29 Aralık 2006 Cuma

Mutlu Yıllar, Mutlu Bayramlar

Sanıyorum Orta 1 den beri yapıyorum bunu, her kullandığım takvimde biten günün üstünü koskoca bir çarpı işaretiyle karalıyorum. O yaşlarda yaz tatiline bir tür geri sayımdı bu. Sadece yaz tatilinde gördüğüm bir platonik çocukluk aşkım vardı, ne kadar çok çarpılarsam yaz tatili o kadar çabuk gelecek kendisini de o kadar çabuk göreceğim, aman allaam ergenlik ne garip bir dönemmiş. O aklı bir karış havada zaman süresince bu çarpılama yüzünden günümü yaşayamamış hep geleceğe dönük debelenip durmuşum sanıyorum. O platonik aşk ergenlik bitince bitti gitti de, bu çarpılama durumu kaldı yadigar, gördüğüm her takvimin biten gününü karalamadan rahat edemiyorum sanki. 2006 yı da karalamışım gitmiş, karalamaktan kastım olumsuz algılanmasın, dediğim gibi mutluluklarımı alıp devam edeceğim yoluma. Yeni Yılınız kutlu olsun, sağlık ve mutluluk olsun.

Bayram desem, o kadar uzun bir süredir tatil anlamına geliyor ki benim için. Dedemin sabahın köründe torunları ayağa dikmesi, anneannemin evde kavurma yapması o kadar eskide kaldı ki, o jenerasyonun aramızdan ayrılmasıyla hepimiz tatil yapar olduk. Ama onu da haketmiyoruz değil, yeni jenerasyonda yoruluyor ama çalış çalış. E o zaman iyi bayramlar!!

27 Aralık 2006 Çarşamba

Hokkabaz

Seyretmek yeni nasip oldu, çünkü pek de hevesli değildim acele etmedim. Cem Yılmaz'ı seviyorum sevmesine de Gora'dan pek hazetmemiştim ondan olsa gerek. Hafif bir tebessüm yaratan, güzel hisler bırakan filmlerden olmuş, iyi de olmuş. Hokkabaz'ı sevdim, özellikle de ana karakterlerden çok ara tiplemelerdeki yurdum insanlarını sevdim diyebilirim: İskender tamirciye sorar "Şehitlik nerde?" tamirci cevap verir "buralaaa böööle şehitlik işte", bu sahne o kadar tanıdık ki. Bu yaz Knidos'dan kıyı şeridini gezerek Datça'ya geri dönmekteyiz duyduk ki Mesudiye güzel deniziyle gezilesi bir yermiş, biz de görelim dedik, deniz kenarından dağ boyu tırmanmakta ama etrafta herhangi bir yerleşim alanı veya tabela görememekteyiz, inin cinin top oynadığı dağın başında o sıcakta yol kenarında yürüyen teyzeleri görünce birden durup sorarız "teyze mesudiye nerde?" şirin mi şirin teyzeler cevap verir "buralaa böööle Mesudiye yavrum". Etrafa yine bakarız bir taraf deniz bir taraf dağ. Biz de öyle kalırız....

26 Aralık 2006 Salı

James Brown

İstanbul'a konsere geldiğinde gidemediğimiz için üzülmüştüm, şarkıları ve tarzı bu kadar eğlenceli, hareketli ve renkli olan bir adamın konserinde kimbilir nasıl dansedilirdi diye hayıflanmıştım. Sanıyorum okul zamanlarıydı, Istanbul'daki kankalar gitmişti de ben de kıskanmıştım. Nitekim çok da eğlenmişlerdi. James Brown hayata veda etmiş dün,huzur içinde yatsın diyelim. Eminim "I Feel Good" dinleyip de gerçekten de kendini iyi hissetmeyen yoktur, o öyle bir şarkı çünkü, ismiyle özdeş. Ben mp3 çalara koyup üstüste dinleyip sokaklarda yürüdüğümü bilirim, evde sesini açıp bağıra bağıra söylediğimi bilirim, gölge de çaldığında deli gibi dansettiğimizi bilirim...bilirim de bilirim, çünkü James Brown hep vardı ben kendimi bildim bileli. Büyüyoruz.

25 Aralık 2006 Pazartesi

2006 nın son haftası


2006 da naaptık, 2007 de neler yapıcaz geyikleri başlasın artık.2006 yılı pişmanlıklarımızı bu haftada bırakıp, mutluluklarımızı da yanımıza alarak 2007 için belki de hiç tutmayacağımız sözler verme zamanıdır artık. 2007 dilek kutusunu doldurmak, hiç başlamayan diyet programları yapmak, sigarayı bırakma kararları almak lazım. Ucunda bir de tatil var yılbaşının daha ne isterim :)

23 Aralık 2006 Cumartesi

Herşeyi oluruna bırakmak mı lazım?

Bütün haftasonu evde oturup kargo beklemek istemediğimden net siparişlerimin teslimatını haftaiçine denk getirip ofis adresini veriyorum. Bu seferki Cuma'ya kaldı. Dün sabah aradım kargoyu geldi mi diye, gelmiş, ama yanlış şubeye gitmişmiş, oradan aldıracaklarmışmış. Peki dedim.Öğleden sonra oldu kargo falan yok ortada.Tekrar aradım daha şubeye gelmemiş, yarına yani artık bugüne kalabilirmiş, iyi de dedim yarın ofis kapalı, o zaman kağıt bırakırlarmış da ben gidip alırmışım.Sinirlendim tabii, bir sürü laf ettim adamlara, illa ki getirin kargomu diye.Neyse, baktım ne kadar güzelce de söylesen kavga da etsen olmayacak, kargonun gittiği diğer şubeyi aradım, eve gidiş yolumun üstündeymiş, aman istemiyorum ben akşam geçerken alacağım kargoyu sizden.

Çıktım Kırkkonaklar dolmuşuna bindim.Daha çabuk gitmek için de hep bindiğim ve dolmuşun boş geçtiği duraktan değilde aşağıdakinden bindim dolu olmasını göze alarak. Nitekim doluydu, hatta tıklım tıklımdı diyebilirim ayakta gidiyorum.Ama yarı yolda ineceğim kargonun orada nasıl olsa. İndim kargoya gittim. Kargocular kargomu aradılar, nihayetinde buldular. Aldım kargomu binbir küfür ederek kargoculara, oradan başka bir dolmuşa tekrar bindim eve doğru.

Seyran'da durduk, solumuza baktık. Başka bir dolmuş virajı dönememiş, dümdüz gidip, kaldırıma çıkıp bir tane dükkana girmiş. Ortalık ana baba günü olmuş. Ben kendimi tutamayıp ne dolmuşu bu yaaa diye birazcık bağırmışım, bundan sonrası film gibi, gözlerim aranıyor dolmuş etiketini yavaş çekimde, baktım ki Kırkkonaklar dolmuşu, kalıyorum böyle. Sonuçta her bindiğim dolmuşun plakasını almıyorum tabii ama kargoda 12-13 dakika oyalanmış olsam ve Kırkkonaklar (Koza dan giden) dolmuşlarının da ancak 15 dakika arayla geçtiği düşünürsem, bu kaza yapan dolmuş benim kargo için indiğim dolmuştu. Bizim şöför indi, gitti baktı ne olmuş falan diye, frenleri patlamış alamamış virajı. Ölen falan yokmuş ama yaralılar varmış.....

Çok fazla film seyrettiğimden olacak "amanın kaderimi değiştirdim ben, hemen eve gideyim başıma bir kaza gelmeden" paniği içinde koşa koşa eve gittim dolmuştan inince. Böyle şeylere inandığımdan mı yoksa karar vermenin herhangi bir negatif sonucundan korktuğumdan mıdır nedir, her zaman aldığım bileti, oturduğum koltuğu değiştirmemeye çalışırım, aile fertlerinin yolculuk kararlarına asla bulaşmam, asla fikrimi beyan etmem.Araba yolculuklarında şurda duralım demem. Yolculuklarla alıp veremediklerim var, karar alma konusunda sıkıntılarım var. Ya başkaları karar versin ya da oluruna bırakılsın.

Herşeyi oluruna bırakmak mı lazım, yani kargo madem getirmiyor, gider kendim alırım mı demek lazım. Dolmuşa binerken durak değiştirmemek mi lazım. Hayatta hiçbir şeyi değiştirmemek, hep korkmak mı lazım. Hiç korkmadan herşey akışına bırakılabiliyor mu? Bilemedim.....

21 Aralık 2006 Perşembe

Yağmur nihayet..

En sonunda yağmur yağmaya başladı, aralık ayının kavurucu sıcakları nihayet son buldu :) Yazlar sıcak ve kurak, kışlar soğuk ve yağışlı diye öğretmişlerdi bize, ama Aralık ayında bahar yaşadık Ankara'da. Baharı sevmediğimden ya da Ankara'ya deniz gelmesi için buzulların ne kadar erimesi gerektiği konusundaki şeytani fantezilerimin beni memnun etmediğinden de değil de, belediyenin "suyumuz azaldı, suları ara ara keseceğiz" söylentilerinden rahatsızlık duymaya başlamıştım. Su kesilirse kombi çalışmaz bütün derdim bu...

Neyse, bahar diyorum, yaz diyorum, güneş-deniz diyorum da, Ankara'ya da yakışıyor bu hava, yağmur da keyif veriyor bazen.

20 Aralık 2006 Çarşamba

Kaçan keyfi yerine çağırma operasyonu,sabah sabah

Nette dolaştım geçmedi, şarap içtim geçmedi, yeni bir kitap okumaya başladım geçmedi, fotoğraflarımla uğraştım geçmedi, eskiden okunmuş kitapların altı çizili bölümlerini okudum geçmedi, dün bütün gece o aptal sıkıntı içimi sıktı durdu. O kadar sıktı ki beni gözümden iki damla yaş bile geldi. Yattım uyudum, o da zor oldu ama. Sabah kalktım sıkıntı hala yerinde duruyor. Sevdiğim kıyafetimi giydim, çıktım dolmuşa bindim. Sürekli öksürüp balgam çıkaran ve onu ağzında yuvarlayıp duran bir adamla yan yana oturdum. Dağıtmaya çalıştığım sıkıntıma bir de mide bulantısı eklenince durum daha da beter oldu. Köroğlu’na gelince saatime baktım, daha vaktim vardı, gülümsedim. Starbucks’da indim dolmuştan, çikolatalı mochamı aldım, ekstra mutluluk için bir de çikolatalı kurabiye aldım. Çıktım yürüdüm biraz sabah sabah, soğuk havada hem sıcak hem de çikolatalı kahve iyi geldi, neredeyse kahkaha atacağım. Tekrar bindim dolmuşa ofise doğru. Şöföre 10 kuruş eksik verdim, özür diledim bir 10 kuruş daha çıkartmak için cüzdanımı aldım çantamdan, şöför “abla, hiç önemli değil boşver” dedi gülerek, ben de güldüm. Mutluluk oranı arttıkça artıyor, 10 kuruşun üstüne yatmadım tabii, ödedim. İndim dolmuştan, ofise geldim, kahvem bitmedi. Thrill is gone dinledim daha da mutlu oldum. Şimdi olmak istediğim gibiyim, gülüyorum. Polyyanna mıyım neyim??? Öyleyim ne var, sen olabiliyor musun….

Bir sevilen kıyafet, bir çikolatalı kahve, bir çikolatalı kurabiye, birazcık yürüyüş, bir şöför gülümsemesi ve bir şarkıyla oldukça ucuza kapattım bu mutluluk operasyonunu. Bunu Pazartesi sabahları terapisi olarak ilan etmek iyi olacak, Pazartesi sendromu tedavisi olarak uygulanabilir sanki. Bir deneyeyim.

Neyse,

Öncelikle, mutlu olmayı becerebildiğim için kendime,
Esnek iş saatlerimiz ve ofisin merkeze yakınlığı nedeniyle patronuma,
Dolmuş sıklığı çok olduğu için dolmuşçular birliğine J
Sabah erken açtıkları için Starbucks’a
Sabah trafiği olmadığı için Ankara’ya

teşekkürü bir borç bilirim.

Mutluluk mutsuzluktan daha kolay.

19 Aralık 2006 Salı

Ofisten kısa sohbetler.....1

Çok ciddi çalışmaktayız, panellerimizden birbirimizi göremiyoruz, ama havada dönen diyaloğu duymaktayız:

Bir iş arkadaşım diğer iş arkadaşıma -
"abi, şunu sana mail atayım da pdf yap ama senin bilgisayarda yapılabiliyor mu pdf?"

Arkadaşımız alınır, bilgisayarı herşeyi ve cevap verir -
"abi, sen gönder bana dosyayı ben pdf yapar sonra da o pdf i mp3 yapar geri yollarım sana........."

hepimiz koparız.

iş bazen çok eğlenceli................

17 Aralık 2006 Pazar

Cafe Bien

Dün gece arkadaşlar Cafe Bien diye bir mekana gitmişler, hadi dedik biz de gidelim yanlarına. Cafe Bien Bülten Sokak'ta Şençam Köftecisinin yanında, dışardan baktığınızda hoş bir yer. Hani bazı yerler kış gecelerinde oturulunası yerlerdir, dışardan bakınca buharlı camların ardında loş ışık vardır, öyle işte.

Neyse gittik içeri girdik, dışardan olduğu kadar içerisi de oldukça güzel, iyi müzik çalıyor. Arkadaşların masasında yer yok, ekstra sandalye gerekiyor, biz ayakta kaldık tabii, ama kimsenin umurunda değil. Yaklaşık on dakika bekledik, etrafımıza baktık hani kendi sandalyelerimizi kendimiz bulabilir miyiz diye, olmadı. Burunları çok havada olduğundan genelde mekanın tavanına bakarak ortalıkta gezinen garsonlara yaklaşık on dakika boyunca "pardon, bakar mısınız?" dedik. Nihayet birini yakaladık, "sandalye alabilir miyiz" diye sorduk kibarca. Oldukça ukala, dünyaları ben yarattım, çok da yakışıklıyım bütün kızlar bana hasta tavırlı garsonun ukala tavrıyla bize verdiği cevap aynen şuydu "alamazsınız", o kadar kesin ve net söyledi ki, hepimiz kalakaldık, bu kadar dürüst olduğu için teşekkür mü etmeliydik, yoksa bu kadar ukala olduğu için olay mı çıkarmalıydık. Hiçbirini yapmadık saf saf "neden?" diye sorduk, "burada oturursanız yolu kapatırsınız" dedi ve bizimkiler de "biz hesabı alalım o zaman" dediler, o da "peki" dedi, arkasını dönüp gitti. Yarımız dışarı çıktık sinirimizden, diğer yarımız "müdürünüzü çağırır mısınız bize" dediler, müdür gelmiş özür dilemiş, birer bira ikram edeyim demiş, ama tabii sökmedi bize o ayrı. Bir mekanın güzelliğini içerideki ortamı belirler, müziği belirler ama daimi olarak aynı yere gitmenizi orada çalışanlar sağlar, belli ki sevgili garsonun bundan haberi yoktu ve söylemesi gereken sadece şuydu "kusura bakmayın, burası yolu kapatır, ben sizi şöyle alsam....., çok da kalabalığız bu akşam biraz bekletsem...."

Bu tip ukalalıkları Tunalı, Bestekar, Arjantin gibi Ankara'mızın kokoşlarının takıldığı sokaklarda her tür mağaza, bar ve kafe de yaşamak mümkün diyerek bir genelleme de yapacağım. Müşteri potansiyelinin kokoşların oluşturması, oralarda hep kokoşlar gezer biz de kokoş garsonlar alalım da kokoş olmayanlara da kötü davranalım demek değildir sevgili Cafe Bien.

Madem kokoş sokakta yerini almış, belli ki adı da biraz kokoş niye gittiniz diyeceksiniz, yaptık bir hata işte neyse bu hatayı da daha sonra Gölge'ye giderek telafi ettik. Yeni Gölge Tunalı'da da olsa Sakarya'nın bağrından kopup geldiğinden bütün alçakgönüllüğünü korumakta. Güzel güzel içtik, güzel güzel sohbet ettik, müzik dinledik...

16 Aralık 2006 Cumartesi

Çağla World yayında!

Ex-iş arkadaşım, şimdiki kankam Çağla da bloglandı. Bloğu hayırlı uğurlu olsun, bol bol yazsın, anlatsın, biz de keyifle okuyalım.

http://caglaworld.blogspot.com/

15 Aralık 2006 Cuma

Cuma akşamüstüsü

Dışarıya çıkıp yürümek ve fotoğraf çekmek istiyorum.İşimi ve çalışmayı sevmiyor muyum, seviyorum.Ama şuanda dışarı çıkıp yürümek ve fotoğraf çekmek istiyorum.Şimdi ben gidip bunun için izin alsam ne olur... bu konularda feci dürüstüm yapmam. Dışarda yürüyüş havası var, sakın camdan bakma....

13 Aralık 2006 Çarşamba

Mete'nin yolculuğu...

Çoook sevgili arkadaşımız, gurbet ellerde hastalarına bakan Mete'nin Steppin Razor- Sublime eşliğinde yaptığı yolculuğunun videosu. Ben çok beğendim, sankim Mete'nin yaptığını bilmesem de tahmin edebilirdim hissi uyandırdı bu video bende, ellerine sağlık Mete. Haa, bu arada artık Ankara'ya dönmesini istiyoruz.


12 Aralık 2006 Salı

Jackie Chan

Kemal Sunallı, Adile Naşitli, Şener Şenli eski Türk filmleri böyle defalarca seyredilir de bıkılmaz ya, böyle bir keyifli hisseder insan kendini; Jackie Chan seyredince de böyle hissediyorum, böyle bir mutlu oluyorum, keyifleniyorum. Akşamımızı Rush Hour 2 ile şenlendirdik.Yayıldık koltuklara, güldük eğlendik, "ohaa, bu adam bunları nasıl yapıyor", "bu adam hiç doblör de kullanmıyor, helal olsun"dedik tekrar. Şirin, komik yüz ifadeleri, komik ingilizce konuşması, muhteşem dövüş kareografileri ile Jackie Chan'i seviyoruz. Zaten ben küçükken karate kursuna gitmek isterdim ama yaşadığımız yerde kızlar öyle kurslara o zamanlarda gitmezlerdi, umarım şimdi gidebiliyorlardır :) Rush Hour 2 den eğlenceli bir sahne de aşağıda......


8 Aralık 2006 Cuma

Sigarayı bırakmam lazım...

Sigarayı bırakmam lazım, hem de acilen.Ama bırakmak istemiyorum,ama bırakmam şart.Nasıl olacak bu iş, bunu yazarken de sigara içiyorum.OOOffff. Kayıt altına alayım, baktıkca utanayım diye yazıyorum...

Hepsi hüsranla bitmiş Sigarayı Bırakma Girişimlerim:

1.
En fazla 1 hafta sürdü, o zamanki sevgili şimdiki koca bıraktı, ben 1 hafta sonra yiğitliğe bok sürdürmemek için gizli gizli içtim.Sonra yakalandım tabii o ayrı. Adam 9 ay bıraktı, sonra benim yüzümden tekrar içmeye başladı :(

2.
2 gün içmedim, sonra gecenin 2 sinde bakkala gidip 1 tane sigara almak istedim, bakkal güldü.

3.
Sigaranın üstündeki "kanser olur ölürsün","acı çekersin böyle böğüre böğüre ölürsün"yazılarını boş paketlerden itinayla kestim, hep gözümün önünde dursun diye bilgisayar ekranımın kenarlarına astım hepsini, yine onlara baka baka içtim.

4.
Gece nefes darlığı tuttu, "ay yemin ederim bir daha içmeyeceğim" dedim, ilacımı alıp uyudum; sabah kalktım yine içtim.

5.
30 yaşına girince bırakacağım dedim, doğumgünümde nerdeyse 2 paket içtim.

6.
Her sabah kalkınca bugün içmeyeceğim diyorum, ofise gelince içiyorum, sonra da diyorum ki "aman bugün içtim artık yarın içmem".

7.
İçmemek için paket almıyorum, sonra sürekli başkalarından otlanıyorum.


Sigarayı bırakmayı neden istiyorum?

1.
Kanser olmak istemiyorum,erken ölmek istemiyorum, aslında ölmek istemiyorum ama...öksüre öksüre ölmek hiç istemiyorum.

2.
Alkol aldığım gecelerin sabahında insan gibi uyanmak istiyorum.

3.
30 yaşındayım, en az 3-4 yaş küçük gösteriyorum. 50 yaşıma geldiğimde de öyle olmak istiyorum.Sigara nedeniyle cildimde oluşmuş lekeler, kırışıklar istemiyorum. (çok kızsal bir neden kabul ediyorum)


Sigarayı neden bırakamıyorum? Acımasız özeleştirim....

1.
Çünkü ben kendini ve sevdiklerini düşünmeyen, iradesiz bir insanım. (off bu çok acımasız oldu)

2.
Çünkü içmeyince sürekli yemek yiyorum.

3.
Çünkü içmeyince piskopat oluyorum,herkesle kavga ediyorum.

4.
Çünkü her keyifli anı birkaç sigara ile kutluyorum.

5
.Çünkü her keyifsiz anı birkaç sigara ile bastırıyorum.

6.
Kahve de sigarasız olmuyor ki.


Bak yaş 31 e geldi çattı.Her ne kadar kafa 20 li yaşlara göre çalışıyorsa da, beden öyle demiyor....2007 nin ilk hedefi bu olsun, bak yine yaptım ya, yine erteledimmmm, daha 2007 ye 3 hafta var.OOOfff.

6 Aralık 2006 Çarşamba

Lost Rhapsody

Lost severlere, sevmiş olanlara. Ben çok güldüm, yapanların eline sağlık :)


4 Aralık 2006 Pazartesi

White Lion Konserindeydik

Ankara'da konsere gitmeye dair geçmiş tecrübelere dayaranarak kapı açılışından 1 saat önce gidip upuzun sıralarda beklemedik tabii ki. Çünkü her zamanki gibi ya konserin duyurusu tam yapılamamıştı, ya da Ankara rock severleri bu soğuk aralık gecesinde evlerinde oturup çaylarını yudumlamayı tercih etmişti. Ben tüm pozitifliğimle konser duyurusunun yeterince yapılmadığını düşünmeyi tercih ediyorum.

Ön grup 4x4, oldukça iyiydi, çoğunlukla kendi şarkılarını çaldılar. Salonun dolu ve coşkulu olmaması biraz morallerini bozdu sanıyorum, Ankara seyircisi White Lion'ı beklediğinden çok da fazla tınlamadı ama bence başarılıydılar. Sorun dinleyicilerdeydi :)

White Lion bizi çok bekletmeden sahne aldı. O da ne, biz 50 yaşında kelli felli bir adam beklerken (grubun solisti dışındaki müzisyenlerin değiştiğini biliyoruz bu nedenle gençlik var) ama Mike Tramp 25 yaşında delikanlı performansı ve görüntüsüyle hepimizi kıskançlıktan çatlattı. Salon nispeten biraz daha dolmuştu ya da biz artık ön saflarda yerimizi almış ve zıplamaya başlamış olduğumuzdan arka tarafta ne olup bittiğini göremiyorduk. Aslında, Ankara konserlerinin tıklım tıkış olmamasını da sevmiyor değilim, kimse birbirini itmiyor, kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Neyse, White Lion güzel bir müzik ziyafeti yaşattı bize, daha önce de dediğim gibi artık kimse böyle şarkılar yapmıyor...ve Mike Tramp'in dile getirdiği gibi "Rock 'n' Roll is not dead, and we are all here for Rock 'n' Roll right now in Ankara." Güzel konserden hatıra olarak kocaya bas penası da alındı.... :)

30 Kasım 2006 Perşembe

Charlie Kaufman'ı Seviyorum

Herşey "Eternal Sunshine of the Spotless Mind" ile başladı, önce DVD lerin arasında gezinirken ismiyle dikkat çekti, sesli olarak kendi kendinize tekrarladığınızda şiir gibi...Neyse, seyredildi, sonra tekrar seyredildi, internette aramalar yapıldı, bu filmi kim çektiyse diğer filmleri de izlenile dendi. Daha sonra görüldü ki kim çektiyseden öte kim yazdıysa seyredilmeliydi. "Being John Malkovich" seyredildi ardından, Kaufman tadı fazlasıyla alındı, "Adaptation" seyredildi, sonra "Human Nature" derken, biraz önce "Confessions of a Dangerous Mind" ile tüm Kaufman filmleri seyri tamamlanmış oldu. Artık Charlie Kaufman hakkında yazmaya ve konuşmaya hakkım var...:)

Bir sinema filmi en çok yönetmeninin izlerini taşır sanıyorum. Kaufman bir senaryo yazarı. Yazdıklarını çok iyi anlayan yönetmenlerle çalıştığı kesin, çünkü yönetmen değişse de Kaufman tadı değişmiyor. Zaman ve mekandan bağımsız, uzuuun upuzuuun diyaloglarla dolu, başta karmaşık bittiğinde çok sade ve açık... Kaufman seyircisini üzmüyor hiçbir zaman, fakat öyle bir hüzünlendiriyor ki yüzünüzde bir tebessümle kalıyorsunuz; problemler yaratıp çözüm üreterek kafamıza kakmıyor rahatsızlıklarını, söylemek istediği sözleri , düşünmemizi istediği konuları var sadece.



Herbirini çok sevdiğim Kaufman filmlerinden aklımıza kazınan repliklerden de birer tane eklemek istedim. Hepsini kopyalasam bu blog isyan eder....


Being John Malkovich

"You don't know how lucky you are being a monkey. Because consciousness is a terrible curse. I think. I feel. I suffer. And all I ask in return is the opportunity to do my work. And they won't allow it... because I raise issues"

Human Nature

"What is love anyway? From my new vantage point, I realize that love is nothing more than a messy conglomeration of need, desperation, fear of death and insecurity about penis size. "

Adaptation

"Do I have an original thought in my head? My bald head. Maybe if I were happier my hair wouldn't be falling out. Life is short. I need to make the most of it. Today is the first day of the rest of my life. I'm a walking cliché. I really need to go to the doctor and have my leg checked. There's something wrong. A bump. The dentist called again. I'm way overdue. If I stop putting things off I would be happier. All I do is sit on my fat ass. If my ass wasn't fat I would be happier. I wouldn't have to wear these shirts with the tails out all the time. Like that's fooling anyone. Fat ass. I should start jogging again. Five miles a day. Really do it this time. Maybe rock climbing. I need to turn my life around. What do I need to do? I need to fall in love. I need to have a girlfriend. I need to read more and prove myself. What if I learned Russian or something, or took up an instrument. I could speak Chinese. I'd be the screenwriter who speaks Chinese and plays the oboe. That would be cool. I should get my hair cut short. Stop trying to fool myself and everyone else into thinking I have a full head of hair. How pathetic is that. Just be real. Confident. Isn't that what women are attracted to? Men don't have to be attractive. But that's not true. Especially these days. Almost as much pressure on men as there is on women these days. Why should I be made to feel I have to apologize for my existence? Maybe it's my brain chemistry. Maybe that's what's wrong with me. Bad chemistry. All my problems and anxiety can be reduced to a chemical imbalance or some kind of misfiring synapses. I need to get help for that. But I'll still be ugly though. Nothing's going to change that."

Confessions of a Dangerous Mind

"When you are young, your potential is infinite. You might do anything, really. You might be Einstein. You might be DiMaggio. Then you get to an age where what you might be gives way to what you have been. You weren’t Einstein. You weren’t anything. That’s a bad moment.”


Eternal Sunshine of the Spotless Mind

Clementine: What took you so long?
Joel: I just walked in.
Clementine:Do you miss me?
Joel: Oddly enough, I do!
Clementine:You said "I do" - I guess that means we're married!
Joel: I guess so!

24 Kasım 2006 Cuma

Kırkkonaklar - Ulus dolmuşunda gülme krizi

İşten eve dönüş yolundayız, arkayı beşlemişiz. Yan tarafımda benim tanımadığım ama birbirini tanıyan 4 arkadaş var. İş çıkışı dolmuş dolu, Kırkkonaklardan aşağıya doğru iniyoruz, bu 4 arkadaşdan biri gülmeye başladı, yanındakine bulaştı, onun yanındakine derken bana bulaştı, benden ön tarafa bulaştı, onların önündekilere bulaştı. Önce kendimizi sıktık, başka taraflara baktık; ama engel olunamadı; bir anda dolmuşun 3 te 2 si kahkahalarla gülmeye diğer yarısı da "sinirleri bozuldu" herhalde diye onlara bakmaya başladı. Toplum içinde böyle gülmek çok ayıp çünkü. Neyse, bir süre güldükten sonra birkaç kelime sohbet edildi, inerken herkes birbirine iyi akşamlar diledi. Keyifli bir yolculuk olmuştu.

Biz toplum olarak her daim somurtmaya alışmışız; yolda yürürken, sabah ofise gelince, dolmuşta, otobüste, markette.......her yerde somurtuyoruz. Bu somurtma da gülme gibi bulaşıcı aslında, herkes birbirine bakıp somurtuyor. Bir keresinde biri dolmuşa binince, tebesssümle "Günaydın" dedi, bütün dolmuş sakinleri yol boyunca bu kişiyi bakışlarıyla ezdi. Ben genelde inerken "iyi akşamlar"ya da "iyi günler" demeyi tercih ediyorum, en azından hemen sonrasında dolmuşu terkediyorsunuz ve ahalinin bakışları altında ezilmiyorsunuz; çok ayıp birşey çünkü, sana ne milletin günü aydın ya da değil, sana ne kardeşiiiiiiim.

Gülmek saygısızlık, gülmek ayıp, gülmek hafiflik göstergesi.....bir de "çok gülen çok ağlar" derler, tamamen yalandır.

DAĞARCIĞINIZA HER GÜN İKİ SÖZ

Türk Dil Kurumu hergün 2 kelimeyi anlamı ile birlikte e-posta (!) adresinize gönderiyor. Kendilerine e-posta(!) atmanız yeterli. bilgi@tdk.org.tr adresine konuya "Her gun iki soz almak istiyorum." yazıp gönderin dağarcığınızı genişletin.

23 Kasım 2006 Perşembe

The Thrill is Gone

Dün akşam işten eve dönerken çalmaya başladığında "budur, dünyada yapılmış en güzel, en sevdiğim şarkı budur" dedim birden kendi kendime. Evde, barlarda çeşit çeşit yorumuyla sürekli dinledik de, o an bu anmış, soğuk Ankara'da yorgun bir günün ardından eve yürürken huzur ve mutluluk verdi bana. Sözleriyle hüzünlü, melodisiyle verdiği his büyük bir huzur. Hayatta "en ..." lerim olsun, bu "en..." lerle kendimi birleştireyim, hepsi bir bütün olsun, sonra "Anyl" olsun takıntısıyla şarkı dalında "en.."imi de böylelikle belirlemiş oldum.

The Thrill is Gone 1951 yılında Rick Darnell ve Roy Hawkins tarafından yazılmış; biz B.B. King'le biliyoruz tabii; çünkü B.B. King tarafından 1970'de yorumlanınca ün kazanmış. Ayrıca, çok tatlı başka yorumları da var, henüz hepsini dinleme fırsatı olmadı ama netten bulduklarım aşağıdaki gibi (eğer başka bildikleriniz varsa bana haber verin, hepsini istiyorum...):

Chet Baker
Ella Fitzgerald - Joe Pass
Manhattan Transfer
Blues Brothers Band
Aretha Franklin
Gary Moore - B.B. King
Tracy Chapman - B.B. King
*** Bir de FLU yorumu vardır, Gölge'den çıkmayanlar bilir :) O da takdire şayandır.

Bir de sözlerini yazalım:
The thrill is gone
The thrill is gone away
The thrill is gone baby
The thrill is gone away
You know you done me wrong baby
And you'll be sorry someday

The thrill is gone
It's gone away from me
The thrill is gone baby
The thrill is gone away from me
Although I'll still live on
But so lonely I'll be

The thrill is gone
It's gone away for good
Oh, the thrill is gone baby
Baby its gone away for good
Someday I know I'll be over it all baby
Just like I know a man should

You know I'm free, free now baby
I'm free from your spell
I'm free, free now
I'm free from your spell
And now that it's over
All I can do is wish you well

21 Kasım 2006 Salı

Istanbul Istanbul

Başlıktan da anlaşılacağı üzere Istanbul'daydım :) Her ne kadar iş için gitmiş olsam da 3 gün 3 gecede fırsat bulunan her anda gezmeyi büyük bir hiperaktiflik göstererek başardım.Tabii bunda bütün programlarını bana ayıran, işlerimin bitmesini sabırla bekleyen kankalarımın da katkısı büyük. Zencefil'de yediğim palamut köftesi, Dolmabahçe çay bahçesinde boğaza karşı çaylar, İstiklal'den Galata'ya yürüyüş, Roxy'de süper eğlence, kaşarlı dürüm döner, ıslak hamburger ve atom için kendilerine buradan tekrar tekrar tekrar teşekkür ederim, onlar kendilerini bilirler......


Neyse, Ankara'da yaşayan her insanın Istanbul gezisinde olduğu gibi bu Istanbul seyahati de sürekli "keşke burada yaşasak" dilekleri ve temennileri ile geçti; sonra "aman burda çok trafik var, hava pis, kapkaççılar var" tesellileri ile vazgeçildi ve Ankara'ya dönüldü.....

14 Kasım 2006 Salı

White Lion Ankara'da!!!


White Lion 02.Aralık Cumartesi akşamı Saklıkent'te. Biz kocayla biletlerimizi alacağız. Eee 76 kuşağı olarak bu konsere gitmezsek ayıp olmaz mı? Ayrıca, güzel müzik dinlemek, biraz da nostalji yapmak adına gitmeliyiz diye düşünüyorum; ne de olsa artık böyle gruplar yok ve böyle şarkılar yapılmıyor.....

13 Kasım 2006 Pazartesi

Grip Olmanın İyi Tarafları

Salondaki koltukta önümde ısıtıcı, üstümde battaniyemle yatarak geçirdiğim bir haftasonundan izlenimlerim:

Grip olmak iyidir çünkü:

- Sürekli yatarsınız kimse size kalk demez, hatta aman sen yat derler,
- Evde güzel hizmet görürsünüz,
- Tüm gereksiz TV programlarını sorgusuz sualsiz seyredersiniz, hiç de suçluluk duymazsınız aman bu kadar vakit TV önünde geçti diye,
- Canınız sigara istemez.

10 Kasım 2006 Cuma

10 KASIM



Beni görmek demek ille de yüzümü görmek değildir.
Benim düşüncelerimi, benim duygularımı anlıyorsanız bu yeter.
Mustafa Kemal ATATÜRK

8 Kasım 2006 Çarşamba

Ankara'da Kombi Nereden Alınır?

Cillop gibi bir kombimiz oldu. Henüz çalıştırılmadı ama işin en önemli kısmı olan tadilat kısmı bugün sabah saat 10.30 da başlayıp 19.00 itibariyle bitti. Kocanın sabahtan işlerinin yoğun olması nedeniyle ustaları ben karşıladım, koca eve gelene kadar aramızda oldukça komik diyaloglar geçti; tesisat ve bilimum ev işlerinden hiç çakmayan bir bayan ve eve kombi tesisatı kurmaya gelen 4 tane usta arasında geçebilecek diyaloglar envai çeşit; anlatmakla bitmez.

Öncelikle, 10.30 da geliriz dediler aynen o saatte de geldiler. Rıfat Usta, işinin ehli olması bir yana, fayans kırarak oldukça rahat döşeyebileceği boruları evin bayanına çok iş çıkartmamak adına neredeyse iki büklüm olarak mutfak dolaplarının arkasından geçirmeyi başararak da sevgi ve saygımızı kazandı. Kendisine teşekkür ederiz. Kesinlikle çok temiz ve özenli bir iş çıkarttı, eski kombimizin labirenti andıran iğrenç boru düzeni gitti yerine süper özenli, estetik boru düzeni geldi (çok da güzel anlattım ya neyse) Sonunda da evi süpürüp gittiler ya hepten sevdirdiler kendilerini evin hanımına.

Neyse, Ankara'da ikamet edip kombisi ile sorun yaşanlar Badat Ticaret'i arayabilirler, tel: 311 10 93.

7 Kasım 2006 Salı

Yeni bir kombi almak

Kaloriferi açmadan suyu ısıtmayan, nerdeyse 1 sene önce tesisatçının "atın siz bu kombiyi" demesine rağmen atmadığımız kombimiz 2006 kışının erken gelmesiyle beraber bizi yarı yolda bıraktı. Ankara neredeyse "-" derecelere düşmek üzere ama bizim kombi çalışır görünüp kaloriferleri yakmıyor.

Ankara'da kombi Ulus Rüzgarlı'dan alınırmış. Biz de tuttuk Rüzgarlı yolunu, 2-3 sokak ve de 1 işhanı komple kombici. Neyse ki, koca gerekli birkaç araştırmayı yapmış nasıl birşey aradınız diye soranlara 20.000 kalori (ne demekse) ve hermetik (bacasız) diyebiliyoruz. Pazar araştırmamızı yaklaşık 4-5 dükkan gezerek, babalarımızı ve arkadaşlarımızı arayarak tamamladık. Çıkan en büyük sonuç: Kombi dediğimiz şey fiyatları minimum 1400 YTL den başlayan ve aman süper bir kombimiz olsun derseniz 2500 YTL ye kadar çıkarak evdeki en pahalı eşya olma özelliğini kimseye kaptırmayacak bir cihaz. (Fiyatlar montaj ve malzeme dahil komple fiyatlardır)

Zehirlenme vakalarından dolayı bacalı kombiyi tavsiye etmiyorlar, illa ki bacalı isterim derseniz de baca raporu, zart raporu zurt raporu almanız gerekiyormuş. Eee bunları bilimum devlet dairelerinden almanız gerektiğini de düşünürseniz hiç uğraşmıyorsunuz hemen hermetik olsun diyorsunuz. Ama bacalıdan hermetiğe dönmek için de gerekli olan tadilata boyun eğeceksiniz. Neyse, en sonunda bir Ferroli kombimiz oldu. ECA, Vaillant, Alarko ve Viesmann en çok tavsiye edilen ama en pahalıları; Demirdöküm sakın almayın dediler biz de neden demedik. Badat Ticaret'de hepsi var zaten, adamlar da yardımcı oluyorlar, tabii kombi takılmadan kendilerine referans olacak değilim o ayrı.

Bir kombi üzerine daha ne kadar uzun yazılabiliri denemek istediğimden değil de Ankara kışında kombisiz kalmanın ne demek olduğunu bildiğimden yazıp duruyorum :) Donarken uyumamak lazım ya, ondan.

Bir de fıkra anlatacağım: Kombi bakarken makina mühendisleri bütün cihazların nasıl çalıştığını bilir mantığıyla kardeşimi aradık, makina mühendisi olacak ya belki bir yardımı dokunur dedik, eşine dostuna sorar bilmiyorsa dedik. Kardeşim:"Yaw, burası İzmir; arkadaşın birine en son kombi dediğimde, adam "abi, kombi dediğin şey yatağın kenarına konan dolap gibi şey mi?" demişti". Biz o dolap gibi şeye Ankara'da komodin diyoruz ve İzmir'e selam ediyoruz, sıcak memleket tabii, kombi onun neyine....

Kombinize iyi bakın, arada bir konuşun onunla..................

6 Kasım 2006 Pazartesi

Tunç Seni Çok özledik....

Seni, herşeyini, çok özledik. Şarkılarını hala dinliyoruz. Yarım bıraktıklarını anlamaya çalışıyoruz. Seni tamamlamak mümkün değil...Keşke burda olsaydın ve yarım kalan şarkılarını, yarım kalan anılarımızı tamamlasaydın...

Seni çok özledik

3 Kasım 2006 Cuma

Karadut Şarabı

Hala içiyorum.Vişne ve çikolata şarabından daha güzel bir şarap olamaz derdim de karadut şarabı da varmış. İçimi çok hafif, meyve suyu tadında içiliyor ki bu aslında kötü çünkü lıkır lıkır içip zurna olma olasılığı yüksek; ben bu gece biraz öyle içtim de oradan biliyorum. Esra arkadaşım bu akşam güzel sandviçler yaptı bana bir de karadut şarabı getirdi,süper yaptı. Mandalina şarabı da varmış, bir de onu denemek lazım :)

bilir misin yuceler yucesi tanri
şarap ne zaman coşturur icenleri
pazar,pazartesi,sali,carşamba,perşembe,
bir de cuma,cumartesi gunleri
(Hayyam)

Lost cidden Lost oldu artık...

3. sezonun daha ilk bölümüyle hastalarında tatsızlık yaratan, "Biz sürekli arka arkaya seyrettik, şimdi haftalık seyrediyoruz o yüzden tatsız geliyor" diye savunduğum Lost bende de hayal kırıklığı yaratmayı başardı.

Ama benim hayal kırıklığımın nedeni eski heyecanın kalmaması, soru işaretlerine bir türlü cevap getirememeleri,kendilerini tekrar etmeye başlamaları değil, akıl oyunlarının yerini artık basit laf yarıştırma sahnelerine bırakması. 5 bölümdür sürekli olarak çene yarıştırma suretiyle birbirini göt etme (Türkçe'de daha iyi bir ifade varsa lütfen beni aydınlatın) sahneleri seyredip duruyoruz. Ya kardeşim sen bu rakamları attın ortaya, bir hatch çıkardın, güzel de bir hikaye yazdın, hepsini, herkesi birbirine akıllıca bağladın, şimdi yakıştı mı herşeyi basit diyaloglarla yürütmek; bütün cuk diye oturmuş karakterleri laf ebelerine dönüştürmek.

Bir diğer sıkıntı ise, diziye şahane trailerlar yaparak kendi gizemini yaratıyordu eskiden; şimdi ise trailerlar ucuz numaralara döndü. En son örneği S3E5 de gördük; trailer da monitörden görünen uzaylı görüntüsü bende bir X-Files etkisi yaratmıştı. Bölümde gördük ki, trailer tamamen ucuz bir aldatmacaymış, ve aslında o uzaylı, gözü korsan bantlı bir adammış.

Artık bu basit numaraları bırakıp üzerine Lostpedia yapılmış, msn de saatlerce lost teorileri tartışılmış bir diziyi eski tadına kavuşturmaları gerekiyor acilen.

18 Ekim 2006 Çarşamba

Yamaç Paraşütü

YAMAÇ PARAŞÜTÜ İLE İLGİLİ ÇOK GENEL BİLGİLER
1940’lı yıllarda, Wright kardeşler başarılı ilk uçuşlarının yanında, birkaç parça perde kumaşından yaptıkları bir tür uçurtmayla yeni bir havacılık olayına öncülük etmişlerdir.1961’den sonra kendi şişebilen ve süzülerek uçan paraşüt düşünülmeye başlandı. Bununla beraber 1970’lere kadar yamaçtan düzenli olarak koşarak kalkış yapılmadı.İlk yamaç paraşütleri, uçaktan yapılan serbest atlayış paraşütlerinin açılışı sırasındaki basınca dayanıklılığına göre dizayn edildi. Daha sonra buna gerek olmadığı görüldü ve kubbeler hava geçirmez kumaştan üretilmeye başlandı. 1980’lerden başlarından itibaren kumaşı, aerodinamiği ve iskeleti sürekli gelişen sporun, kitlelerin yapabileceği kadar düzenli hale gelmesi 1986’yı buldu.Bugün yamaç paraşütü en ucuz ve hafif hava aracı ve doğayla iç içe olmasından dolayı tutulup sevilmiştir ve dünya sanayi ürünü konumuna gelmiştir.

ŞİMDİ DE YAMAÇ PARAŞÜTÜ İLE İLGİLİ ÇOK ÖZEL HABERLER:

Sevgili kardeşim Emir, Dehavk (Dokuz Eylül Üniversitesi Havacılık Topluluğu) na katılarak sülalemizde bir ilki gerçekleştirmiştir. İlk paraşüt yer eğitimini de 16.Ekim.2006 tarihinde bol rüzgarlı bir tepede almış bulunup, paraşütünü nasıl takacağını öğrenmiş, ilk defa, yerdeyken rüzgarın da yardımıyla tek seferde paraşütünü havalandırmayı başararak ailemizi gururlandırmıştır.

Ölüdeniz'de sahilde yatıp gökyüzünde yüzen paraşütleri seyretmek. Çok güzel ve albenili görünürler, oldukça özendiricidirler. Hayranlıkla bakarsınız. Ben her seferinde hayranlıkla ve daha çok da kıskançlıkla bakarım kendilerine; rüzgarla dans ederler, korkusuz ve özgür görünürler. Bu bir cesaret işi diyorum ve kardeşimi bu cesaretinden dolayı tebrik ediyor ve destekliyorum...

Fotograf ve videolarını bizimle paylaşarak ablalarını abilerini gaza getirmesini rica ediyorum :)

Crash - Paul Haggis



Henüz seyrettim. Her ne kadar kesişen yaşamlar teması kullanıla kullanıla artık çivisi çıkma noktasına gelmek üzere de olsa, oldukça hoş bir filmdi. En çok hoşuma giden ise, konusu, kurgusu bir kenara konulursa, filmin dinginliğiydi; "aman şimdi olacak, hiç beklemediğim bir dumurla karşıya karşıya kalacağım" şeklinde endişeleri biranda yokediveren bir dinginliğe sahipti film (Son zamanlarda "Lost" a çok daldığımdan böyle hisler içinde olabilirim tabii o da ayrı bir konu,sonra tartışılabilir). Bu endişelerin kolaylıkla yaratılabileceği birden çok öykü ve konuyu kurgulamasına rağmen, olduğu gibi anlatıp, kasmayarak, bu dinginlik duygusunu verebildiği için sevdim bu filmi. Bir de kimliksiz, sıradan, simgesel anlatımı bol bir film olmayı başardığı için.

Aslında daha çok konuşurdum ama seyretmeyenlere saygısızlık olmasın, sadece biraz ayrıntı için, sevdigim sahnelerin birinden :

" You have no idea, do you? You have no idea why they put them great big windows on the sides of buses, do you?- Why? - One reason only.To humiliate the people of color who are reduced to ridin' on 'em."

6 Ekim 2006 Cuma

Timbersports (Odun kesme sporu??)



Bir platformun üzerine kocaman odunlar koyuyorlar ve bir kaç şişmiş vücutlu adam ellerinde baltalarla platforma çıkıp bu odunları kesiyorlar. Gerçekten de var böyle bir..... spor demek gelmiyor içimden, Eurosport da gördüm gerçekten de var. 1 saat kadar seyrettik, bu nedir, niye yapıyorlar anlamak için. Baltalardan sonra testere ile çıkıyorlar, bir de testere ile kesme faslı; sonra yetmiyor keserle çıkıp daha büyük odunlar kesiyorlar. Dakikalar tutuluyor, kesme yöntemine bakılıyor... İnanılmaz ama seyircisi bol. Kadınlar çocuklar çığlık çığlığa bağırıyor adamlar odunları keserken. Adamlarda süper konsantrasyon var gibi gözüküyor. İlginç.

Odun keşme yarışı, çok ilginç ve dümdüz söylemek gerekirse çok salak bir ........ yine spor demek istemiyorum. Ve merak ediyorum bu adamlar bunu hobi olarak mı yapıyor yoksa gerçekten de çalışıp hazırlanıyorlar mı?

Bir düşünelim, böyle bir yarış ilk Türkiye'de düzenlenseydi, hatta Türkler tarafından icat edilseydi ne derdik acaba?

4 Ekim 2006 Çarşamba

Şahsına münhasır kardeşimden yeni haberler


Kardeşim hakkında buraya yazacak çok şeyim olacak, aslında kendisi tam blogluk bir adamdır ona özel blog yapmak lazım ama, şimdilik böyle idare edeceğiz.

Lost çılgınlığından daha önce bahsetmiştim ama tekrar tekrar o konuya geri döneceğim tabii ki. Zira bu aralar ilk 2 sezonu tekrar seyretmekteyim.Günlerce kendisiyle "lost seyredeceğim" bahanesiyle buluşmayı reddettiğim arkadaşım Eylem'in (Eylem 1), bu LOST da ne olaki demesi nedeniyle, ve web den yapılan taramalarda farkedilen, seyrederken kaçırılmış birçok şeyi yeniden keşfetmek adına baştaaan aldık ve tekrar seyrediyoruz.

Neyse, işte kardeşim.... He is LOST, my brother ....

Blog işi

Global insan Umut arkadaşımız öğretti bana bu blog işini. Her sabah kahve keyfiyle blog gezmek adet olunca önce Msn Space le başladım işe. Orada biraz acemilik atınca, baktım okumak kadar yazmak, paylaşmak da zevkli; ben de gireyim bu blog işine dedim. İyi de yaptım.Bakalım göreceğiz.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...