok beğendim. Yeşile hiç zarar verilmemiş, sanki ağaçların aralarına oteli inşa etmişleri ağaçlar izinverdiğince. Taş evler ve taş yollar daha sıcak bir hale getirmiş burayı. Antik bir kent konseptiyle tasarımı yapılmış, hani böyle eski bir şato varmış, bir sürü antik kalıntı bulunmuş, aslında burası fiii tarihden bir şehirmiş gibisinden. Kesinlikle güzel tasarlanmış, Ege'nin güzel manzarasını çok güzel kullanmış keyifli bir otel. Yanlız sanırım henüz inşaatı bitmemiş kısımlar var çünkü bir merdivenden çıkınca birden boş toprak bir araziye çıkabiliyorsunuz. Çok sakin, çok sessiz, sürekli bağırarak konuşan on çocuklu kaba ve rahatsızlık verici turistlerden uzak, saygılı ve çocuklu ailelerin tatil yaptığı ve gördüğümüz kadarı ile çocuklu tatil için gayet uygun bir mekan burası. Gelelim gecelerine, geceleri de gayet sakin yer, sahildeki cafe akşam bara dönüşüyor, biranızı alıp iskeleye geçip şezlonglara uzanıp yıldızların altında keyif yapması on numara, fakat eğlence aranıyorsa çok kesat. Bir de krizden midir nedir otelin genelinde aydınlatma çok az hatta neredeyse karanlık diyebilirim, korkutucu olabiliyor, odaya gitmeye çalışırken saptığımız bir yolda önümüzü bile göremediğimizden havlayan bekçi köpeğinden tırsıp koşturmamız görülmeye değerdi.

Bu günden sonra Deniz hastalandı, koca hastalandı, ikisi de benimle denize giremedi, etrafı hiç gezemedik vsvs. Her zaman söylediğim ve anlattığım gibi neye çok heves etsem mutlaka bir bokluk oluyor, bırak oluruna kardeşim ne kasıyorsun ki di mi...

Koca kaldı orda kızla, ben eve ekmek parası getirmeye geldim Ankara'ya, sonra kocada geldi, kızı bıraktık orda bol bol tatil yapsın diye. Özlüyoruz şimdi, ben haftasonları gidiyorum, koklaşıyoruz...

Tatil yapmak çok güzel birşey yahu....

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Dans Eden Benlikler - Harriet G. Lerner

Bu kitabı ne zaman aldığı bile hatırlayamayacak kadar önce almışım, bir kısmını da okumuşum ama sanırsam bu tarz kitapları 30 yaşından sonra okumam gerekiyormuş ki yarısına bile gelememişim o zamanlarda. Kadınlar için yakın ilişkiler yürekli değişimler kılavuzu gibi de bir sloganı var kitabın, kapağında yazıyor tam bir rezalet bu nedenle halka açık yerlerde dikkatli bir şekilde okumak gerekiyor. Annesiyle, babasıyla, kardeşiyle, kocasıyla yıllar yılı aynı davranış kalıplarıyla ilişki kurmuş ama bir türlü kimseye yaranamamış ya da yaranamadığı düşünen, yıllar yılı süregelen beylik sorunları beylik cümlelerle çözmeye çalışmış ama eline yüzüne bulaştırmış ya da bulaştırdığını düşünen, en sonunda bu sorunları çözmenin yolunu bu kişilerden kaçmada saklanmada veya tam tersi daha da üstüne gitmekte bulan ya da bulduğunu sanan kadınlar için bütüünn bu ilişkilere bir rest çekerek kendini baştan yaratma kadar uç olmasa da azıcık değiştirmeye çalışma ve genel kadın anlayışı ve davranışları üzerine yazılmış bu kitabı ben sevdim. Böyle sorunlarım olduğu için mi sevdim bu kitabı, hayır. Böyle sorunlarım yok mu, var; o derece değil belki ama 30 yaşını geçmiş, evli ve çocuklu kadınların olduğu kadar var işte. Ben de azıcık ders aldım, fikrim oldu. Kitabın dili çok güzel, ağır değil, kolay anlaşılır. Çeşitli vakalar örnek verilerek anlatılmış bu da herşeyi daha net ve anlaşılır kılıyor. Çevirmenin (Süheyla Pınar) eline sağlık kitabı okunur kılmış. Yazarın diğer kitaplarını da okuyacağım.

...Çiftler dikkatlerini yakınlık üzerinde yoğunlaştırdıkça yakınlaşamazlar. Bir ilişkide gerçek ve güvenilir yakınlık ille de istendiğinde ya da arandığında değil, iki birey de tutarlı olarak kendi benliklerini geliştirdikçe oluşur. "Benlik geliştirmek" derken kendini gerçekleştirmek, işinde ilerlemekten söz etmiyorum. Bunlar, benliğin sorgulamamız gereken "erkek ürünü" tanımlarıdır. Benlik geliştirmek, inançlarını, değerlerini ve amaçlarını belirginleştirmek, soyağacındaki kişilerle bağlantıyı sorumlu bir biçimde sürdürmek, en yakın ilişkilerdeki "ben" i tanımlamak ve önemli duygusal konular ortaya çıktıkça onları ele almaktır...s.77

...Yetişkinler, kendi sorunlarını tanımlayıp çözmek için etkin bir biçimde uğraşmayınca, çocuklar üzerinde odaklaşma özellikle artar ya da çocuklar kendiliklerinden, yetişkin sorunlaını en yaratıcı biçimde evirir, çevirir, ortaya dökerler. İlginç bir şekilde, bizim üzerinde durmak istemediğimiz ruhsal sorunlarımız çocuklarımıza geçer...s.159

İmge Kitabevi, 3.baskı 2003, (1.1994), 230 sayfa

Yakamdaki Yüzler - Can Dündar

Can Dündar'ın tanımış olduğu ünlü kişilerle ilgili olarak anılarını anlattığı kısa yazılarından oluşan bir kitap. Bazı kişileri tanımadığımdan anlatılan anılar havada asılı kalmış olup bana ulaşamasa da genel olarak beğendiğim bir kitap oldu. Anlatılan tüm kişiler neredeyse ölmüş olduğundan kasvetli bir havası var maalesef, insan da "artık böyle bir insanlar çıkmaz yeni nesil, yeni zaman çok fena" deme hissi yaratıyor, hatta üzüyor. Gülçin Telci, Haldun Derin, Kemal Uluer ve Yazuz Çetin üzerine yazılarını çok severek okudum.

İmge Kitabevi, 1. basım 2007, 246 sayfa

28 Haziran 2009 Pazar

Portobello Cadısı - Paulo Coelho

Athena, Romen annesi tarafından terkedilir, Lübnan'lı zengin bir aile tarafından evlat edinilir. Fakat, Lübnan'da olaylar çıkması üzerine Londra'ya taşınırlar. Athena çocukluktan itibaren bazı özel güçlere sahiptir, örneğin küçük bir çocukken geleceği görebilmiştir. Çok genç yaşta aşık olduğu bir adamla evlenir, hemen çocuk yapar, kocasından ayrılır, sonra annesini aramaya çıkar, onu bulur ve yüzleşir, ve aslında tüm bu olanlar Athena'nın ruhen kendini geliştirmesidir aslında. Sahip olduğu güçleriyle bir kitleyi peşinden sürükler, hoşgörü ve sevgi yayar, fakat cadılıkla suçlanır. Athena'nın öyküsü hayatına girmiş insanların ağzından farklı görüş açıları oluşturularak anlatılıyor. Bu romanı hiç sevmediğimi ve sonuna kadar ittire ittire okuduğumu itiraf etmeliyim. Athena'nın iyi tasarlanamadığını düşündüğüm yavan yolcukları, iyi niyeti, sevgisi, ruhani güçleri öyle abartılarak anlatılmış ki ortaya hiçbir inandırıcılığı olmayan bir hikaye çıkmış. Beğenmedim..

Can Yayınları, 1.Basım Ocak 2008, 261 sayfa

26 Haziran 2009 Cuma

Arkası Yarın - Müge İplikçi

Öncelikle hemen not düşeyim, yazarın bütün kitaplarını alıp okuyacağım. Arkası Yarın, diliyle ve anlatımıyla çok sevdiğim bir öykü kitabı oldu. En çok "Yönler" isimli öyküsünü sevdim. Sevgilisi yurtdışına giderken onda unuttuğu teybini geri gönderir ve Suna gümrük mallarının muhafaza edildiği ofise aldığı yol tarifine göre gitmeye çalışırken bocalar zorlanır, ve bu bocaladığı yol aslında hayatıdır, ve Suna'nın bu yaklaşık altı sayfalık öyküsünü öyle sakin, öyle kısa ama öyle samimi anlatmıştır ki yazar hayran kalınır.. Kitabın kapak tasarımını kesinlikle beğenmedim ve çok alakasız buldum, belirtmeden geçemedim..

Everest Yayınları, 2.Basım 2006 (2001), 110 sayfa

22 Haziran 2009 Pazartesi

Şehir dışı..Eskişehir..Düğün..Dernek..Yeme..İçme..

Kimse evlenmese Ankara dışına da çıkacağımız yok, ya bugünlerde, o yüzden her ne kadar ve her geçen gün bekarlığın sultanlık olduğuna inancım artıyorsa da, Ankara dışına çıkmak için bir vesile oluşturduğundan herkes evlensin istiyorum, herkes evlensin ama Ankara dışında evlensin...hehe.. Umut ve Rabia da Ankara dışında evlendiler, Eskişehir'de..ve yıllar yılı binbir türlü anısını dinlediğim, çocukluk arkadaşlarımdan birinin yaşamını sürdürdüğü yakın ama görülmemiş bir şehir olan Eskişehir'e yolumuz düştü. Deniz'in hastalanması nedeniyle aman gittik aman gidemedik heyecanını son dakikaya kadar yaşadık ve bu nedenle de yola azıcık geç çıktık. Güzel bir otelde kaldık, Namlı Otel tavsiye ederiz. Otele yerleştik, sonra otelin karşısında bulunan ama adını bilmediğim bööyle koca avizeleri olan han gibi bir yerde birşeyler içtik, çok güzel bir yerdi de adı neydi acaba...Çarşıyı gezdik, yobazlıktan çok uzak görünen insanları keyifle yaşasın diye düzenlenmiş bu şehir; aynen Ankara gibi, böyle kurak mı kurak kokan, ama tam tersi olduğu besbelli bir şehir, ama o tramvay işini sevmedim, her an ezilebilirim kaygısı yarattı bende..meğer şehrin havası ordaymış ama ben sevmedim, cinslikten herhalde..Sonra hep methini duyduğum çiğ börekten yemeğe gittik, çok güzeldi ama çok yağlıydı dokundu biraz, bir de ondan az önce burger yemiştim üstüne de 4 tane börek yiyince sanırım çok oldu üstüne soda içmem gerekti, hafta içi rejim yapıp haftasonu abartan obur insan modeli. Sonra geceleyin çocukluk arkadaşım Canset de geldi, faytona bindik, o da çok güzeldi, ama fayton deniz olan şehirlerde daha güzel oluyor, itiraf etmeliyim. Barlar sokağına gittik, bir yerde oturduk, çoook kalabalıktık, sohbet muhabbet, sonra ben Deniz'i alıp otele döndüm, uyuttum sonra yatağa yatıp kitap okudum, otel odasında kalmayı hep sevmiş hatta aslında sürekli otel odalarında yaşayabileceğini düşünen bir insan olan bana çok iyi geldi bu..böyle sessiz, sakin, yalnız, otel odası, kitap ve yanıbaşında uyuyan bıcırık, ruhum dinlendi....koca da lise arkadaşlarıyla takıldı, onun da ruhu dinlenmiştir sanırsam. Ertesi gün kocanın lisesine gittik, arkada bulunan tel örgünün deliğinden içeri girdik, anıları tazeledik, yıllar yılı anılarını dinlediğim bu okulu görmek değişik oldu, güzel oldu. Sonra esas oğlan ve esas kızın kır düğünlerine gittik, tebrik ettik, oynadık, öptük, Deniz'in peşinde koştuk. Rabia'nın gelinliği çok güzeldi ve çok yakışmıştı. Sonra malın önde gideni olan ve her daim çorak görünen şehrimize doğru geri yola çıktık, Eskişehir'i çok sevdim, çok beğendim ama yaşamak isteyecek kadar değil sanırsam, deniz olmayan şehirler beni o kadar da cezbetmiyor ya, ondan...

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Bu aralar...ben...

Anneler günümü kutladım. Anne olamayacak kadar fit, güzel ve genç görünüyor olmam nedeniyle buna inanamadıklarından anneler günümü kutlamayı unuttuklarını düşündüğüm arkadaşlarımın ağzına ettim. Didem'in ve Güneş'in doğumgünü partilerine gittim. Bilge geldi onunla takıldık. Nisan-Mayıs ayları gevşer gönül yayları oldum. Hayal gücü kuvvetli bir insan mıyım yoksa hayalperest miyim ayırdına yine varamadım zira 15 lik tiiiineycler gibi hayal dünyasında bir o yana bir bu yana savrulmakta ve işin komiği bundan da mutlu olmaktayım. Yeni bir dövme daha yaptırmak istiyorum, bakalım, haftasonu gideceğiz. Akşamları hiçbir faydalı şey yapmıyorum birkaç haftadır, elimde kabak çekirdeği tabağımla Lost'un 4-5. sezonlarını izliyorum, ondan sıkılınca da film izliyorum, filmler de öyle kabak çekirdeği tadında olanlarından. Deniz'i parka götürüyorum haftasonları, park arkadaşlarımız oluyor, park anneleri olarak deneyimlerimizi paylaşıyor öğreniyoruz, parka gitmeyi seviyorum. Tatilim geldi çok fena, izne çıkmak istiyorum. Böyle pek bir orta düzeydeyim, iyidir..

27 Nisan 2009 Pazartesi

Çalışan bir anne olarak ben hep şöyle ikilemler arasında kalıyorum..

- Kızımı ben uyutmak istiyorum ama ben uyutursam bana vakit kalmıyor, şurda ilgilenmek istediğim üç beş şey var zaten. Ama ben uyutmayınca (ki ben uyutmuyorum..) aramızda böyle bir uzaklık oluyor sanki, ya da ben öyle sanıyorum...yani, demem o ki, hem kızımla hem de ilgilenmek istediğim şeylerle ilgilenmek istiyorum (film izlemek, blog yazmak, fotografla uğraşmak, kitap okumak, evimi karıştırmak vs). Aslında çözümü var bunun Deniz'i dokuzda uyutayım sonra kendi keyfime bakayım, olur mu ki, ama evin bazı üyeleri de dokuzda yatmasın erken diyor, pööff...

- Anne olmak, kız çocuk olmak, gelin olmak, karı olmak, çalışan olmak, ev kadını olmak (olamamak), bunları hem ayrı ayrı hem de aynı anda olmak zorunda olmak...

- Gezmek istiyorum fakat çalıştığım için vaktim olmuyor, çalışmadığım zamansa param olmuyor yine gezemiyorum, zaten benim vaktim olsa kocamın olmuyor, zamanlarımız bir türlü uyuşmuyor, o zaman gerginlik oluyor, ve ben o zaman tek başıma gidip gezmek istiyorum, sonra öyle istediğim için ne kötü anneyim diye suçluluk duyuyorum, fırk..
-Bazen çok sinirleniyorum özellikle de kendi kendime kızıyorum, sonra kendimle uğraşıp kendi kendimi sabote ettiğim için kendime daha bir çok kızıyorum...

Hasta mıyım neyim ya...

26 Nisan 2009 Pazar

Su Gibi - Barış Behramoğlu

Bazı kitapları bir çırpıda okuyup sonra da bir çırpıda unuttuğumu itiraf etmek istiyorum. Bir çırpıda okunmak kitapların güzelliği ile ilgili fakat bir çırpıda unutulmak tamamen benim aklımın arada bir beş karış havada olmasıyla ilgili. Bu kitabın başına da aynı şey geldi, bir gecede okundu, okunduğu geceden bugüne kadar da maalesef unutuldu, bunda okuduktan hemen sonra yazamayışımın da suçu var tabii. Okuduktan haftalar sonra yazınca insan unutabilir di mi, fil miyim ben hepsini aklımda tutayım... Bir itirafım daha var, Barış Behramoğlu'nu erkek sanarak okudum ben, sonra kitapla ilgili bakınırken bir gördüm ki bayanmış kendisi. Bu nedenle biraz hayal kırıklığı yaşadım çünkü kadın karakterleri başarıyla inceleyen bir erkek yazarla daha tanıştığıma memnun olmuş, arada olmadığını düşündüğüm kısımları ise erkek olmasına bağlayıp affetmiştim. Olsun, yine de çok başarılı, yine de çok güzel bir kitap, roman değil, tek öykülük bir kitap diyelim. Sıkıntılı, takıntılı, aşk dolu, tutku dolu, hınç dolu, hayal dolu gençler var bu kitapta, bazı satırlarda sevilen bazılarında ise nefret edilen. Su baş karakterimiz, herşey onun etrafında dönüyor. Deniz, Bay Pi, Güneş ve Ada. Her birim bölümde Su anlatılıyor bu kişilerin ağzından, anlıyoruz ki her zaman sonlara takmış olan ve hayatı kendi anladığı şekilde yaşamak isteyen Su kendini öldürmüş. En son bölümde ise Su'nun günlüğüne yazdığı satırları okuyoruz ve herşey daha bir netlik kazanıyor. Okurken Su'ya gıcık olduğumu da anımsıyorum aslında, ama bazı insanların yapısı böyle oluyor sanırım sürekli bir melankoli içinde. Neyse, çok güzel yazılmış bir öykü (roman diyorlar ama bende öykü etkisi yaptı), diliyle, örgüsüyle çok güzel yazılmış. Yazarın eline sağlık.

...Erkekler mizaçları gereği yitirdikleri şeyleri aramadan, geri isterler. Şeytan aldı götürdü oyunu tutmayınca da hızla yerinize bir diğerini koyarlar ve sizi zamana karşı hızla koşmakla suçlarlar... s.18

..."Kadınların çoğu" dedi Su, "ağızlarında bir lolipop çevirir gibi, bir o yana bir yana kurcalayıp dururlar bazı şeyleri. Asla gerçekleşmeyecek bir masal yargısı ve çoğunlukla suçlamasını, 'Hayır geçkelşeyebilir ve ben bunu istiyorum' derler, kısık sesle. Çoğu bunu istemekle kalır ve anne olma adıyla onurlandırılırken kendi arzularının üzerinde tepinerek, az ile yetinmeye koşullandırılırlar. Ve yargıları şu olur: 'Canım, daha iyisini bulamazdım.' Bu sınıftakiler hiç masal okumayanlardır ya da okumuşlardır ama yarım yamalak. Kimbilir belki de birileri kapatmıştır gözlerini...s.20.

...Bir dilek dilendiğinde bir diğer arzunun gerçekleşmeyeceği neden hiçbir kitapta yazmıyor? Herşey için bir bedel ödenmesi gerektiği? Her umudun beraberinde bir hayal kırıklığı sürüklediği?

Karşılaştırmalar yapmaksızın ilerleyemez insan. Kendi hayatlarımızı hep başkalarınınkiyle, başkalarınınkini ise kendi yaşam sürecimizl kıyaslayıp dururuz hepimiz. Geçmişteki hatalarımızı tekrarlamak için, özür dilemeyi, bağışlamayı çoğu zaman da görmemeyi, duymamayı hatta konuşmamayı seçeriz. Sonra gün gelir dururuz, olduğumuz yerde. Hata olarak görülenlerin aslında kendi doğrularımız olduğunu anlayıveririz... Zamanımızı tüketmiş gibi görünürüz, oysa tükenen sadece bizizdir...Çünkü hep aynı şeylerden söz ederken yakalarız kendimizi. Ailemizden, çocukluğumuzdan, hayallerimizden...Zamanla yaşadıklarımızın hangisinin, gerçekten de "gerçek" olan olduğunu unuturuz. Düşlerle uyanıklığın arasındaki ince sınırda, en fazla mutlu olduğumuz anlaın hesabını tutarız. Ve düşlerimiz her zaman kazanır. Böylece, kendimizi hiç bitmeyecek bir uykunun kollarına usulca bırakırız...s.52

Yitik Ülke Yayınları, 1. Baskı Kasım 2006, 62 sayfa


23 Nisan 2009 Perşembe

Sevdalım Hayat - Zülfü Livaneli

Bu Livaneli'nin okuduğum ilk kitabı. Edebi olarak çok nitelikli bir roman olduğunu düşünmesemde bir döneme tanıklık etmek adına kaleme alınmış güzel bir biyografi olmuş. Zaten kendisi de önsözde şöyle yazmış "Öncelikle benim ama bir anlamda hepimizin hayatına dair bir anlatı. Çünkü bu ülkede sanatla, kitapla, kültürle ilgilenen ve daha güzel, daha adil bir dünya yaratmak isteyen milyonlarca kişi, sürek avlarıyla sistemli olarak yok edildi, tutuklandı, hayatın dışına sürüldü. ........Bu kitabı okuyacak olan genç kuşakların, bizimkinden daha mutlu bir Türkiye'de yaşamalarını dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden." Yaşananların üzücü, hatta yürek parçalayıcı olduğu doğru ama kitabın çoğunluğunda yeralan olumsuz enerji beni rahatsız etti, üretken bir insan olarak biraz daha pozitif mesajlar verebilirdi diye düşünüyorum. Her şeye rağmen umudu kaybetmemek adına..
Remzi Kitabevi, 6. Basım 2007, (1. Basım 2007), 430 sayfa

Çocuk Ruh Sağlığı - Prof.Dr. Atalay Yörükoğlu

Başucu kitabım diyebilirim kısaca ve sanırım bu özetler ne kadar faydalı bir kitap olduğunu. 1978 yılından beri basılıyormuş bu kitap, ben çocukken bizim evde de vardı hatırlıyorum. Çok güzel bir önsözle başlayan kitabın başında 22.basımda yazılmış olan önsöz de yer alıyor, ve bu belki de okuduğum en güzel önsöz, 22. basımı göremeden vefat eden eşi Emel'e bir mektup olarak yazmış Yörükoğlu bu önsözü...

"Sevgili Emel,

Bu kitap bizim dördüncü çocuğumuz olarak doğdu. Yirmi yılda 22 kez basılmış ve anababaların başucu kitabı olmuşsa senin katkılarınla olmuştur. Çünkü her sayfasında senin emeğin var. Ev işlerinden ayırabildiğin saatleri, yeni doğan bir bebeğe bakar gibi, kitabın yazılışına ayırdın. İki parmakla yazdığın daktiloda sana verdiğim taslakları usanmadan temize çektin, düzeltmeleri yaptın, yerinde eleştirilerinle Annelik deneyimlerinle edebiyat öğretmenliği yeteneklerini cömertçe sundun. O günlerde, çocuklarımızı büyütürken aldığın tadı ve mutluluğu yeniden yaşıyor gibiydin. Sonuçta ortaya akıcı bir dille yazılmış bir kitap çıktı. Her kitaptan sonra bir yenisine başlamak için beni durmadan yüreklendirdin. Övgüleri ben aldım ama her iyi eş gibi sen yanımda ve arkamda itici gücüm olarak kalmayı yeğledin. O günleri nasıl arıyorum bilemezsin.....
.......
Sevgili karıcığım, bir yazarın şu sözlerini sana sık sık söylerdim: "Çocuklarınızı ruhsal bakımdan sağlıklı yetiştirmek istiyorsanız tek bir şey yapın ve eşinizi mutlu edin!....."

Çok şanslı kadınmış diyorum, nur içinde yatsın ikisi de. Çok keyifle ve öğrenerek, ders alarak okudum bu kitabı. Altını çizdiğim çok yer oldu, sonradan açar yine okurum diye. Bir kitap okumaktan ziyade Yörükoğlu'yla sohbet ediyormuşcasına güzel bir dili var, çok anaç, çok sade. Bir sürü şey öğrendim çocuklara ilişkin, bu sayede kendimi bile analiz etme şansım oldu. Bu kitabı 1 senede okudum neredeyse, sıkmadan bunaltmadan sindire sindire.

Özgür Yayınları, 28. Basım (1. Basım 1978), 410 sayfa

18 Nisan 2009 Cumartesi

Metropolde Bir Kadının Sessiz Çığlığı - Nesrin Göçtürk Kaya

Kibar bir şekilde nasıl söylenir bilmem ama ismini beğenip aldığım bir roman daha, artık bunu yapmamam gerektiğini öğrenmiş olmam gerekiyordu ama demekki öğrenememişim. Evden işe işten eve giden mazbut bir genç kız hikayesi olarak başlayan romanı edebi olmaktan çoook uzak olan diline rağmen saygımdan okuyacaktım, ama henüz 50. sayfalarda 80 lerin Türk filmlerini aratmayacak şekilde bu mazbut genç kızın sarhoş edilerek sevgilisi tarafından ırzına geçilmesi ve onunla evlenmesi gerektiğini düşünmesi üzerine yarım bıraktım bu romanı. Hani bu olan maalesef bir toplum gerçeği, eğer bunu yeriyor, karşı tezler oluşturuyor olsaydı yine okuyacaktım bu romanı, ama o ne tarz öyle, kırılmış kadın öcünü almak ister, sevmeden evlenir, hayatı mahvolur falan filan, akıllara zarar cinsten. Tavsiye etmiyorum.

Sonsuz Kitap, Ocak 2007 1. Baskı, 358 Sayfa

12 Nisan 2009 Pazar

Safran Sarı - İnci Aral

Bu roman haftalarca bekledi rafta, tabaktaki en sevdiğim pastayı sona bırakmak ve sıra ona geldiğinde hem bitmesini istememek hem de büyük iştahla yemek gibi yani, İnci Aral kitaplarının neredeyse hepsini okudum bu yüzden kalanlar en sevdiğim pasta muamelesi görüyor, haftalarca raflarda sürünüyor. Oysa, rafta tozlandırdığım bu roman maalesef bir hayalkırıklığı oldu benim için. "Safran Sarı, para, güç ve başarı peşinde koşarken kimliklerinden, aşktan ve umutlarından uzaklaşan, sayıları gitgide artan otuzlu yaşlarında bir kesimin önce sevgiyi, sonra geleceğe olan inancını, en sonunda ruhunu kaybedişinin serüveni.." (arka kapaktan). Burada bahsedilen otuzlu yaşlarındaki kesim İstanbul'un yüksek sosyetesinden birkaç kişidir ve bunların parasıyla puluyla ne tür rezilliklere giriştiği, aşkı nasıl harcadıkları, fazla paranın bu insanları nasıl sığlaştırdığı anlatılmaktadır roman boyunca. İlk başta çok ilgimi çekmiş olsa da, sonrasında ardı ardına yapılan tekrarlar, evet, bir geleceksizliğin mevcut olduğunu kabul ediyor olmam fakat bu zengin kesimin bir kuşağı temsil ettiğine dair inanca kesinlikle katılmıyor olmam sanırsam bu romanı beğenmememe neden oldu. Romanın dili de İnci Aral dilinden uzaktı sanki biraz, arada bir yakalasa da kendisini kolaycacık kaçırmıştı. Sanırım dil de kendiliğinden karakterlere uyum sağlamıştı. Daha iyi işlenebilirdi bu konu, daha güzel anlatılabilirdi.

Merkez Kitaplar, Eylül 2007 (1.Basım Mart 2007), 316 sayfa

3 Nisan 2009 Cuma

Geç kalmış doğumgünü kutlaması..

31 Mart doğumgünüm. Eh üzerinden geçti biraz, hem yazmaya vaktim olmadı hem yazmak istemedi canım. Neden, çünkü kendimle dalga geçecek yaşları yavaş yavaş geçip çok da tahammülsüz bir yaşa doğru ilerliyorum, bu nedenle de bazı şeyleri çok ciddiye alıyorum. Her ne kadar 25 göründüğümü söyleselerde, hehe, 33 yaşımdayım artık, çok çalışan vakti az bir kocam, dünyalar güzeli bir kızım, arada bir sinir bozan işim, birçok sorumluluğum, çok az vaktim, şişesini yarıladığım şarabımla bilgisayar önünde çakır keyif olan zihnim, neredeyse hepsini löp löp yuttuğum antep fıstıklı damak çikolatam var. Yani şuan tamı tamına kartoloza çeken depresif kadına süper uygun hareketler içindeyim. İçmekte olduğum şarabın etkisinde kalarak itiraf ediyorum ki şuan 18 olmak için bir sürü şeyi verirdim. Böyle 18 yani hatta 17 bile olabilir ama üniversite sınavına felan bir daha girmek istemem, yine aynı bölümde okusam da yeter benim için. Hayatım o günden bugüne pek bir değişti (bu arada ikinci damak çikolatayı açtım bile) ve öyle bir yere geldi ki bazı kararları ne kadar yanlış verdiğimi düşündüm bütün bu yaşım boyunca. Ve kadınların içinde bulunan, kendini bu düşünceler nedeniyle kendini suçlu hissetme duygularıyla boğuştum (eee mis gibi sağlıklı bir kızın var daha ne sızlanıp duruyorsun ki, ne durumlarda kadınlar var duyguları gibiii). Ben de öyle bir self-motivation var ki hepsinin üzerinden bir tebessümle gelmeye çalıştım, geldim mi bilemem artıkın. Tüm bunlara ek olarak göz çevremdeki kırışıklar da asabımı bozuyor, cildim günden güne bozuluyor, oram buram sarkıyor felan. Bir de koç burcu olmak var tabii, hiçbirşeyden memnun olmamak, herşeyin daha fazlasını istemek, naaahhh şu kadaar bir egoya sahip olmaaakk, uğraşılır şeyler diiiil tabi. Neyse bu kadar depresif söylemden sonra self-motivation çalışmaya başladı, bir süpriz parti oldu bugün, bir sürü güzel hediyem oldu, çok arayanım oldu gerçekten de, sevildiğimi hissettim, güzel oldu, yolun yarısına sadece 2 yıl kaldı...

30 Mart 2009 Pazartesi

Bu insanlar eşek mi...ve nihayet bahar geldi...

Ne için umut etmiştim ve umut ettiğim şey de iyi bir şey miydi çok da emin olmamakla birlikte yine de umut etmiştim. Aman yolsuzluk olmasın, dürüstlük olsun, Ankara yaşanılır bir kent olsun gibi çok aşmış umutlar yerine, en azından güzelim Cinnah caddesini türbeye çeviren iki adımda bir sıralanmış yeşil ışıklı sokak lambaları (ki tüm havaalanı yolu boyunca ve aslında heryerde var), güzel parkların çok adi bir kerhane bahçesi gibi görünmesine neden olan cıngıl cıngıl ışıklar kalksın, su faturalarını abartarak bizden çaldığı paralarla gidip Keçiören'e teleferik yapılmasın gibi basit mi basit isteklerim vardı. Ama Ankara ne eşekmiş ne, ki yine aynı eşek kimbilir daha nereleri mahvetmek üzere belediyenin başında... Üzüldüm valla, bu kadar eşekle aynı havayı solumak istemiyorum ben ya...

Bu arada saatleri ileri aldık, işten aydınlıkta çıktık, bahar kendini gösterdi, haftasonu kardeşim geldi gitti, çok istediğim bir firmaya iş görüşmesine gideceğim birde, bunlar günümü yine de şenlendirdi...

25 Mart 2009 Çarşamba

Masumiyet Müzesi - Orhan Pamuk

Baştan söyleyeyim, beğenmedim. Romanın yarısını bir çırpıda okudum, varlıklı Kemal'in yoksul Füsun'a olan aşkı, gencecik aşıklar misali birbirlerine kur yapmaları, o zamanların ve aslında bu zamanların da kadınlara yönelik yaptırımları, eski Istanbul görüntüleri, duygusal karmaşalar, bir çırpıda okumamı sağladı ilk yarıyı. Fakat daha sonra, kadın karakterlerin oldukça sığ kalması, bu aşkın ve tutkunun bir sonuca ulaşmaksızın uzayıp durması, aşk takıntısının bir tekrara dönüşmesi ve bu tekrarın romanın diğer yarısı boyunca sürmesi beni çok sıktı ve itiraf ediyorum sonlara doğru atlayarak okudum, öff artık yeter diyerekten. Şimdi ben ne sanıyorum ki kendimi nobel ödüllü yazarın son kitabını böyle alelade eleştiriyorum, yapacak birşey yok fikrimi söylüyorum. En ufacık minicik şeyleri bile "herşey kutularıma" koyduğumdan, müze bende güzel hisler uyandırdı, ve sanıyorum bu romanda sevdiğim tek şey de buydu.
İletişim Yayınları, Eylül 2008 1. Basım, 592 sayfa

15 Mart 2009 Pazar

Slumdog Millionaire

Çok mükemmel bir film olduğunu düşünmüyorum, ama bende güzel hisler bıraktığını söyleyebilirim. Anlatılan tüm acı dolu hikayeye rağmen filmin pozitif bir enerjisi var, belki de adamın sonunda köşe olacağını bilmemizden kaynaklanıyor bu. Son soru çok kolaydı, hani yarışmayı bilmesek tamam da, bu yarışmada son soru pek kazık olur aslında. Oyuncuları çok sevdim bir de, onlar da pek saftılar.

1 Mart 2009 Pazar

Hamam Sefası..

Hayatımda hiç hamama gitmemiştim, düne kadar. Bir de pek küçükken gitmiş olmalıyım ki büyük memeli çıplak kadınların bir havuza doluştuğu silik mi silik bir fotoğraf var belleğimde o kadar. Arkadaşlar arada bir giderler hamama beni de ararlar fakat ben "elit insan" "hamam ne yaa, bööööyyyk iiirenç, ben hamama felan gitmem" diyerekten hep reddettim hamama gitmeyi. Fakat annem pek sever, Bolu'da kaplıcalar içinde büyüdüğünden midir nedir sever işte. E ben de anneyi götürmek isterim hamama, bir rahatlasın şöyle kendine gelsin, çük yoruluyor ya ondan; arkadaşlara haber saldım bir "hamam organizasyonu" yapılsın diye. Sağolsunlar kırmadılar aynı hafta Cumartesi gününe organizasyon yapıldı. Tabii ben daha önce hiç hamama gitmediğimden bir gece önce Eylem arkadaşımı arayıp soruyorum yanımızda ne götürmemiz gerekiyor" diye. Hamama giderken yanımızda götürmemiz gerekenler şöyleymiş: "Havlu, sabun bezi, sabun, terlik, şampuan, tarak, temiz çamaşır". Çantamızı hazırladıktan sonra annemle birlikte Hacettepe hastanesinin arkasında yeralan "Tarihi Karacabey Hamamı" na doğru yola koyulduk. Erkek kısmının kapısından girmeye çalışarak ilk falsoyu verdik tabii, meğer öndeki kapı erkek kısmının kapısıymış, bayanların kapısı sol taraftaydı. Neyse girdik içeri, aşağıda çok da büyük sayılmayacak bir avlu ve yukarıda da avluya bakan kapılar var. Bizi yukarı çıkartıp bir oda verdiler, orada hazırlandık ve kapımızı kilitleyip hamama indik. Bu arada bikini giydiğimizi belirtmeliyim, haa tabii bir de peştemal verdiler, onu da üstümüze sardık, fakat tabii ben biraz gıcıklık yaptım "ııyy bu peştemalleri yıkıyorlar mı acebaaa" diye, bilmiyorum valla yıkamıyor olabilirler, neyse bir daha ki sefere kendi peştemalimi götüreceğim zaten. Hamam da böyle her yeri mermer olan, tepesi kubbe şeklinde olan, kubbelerinde minik camlar olan, ortasında göbek taşı olan bir yer. Göbektaşının etrafında minik odalar var, oralarda yıkanılıyor, duş perdesi de asılmış istersen kapatıp keyfine bakıyorsun. Hamam oldukça güzel bir yapıydı ve gerçekten de tarihiydi, o nedenle bir garip oluyor insan. Ve belleğimdeki silik fotoğraf ise beni yanıltmıyor, çünkü etrafta dolaşan koca memeli teyzeler gerçekten varlar. Fakat bizim gibi bikinili "modern taze" kadınlar da var, hatta burda bunu söylemek azıcık ayıp mı kaçar bilmiyorum ama gayet şuh dantelli iç çamaşırı takımlarını giyip gelmiş ablalar bile vardı ne yalan söyleyeyim. Şok oldum kısacası, amanın ne ortamlar ve amanın ne tip kadınlar var diye. Burada o sıcak havuzlardan yok, zaten olsa da hijyene hep dikkat etmek lazımdır. Neyse, sıcak suları dökündükçe ortama alıştım tabii. "Ooohhh amaaaannn ne güzelmiş yahuuu, oohhh" diyerekten suları döktürdüm durdum. 15 dakika sonra bir tane tellak teyze geldi, "tamam siz yumuşamışsınızdır artık" dedi, biz de keselenmeye gittik göbek taşına. Tabii ben orda hemen "ay ben ilk defa geliyorum" dedim tırsarak. Hamamsever annemin önderliğinde bir güzel keselettik kendimizi, sonra da sabunlatıp masaj yaptırdık. Masaj ve kese süperdi, pamuk gibi olduk. Havlularımıza sarınıp çıktık, giyindik avluya indik, annem "hamamdan sonra gazoz içerdik biz eskiden" dedi, beyaz gazozlarımızı aldık, içtik, çıktık Ankara soğuğuna. Sonuç olarak soğuğa çıkınca anladım ki, tüm yorgunluğumu göbek taşında, tüm sırt ağrılarımı tellağın parmak uçlarında bırakmışım, keyfim yerine gelmiş, cildim güzelleşmiş, nefesim açılmış.. (alerjik astımım olduğundan ben sandımdı ki buhardan bunalırım, hiç öyle olmadı, aksine açıldım, zaten öyle çok da bunaltıcı buhar yoktu içerde) Kendimizi böyle güzel hissedince her ay mutlaka gelmeyi planladık, pahalı birşey de değil, fiyatlar gayet makul.

22 Şubat 2009 Pazar

Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar - Adem Güneş

Çocuk psikoloji üzerine okuyacağım kitapları alırken çok daha dikkatli olmam gerektiğini öğrendim bu kitapla birlikte. Ve maalesef bu kitabı alarak hiç hoşlaşmadığım bir kesime de para kazandırmış oldum buna da üzüldüm. İçindekiler kısmına baktığımda hemen hemen anlamış olduğum fakat yine de hiç okumadan yargılamak istemediğim için de okumaya başladığım bu kitap, ilk sayfalarda pek çaktırmasa da şu paragrafı ile beni çok sinirlendirmiş ve kitabı yarım bırakmama, dinci olarak tabir edilen kesime de para kazandırdığım için kendi kendime de sinir olmama neden olmuştur. Aşağıdaki paragrafa buradan bir çüüüşşş demek ve doktor, pegagog, psikolog gibi insan sağlığı ve gelişimi üzerine çalışan meslek gruplarına mensup kişilerin de dini kullanmasına anlam veremediğimi ve bunu yapanın da fazlasıyla onursuz olduğunu düşündüğümü de belirtmek isterim. Bu insanlar boşu boşuna okumuş olmalılar..

"...Hamile bir anne, abdest aldığında, namaz kıldığında, Kur'an okuduğunda yahut yalan söylediğinde, gıybet ettiğinde, günaha meylettiğinde karnındaki çocuk ne haldedir?."

21 Şubat 2009 Cumartesi

Bir takım sapır saçma çıkarımlar..

Her kadın farketmeden veya kasten babasının en az 3 özelliğini taşıyan bir adamla evleniyor, sonra da zamanla kendisi de annesine benzemeye başlıyor, sonra bu benzeşmeden kaynaklanan benzer kaderler ortaya çıkıyor...mu acaba...

28 Ocak 2009 Çarşamba

Karanlıktaki Adam - Paul Auster

Öncelikle bu romanı İngilizce aslından bu kadar güzel çevirdiği için Seçkin Selvi'ye teşekkür etmemiz gerekiyor, çünkü çok başarılı bir çeviri olmuş, güzel, akıcı diliyle ve önem verilerek hazırlanmış çevirmen notlarıyla romanı bütünlemiş adeta. Romanın kendisine gelince yine çok güzel, yine çok etkileyici ve yine kesinlikle Paul Auster; roman içinde roman onun içinde başka bir roman daha, bu romanlar içinde hangisi hayal hangisi gerçek, ve tabii ki anılar anılar...Bundan sonrası okumayanlar için sakıncalı olabilir....

August Brill ana karakterimiz, 72 yaşında, eski bir kitap eleştirmeni, babacan mı babacan tatlı bir adam. Bir trafik kazasından sonra tekerli iskemleye mahkum olmuş, kızı Miriam ve torunu Katya'yla birlikte oturmaktadır. Uyku tutmayan bir gecede karanlıkta, anımsamak istemediği düşünce ve olayları, karısının ölümünü, torununun erkek arkadaşının Irak'ta vahşice öldürülüşünü kafasından kovmak için, kendi kendine öyküler anlatmaya başlar. ABD'nin kendi kendisiyle savaşta olduğu bir öykü kurgular. Yarattığı ABD'de New York bağımsızlığını ilan ederek ABD'den ayrılmış, bunun üzerine de ülkede oldukça kanlı bir iç savaş başlamıştır. İronik olansa ABD Başkanı'nın yine Bush olması ve savaşı onun başlatmış olması.

".....2000 yılındaki seçimler...Anayasa Mahkemesi'nin kararından hemen sonra...protestolar... büyük kentlerde ayaklanmalar...Seçmenler Kurulu'nun lağvetme girişimi...yasa taslağının kongrede reddedilmesi....New York Büyükşehir Belediye Başkanı ile belde belediye belde başkanlarının liderliğinde yeni bir hareket... 2003'te eyalet yasasıyla kabul edilen Birleşik Devletler'den ayrılma kararı...Federal Birlikler Albany, Buffalo, Syracuse, Rocherter'a saldııyor.. new York bombalanıyor... seksenbin ölü... ama hereket yaygınlaşıyor...2004'te Maine New Hampshire, Vermont, Massachusetts, Connecticut, New Jersey ve Pennysylvania, New Yorkun yanında Amerika Bağımsız Devletleri'ne katılıyorlar... aynı yılın sonlarına doğru California, Oregon ve Washington'da Pacifica adını verdikleri kendi cumhuriyetlerini kurmak için Birleşik Devletler'den ayrılıyorlar...2005'te Ohio, Michigan, Illionis, Wisconsin ve Minnesota Bağımsız Devletler'e katılıyorlar.. Avrupa Birliği yeni ülkeyi tanıyor.. diplomatik ilişkiler kuruluyor...sonra Meksika...sonra orta ve Güney Amerika yeni ülkeyi tanıyıp diplomatik ilişki kuruyorlar......"

August'un kafasında kurduğu öykünün baş kahramanı, kendi halinde New York'lu bir sihirbaz olan Owen Brick, derin bir çukurun içinde uyanır. Önceki gece karısının yanında uyumuş olan Brick, buraya nasıl geldiğini anlayamaz. Daha sonra onu bu çukurdan kurtarmak için bir asker gelir ve öğrenir ki ülke bir iç savaştadır. Üstelik kendisinin de bu savaşta çok önemli bir görevi vardır. Bu iç savaşın çıkmasına neden olan kişiyi bulup ortadan kaldırmak. Bu kişi bir yazardır ve bütün bu savaş o kurguladığı için yaşanmaktadır. Bu yazar ise tabii ki August Brill'dir! Kendi geçmişiyle yaşadığı iç savaşı biraz olsun hafifletebilmek için kafasından kurgular yapmaktadır. Karısı Sonia'yı, onu terkedişini, sonra tekrar biraraya gelişlerini, kızı Miriam'ı,torunu Katya ve onun sevgili Titus'u düşünür. İlk başlarda bir yan hikaye gibi başlayan iç savaş ve kahramanı Owen ile ana kahraman Brill çakışınca daha bir beğendim romanı. Bitince üzüldüm. Tavsiye ediyorum mutlaka...
Can Yayınları, 2.Basım Eylül 2008, 167 sayfa

20 Ocak 2009 Salı

Piyano - Yiğit Okur

Bu romanı bitirdiğimde daha önce Yiğit Okur'u hiç okumamış olmamdan dolayı büyük üzüntü duydum. Romanın kahramanı Cevat'ın ağzından dökülen kelimelerle okuyoruz romanı. Cevat'ın babası taa Osmanlı zamanından zengin bir tüccar, tabii ki de bu parayı namuslu yollardan kazanmamış bir adam, ve Cevat bunu öğrenmesiyle birlikte herşeyi boşverip, para kazanmak için çalışmayıp ve babasından kalan işe de devam etmeyip paraları istediği gibi zevkine zevkine harcayan bir adam. Zevkine zevkine derken, ülkenin son derece yoksul bir döneminde utanmaz bir şekilde harcaması bir yana, sanata ve müziğe de harcıyor paraları. Rahat mı rahat karizma mı karizma, ve tüm bunlara ek akıllı mı akıllı değişik bir adam olan Cevat, bir piyanoyla kazanırken herşeyi kaybediyor da, aşık oluyor, geçmişine lanet ediyor. Tüm bu özellikleriyle kendini sevdiren Cevat Bey romanı da bir çırpıda okunur kılıyor. Romanın yan kahramanları Elvira ve gizemli hikayesiyle Sakine Hanım ve kızıyla da sevgiyle yakınlaşmamızı başarıyor yazar. Konu olan bu uzun dönemde ülkenin ve toplumun içinde bulunduğu durumları da aktarıyor. Yatarak, oturarak, müzik dinleyerek, tv seyrederek veya amuda kalkarak yapılan bir okuma sırasında bile hayalde canladırması çok da zor olmayan, okuyucuya havuz probleminden hallice bir sahne okutmadan çok basit başlıyor roman, geçmişten çok detaylı bahsederken geleceğe göndermeler yaparak meraklanmamızı sağlıyor, ne olacak bu Cevat Bey demeden geçilmiyor herbir sayfa. Bazı gizemli noktalara dair açıklamalar okuyucuya bırakılsa da çok uzun bir dönemde tanıklık ediyoruz Cevat'ın yaşamına. Çok da detay vermeyeyim artık, tavsiye ederim, yazarın diğer romanları da okunacak..

Can Yayınları, 4. Basım 2007 (1.2003), 431 sayfa

10 Ocak 2009 Cumartesi

Yeni Yıl, 2009..

Aralık tan bu yana, eski yıl yeni yıl geyiği yapacağım, umutlarımı hayallerimi yazacağım, eski yıldan aldığım dersleri döktüreceğim derken, yıl bitmeden vuku bulan ateşin düştüğü yeri yaktığı bazı üzücü olayların ardından gelen etkilenmelerin üzerime inen burkuntusu, yılbaşı gecesinin olması gereken moduna bir türlü girememiş olmam, sıradan bir gün muamelesi çekmiş olmam ve yeni yıl sabahına nöbet nedeniyle bu sene de kocasız uyanmam bu yazının bu kadar gecikmesinin kişisel nedenleridir. Yeni yıl başlayalı henüz 10 gün olmuş olmasına rağmen sanki aylar geçmiş hissi veren bir sürü nefretlik durumun hem Türkiye'de hem de dünyada ortalığı bulandırması (Yılbaşı gecesi Ankara'da 7 çocuğun doğalgazdan zehirlenmesi sonra o iğrenç kılıklı müdür bozuntusunun abuk subuk konuşması, İsrail'in Filistin'e saldırması, Ergenekon zırtının iyicene zıvanadan çıkması, krizin neler getireceğinin halen bilinmemesi) benim de içimi bulandırmıştır, bu da bu yazının bu kadar gecikmesinin sosyal nedenleridir. Bu yıl hep böyle gitmez umarım... 2009 dan beklediklerim ise bu günde yaşananlardan sonra biraz değişti, barış bekliyorum, ekonomik kriz işsizlik artmadan bitsin istiyorum, işimi kaybetmek istemiyorum kaybedersem de hemen yeni bir iş bulayım istiyorum, kanser olmamak için yediklerime dikkat etmek ve spor yapmak istiyorum, hayatın aslında çok kısa olduğunu farkedip takıldığım o ufacık minicik salak şeyleri popoma sallamamak istiyorum, hepimiz için önce sağlık istiyorum, kızımı iyi yetiştirmek istiyorum...önümü görmek zorlaştığından pek de fazla birşey isteyemiyorum, yine de en kötü günümüz böyle olsun sdiyorum, ne diyim....
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...