29 Ocak 2011 Cumartesi

Son günlerde...

Bu filmin nesini beğendiler, benim için anlamak mümkün olmadı. Konu desem sapır saçma, kurgu desem karmakarışık, sadece 45 dakikasına tahammül edebildiğim, 3-5 tipin ortalıkta sürekli karizma yaparak bilmiş bilmiş dolanmasına uyuz olduğum bir film oldu ancak. Tamam konu çok değişik, afilli falan da bu kadar karizma fazla olmuş be, bu kadar akıllı bıdık bir filmde çok olmuş.

Bunu da gecenin bir yarısı, "aman çok övgü aldı bu film, çok duydum" diyerekten oturdum seyrettim. Bütün film boyunca içim bayıldı yemin ederim. Psikopata bağlamış bir balerinin ruh hastası sahneleri beni çok bunallttı, belki de filmin misyonu bunaltmaktı o yüzden başarılıydı bilemiyorum ama "vaay bee" de demedim. Çocuğunu sabote eden anne tiplemesi süperdi onu çok beğendim, kendi yapamadığı şeyler için kızını destekler görünürken aslında nasıl da kıskançlık içinde olduğunun filmin sonunda ortaya çıkması çok iyiydi. Sanatçı olmanın, odaklanmanın ve rolle bütünleşmenin işlenişi çarpıcıydı, yazarların yarattığı, tiyatrocuların ve balerinlerin oynadığı, müzisyenlerin çaldığı karakterle olan iletişiminde her zaman hastalıklı bir durumun olduğuna inanırım zaten. Natalie Portman desen, büyümüş, taş gibi olmuş, ben üniversitedeyken bebeydi hatun, demekki yaşlanıyorum, çok asap bozucu. Siyah kuğu sahnesine kadar aynı ezik yüz ifadesiyle oynaması da bunalttı beni. Böyle, kaşlarını küçük emrak misali ortadan havaya kaldırması, titrek dudakları beni çok baydı. Tamam film boyunca ihtiras ve cinsellikten uzak saf bir tipi canlandırması gerekiyor da, sürekli aynı ezik yüz ifadesiyle olmamalıydı. Sene başında kızımı jimnastiğe falan başlatmak istiyordum, esnek olsun, bir spor dalıyla küçük yaşta ilgilensin diye düşünürken, 3 yaşında jimnastik değil de ancak baleye aldıklarını duyunca, çok sıcak bakmasam da, bir süre düşünmüştüm, hatta bir kursla konuşmuştum bile. Bu filmden sonra bale male yok kızıma da., öyle psikopat olacağına, löp löp etli olsun.

Ne Anlatayım Ben Sana ile çok sevmiştim Ece Temelkuran'ı. Belki daha eski kitaplarıyla bu sevgiyi pekiştirmeli, yenileri daha sonra okumalıydım bilemiyorum. Ama ne Ağrı'nın Derinliği'ni ne de Muz Sesleri'ni sevdim. Hatta itiraf edeyim her ikisini de yarım bıraktım. Ağrı'nın Derinliği'ni yazarın taraf tutmasını sevmediğim için Muz Sesleri'ni de kurgusal olarak bir bütün oluşturamadığını ve fazla uzun, ağdalı ve fazlasıyla gereksiz acıklı cümlelerle yazıldığını düşündüğüm için sevmedim. Ağrı'nın Derinliği'ne sonradan döneceğim, fazla başında bıraktım ama Muz Sesleri'nin "bu romandaki karakterler ne zaman gözümde canlanacak" diye diye okurken, romanın yarısından çoğunu okumuş olduğumu farkedince bıraktım okumayı ve geri dönmeyeceğim. Gözümde canladırmadığım karaktere inanamadım doğal olarak, çok uzak kaldı bana, fazla uzun ve karmaşık cümleler kasmış romanı, sanki aşırı üstüne düşülmüş bu cümlelerin, buram buram "kasış" kokuyor.

S.164 ....Kimse, hep birbirleriyle arkadaşlık ediyormuş gibi görünen botokslu kadınların sonsuz bir hayret anında takılı kalmış yüzlerinden eski kırışıklıklarının yasını tuttuklarını bilemezdi.....

Bu cümleyi defalarca okudum, etkileyeci bir yüz ifadesini 4 satırlık virgülsüz bir cümle ile bu kadar anlaşılmaz tasviri rahatsız etti beni. Beğenmedim.

13 Ocak 2011 Perşembe

Bir Eski Kocanın Öğleden Sonrası - Hamdi Koç

İlk söylemem gereken şudur; ben bu kitabı okurken çok ama çok eğlendim, boşanmış koca sürüm sürüm sürüm sürünürken, "seni bıraksam mahvolursun" tehdidi ile kendini kandırmaya müsait tüm evli veya uzatmalı sevgili mağduru kadınlar gibi bir keyif aldım bir keyif aldım sormayın. Adından anlaşılacağı üzere, kocama öfkenin de ötesinde gayet de kin duyduğum bir zaman diliminde okumak için saklamıştım bu romanı, isabet olmuş, iyi ki de öyle yapmışım. O nefret dolu günlerde "aman boşansam da gününü görse" diyip diyip kendi kendime gaza geldiğim zamanlarda, ağzımı kulaklarım vardıran bu romanın baş kahramanı da karısı tarafından terkedilince gününü bir güzel görüyor, ama karısı da alıyor payını bu ortak kaderden, sonuçta bu roman safi terkedilmeyi haketmiş erkeğin el kitabı olmadığı gibi,  Hamdi Koç da cosmo kızlarına erkek gözünden köşe yazıları yazan bir yazar hiç değil. Kendisini "Melekler Erkek Olur" la seveli çok zaman oldu.

S. 1 Karımı sokakta bir adamın kolunda gördüğüm zaman ilk hisettiğim şey korku oldu. Ölüm korkusu. Ölüyorum sandım. Çok korktum. Oysa ölmesi gereken karımdı. Ölmesi gereken karımın yanındaki adamdı. Ama ben ölüyordum.

diye başlıyor roman. Çok zengin bir işadamı olan baş kahramanımız doktor karısı tarafından terkedilmiştir. İki çocukları ve oldukça uzun, üniversite yıllarına dayanan bir ilişkileri vardır. Kadın kocasına körkütük aşıktır ama eskiden tanıdığı elektro gitar çalan entel sevgilisinden eser kalmayıp da, paranın bir tarafına koyan kocası karı kızdan elini eteğini çekemeyince terketmiştir. Bütün bu hikaye detaylı olarak anlatılmıyor tabii, kahramanımız karısını genç sevgilisiyle görünce ve ona aşık olduğunu anlayınca yaptığı iç hesaplaşmaları sırasında öğreniyoruz. Kahraman demek istemiyorum kendisine bu noktadan sonra da, bu erkek yarması adam kadına yapmadığını bırakmıyor, peşlerine adam takıyor, sevgilisini öldürtmeye çalışıyor, başına sürekli bir işler getirip karısının çalıştığı hastanede kendine oda tutuyor, çocukları annelerine karşı fitliyor, sosyal olarak sürekli aşağılıyor...nefret ettiriyor kendinden kısacası. Kadınsa gidip kocasının gençliğinin yansıması, kendinden genç, fakir ve entel bir çocuğa aşık oluyor.

Bütün bu olayları öyle güzel anlatmış ki Hamdi Koç, ortaya çok güzel bir karakter incelemesi çıkmış aslında. Birbirlerini takriben 18 yaşından beri tanıyan ve aşkla birleşen iki insanın yıllar içinde süregelen değişimleri, bu değişimlere karşı tepkileri, alışkanlıkları, alışamadıkları, bırakmak isteyip de bırakamadıkları, bağlılıkları, kopuklukları üzerine çok güzel tespitler var bu romanda. Çünkü, tecrübeyle sabittir, 17-18 li yaşlarda tanışanlar birbirlerine hesapsızca aşık olurlar ve en önemlisi ise bu ilişki içinde bir sürü şeyi beraber yaşayıp birbirlerini büyütürler, birbirlerinin tarihlerine tanıklık ederler. Eğer bu ilişki sürerse, bir çok normal ilişki mensubunun çiftin anlayamayacağı bir garip hastalıklı durumun yanında tutkulu dolu bir naif bir hal de alır, tecrübeyle sabittir. Bu romandan anladığım da budur, çok da başarılı anlatılmıştır fikrimce.

Çok güzel erkek halleri var romanda, biz kadınların göremeyeceği erkek özellikleri dile getirilmiş. Dümdüz anlatılmış, "böyle işte kardeşim ötesi yok, yaradılışımız böyle" hissi veren anlatımlar.

Bütün bu aşk-hastalık kıvranmalarının, kadın-erkek çözümlemelerinin dışında bir kaç yan karakter de var başarıyla incelenen, romanı okumaya değer kılan bir başka nokta diyebilirim. Hele bir Hasan karakteri var, süper.

Tavsiye ediyorum şiddetle, okuyun, okutun.

Doğan Kitap, 4. Baskı 2009 (2009), 307 sayfa

12 Ocak 2011 Çarşamba

Rahatsız ruh...

Babama çekmişim ben, hem tipsel hem içsel hem de duygusal hem de davranışsal olarak. Babamda ne kadar olumsuz özellik varsa annemin (ve aslında benim de, ama kız çocuğun  babaya olan varoluşsal düşkünlüğü nedeniyle kendine itiraf edemediği şekliyle) nefret ettiği, 30 umdan sonra bende buldu kendini. Sevgimi gösterme, üzüntülerimi ifade etme özürlü oldum. Mutluyken dağlara taşlara sığmaz, eşle dostla, tüm sehirle paylaşmak arzusuyla yanar, böyle bir bağırası haykırası gelir, herkesi kendim gibi sanıp sevindirmek ister oldum falan da; sevgimi, özlemlerimi, kırılganlıklarımı şöyle dolu dolu göstermek için zil zurna içmem gerekir oldum aynı zamanda da. Çok rahatsız edici.

Ben sevdiklerimi iç organlarının sesini duyarak seviyorum artık bir de. Sarılmıyorum falan. Kocamı, annemi, babamı, kardeşimi falan kucaklarına yatıp gurul gurul mide suları hışırtılarını, garç gurç bağırsak hareketlerini, tik tak kalp seslerini dinleyerek seviyorum. Bir göbekte bir göğüste bir bacakta gezen kulağımı böyleee bastırıyorum, sevdiklerimin iç seslerine bırakıyorum kendimi, "yaşıyorlar ya, yeter" diyorum acıklı acıklı, acıyarak ve acındırarak kendi kendime, kimse de hasta değil haa, herkes turp gibi maşallah; günbegün hem babama benzemeye devam ediyorum hem de ölümden tırsmaya başlıyorum, off yaşlanıyorum. Çok rahatsız edici.

Bana kem gözle ve kıskançlıkla bakan insan kılığındaki mendeburların negatif enerjisinden çok etkileniyorum. Bu nedenle insanlarla ilgilenmiyorum, kendi kabuğuma çekiliyorum, kendim olamıyorum. Masama koyduğum bir saksı yeşillik, koca dikenli koca bir kaktüs ve giysimin içine iğnelediğim nazar boncuğuyla bu negatif enerjiyi çekip depolamak ve hayalet avcılarına teslim etmeye çalşıyorum. Bütün olumsuzluklara ve mal insanlara karşı tüm pozitifliğimi kullanıp güleryüzümü eksik etmemeye çalışıyorum. Çok rahatsız edici.

Lanet olası ülkenin lanet olası sistemi, beyimi alıp kimbilir hangi dağdaki hastaneye gönderecek ve bana "çalışma sen de canım, kır kıçını evinin kadını ol" mesajını böğüre böğüre suratıma kusacak. Ben de öyle alık alık bakacağım "ama ben de ssklıyım yeaaa, hem de kıdemliyim, gayet de dürüst yatırıldı skk primim" diye düşüneceğim, ama bu ülke dolandırı dolu olduğundan kimse inanmayacak çünkü ben 18 yaşımda üst kat komşumuzla olan yakın ilişkilerimize istinaden onun bilmem ne dükkanında veya ofisinde beleşten skklanmış olabilirim. Aile birliğini koruma ve gözetme sadece devlet memuruna uygulanmakta, halbuki ben onlardan daha çok çalışmaktayım ve sanıldığının aksine daha az para kazanmaktayım. Çok rahatsız edici.

Yazı nasıl başlamış nasıl bitmiş, alakasız. Düşünmeden yazmış, yazdığımı okumamışım. Çok rahatsız edici.

2 Ocak 2011 Pazar

bir itiraf....

kendimi dünyanın merkezinde sanma yanılsamasının bir yansıması olaraktan, sesim güzel olmadığı halde, 90-60-90 mankenden hallice bile olmadığım halde, herhangi bir enstrümanı şakır şakır çalabilecek yetenekten yoksun olduğum halde, ailemde veya yakınımda hiçbir şekilde örnek teşkil edecek biri olmadığı halde..içimde böyle bir sahnede olma dürtüsü var küçükten beri, böyle bir spotların altında olma fantazisi..."sahne ışığı var bende içimde ışıl ışıl parlayan" diyeceğim de güleceksiniz...de...neden "pink" aslında ben olacakmışım da, birileri engel olmuş gibi hissediyorum çoğu zaman...mağazalarda elim ışıl ışıl, abuk subuk, açık saçık, allı pullu kıyafetlere giderken ve renk renk, model model saçlara olan düşkünlüğümün kafamda kendini bulması değişikliksever ruhumun doyurulma ihtiyacından mı yoksa bu sahne ışığından mı ...üfff tek derdim bu olsun bu sene yaa..
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...