30 Ekim 2010 Cumartesi

Çador - Murathan Mungan

Bu kısa romanı okuyalı çok oldu, yazılmayı bekledi, vakit bulunmasını bekledi. Aradan uzun zaman geçmesine rağmen bu kitaba dair hatırladığım ve hala sıcaklığını koruyan duygu "korku" oldu. Kadınların kapandığı, fikirlerin kapandığı, duyguların kapandığı, boynuna tasma geçirilmiş hayatların yaşanmaya çalışıldığı kapkaranlık bu ülke beni o kadar korkuttu ki. Mekan ve zamandan bağımsız bu kitap, sanki "ülkeme ne oluyor?" diye gece boyu düşünüp sonra uykuya dalıveren Murathan Mungan'ın gördüğü kötü bir rüyanın kelimelere dökülmüş hali sanki. Bütün Mungan romanları gibi, anlatım öyle içten ve şiirsel ki, kendinizi Akhbar'la özdeşleştirmemeniz mümkün değil, yanlızlığı, özlemleri, şaşkınlığı, hüznüyle yaptığı fiziksel ve içsel yolculukta ne hissediyorsa siz de hissediyorsunuz. Ülkenizde kötü giden birşeylerden, izin verilmeyen durumlardan kaçabilir, kendinize yeni ve güzel bir hayat kurabilirsiniz ama geride bıraktığınız ülkenizde bir parçanız kalmıştır, o parça hep acır böyle, hiç durmaz. Son zamanlarda ülkemizde yaşananları da düşününce bu kısa romandan ürkmek sanırım mümkün değil. Şiddetle tavsiye ediyorum.

S.46 ...Aralarındaki sessizlik uzayınca, gözlerini duvarlar boyu dizilmiş kitaplarda gezdirdi Akhbar. Hayatın sırrı bu kitaplardan birinin içinde saklı olmalıydı. Ama o tek bir kitabı bulana kadar ömü geçebilir ve insan hayatın sırrına erişemeden ölüp gidebilirdi. Buna değip değmediği kafasında hep bir soru işareti olarak kalmış, bu yüzden kitaplardan hep uzak durmuştu. Çok kitap okuyan insanlara hayatın yetmediğini biliyordu. Kitapların dünyasında hayatı küçük gören, tehdit eden birşey vardı. Hem hakkında bu kadar yazı yapılan hayat neydi? Hangi yazı hayata yetmişti! Kelimelerle dolu sayfalar, sayfalarla dolu kitaplar, kitaplarla dolu dükkanlar her zaman olduğu gibi gene ona boğuntu, bir an önce kaçıp kurtulmak arzusu verdi....

S.51 Sokaktaki tek tük kadınlar kendilerini sokaklardan hemen silinmei gereken lekeler gibi hissediyor olmalılar ki, geçtikleri yerlerde çabuk adımlarla hızlı hızlı yürüyor, havanın boşluğuna kendilerinden bir iz bırakmamaya çalışıyor, varlıkları bir görüntüye, görüntüleri bir ağırlığa dönüşsün istemiyorlardı. Bu yüzden onların telaşlarında yalnızca gündüzün sıcağındankaçmak değil, aynı zamanda bir an önce gözden kaybolmak gayreti seziliyordu. Yerden kalkmış bir toz bulutunun bile yoğunlaşmış havadan ötürü toprağa geç döndüğü bu iklimde, bir an önce geçip gitmek istiyorlardı. Görülmek için, daha çok görülmek için yüzyıllardır süslenip durmuş olan kadınlar, şimdi ve burada görülmemek için varlıklarını havanın boşluğunda bile silmeye çalışıyorlardı.

S.77..."Burkaya giden yolu çador açar," demişti kadın. "Çador, annelerimizin, ninelerimizin geleneksel ve masum başörtüsü değildir yalnızca. Kafalarımızdaki köprüdür. Örtünmek bir ahlak haline getirildiğinde, arkası mutlaka gelir; karara karara gelir. Örtünmenin sonu yoktur. Kadınlar kefene kadar örtünmek zorunda kalırlar."

Metis Edebiyat, 3. Basım 2004 (İlk basım 2004), 106 sayfa

25 Ekim 2010 Pazartesi

Bilinçaltı....

Dün gece rüyamda; kardeşim ve ben gece müstakil bir evin bahçe kapısından çıkıyoruz, niye çıkıyoruz bilmiyorum ama sıkı bir muhabbetin içindeyiz. Birden ben sağ tarafımızda yolun karşısında kaza yapmış bir araba görüyorum, arabanın önü tamamen içeri göçmüş, dehşete düşüyor, korkuyoruz, ben "gidip bakalım, belki yardıma ihtiyacı olan biri vardır" diyorum. Koşarak karşıya geçiyoruz, yol ve etrafımız kapkaranlık, sokak lambaları yanmıyor. Arabanın içine bakıyoruz. Sürücü bayan, arkada üç önde bir kişi oturuyor, onları hatırlamıyorum. Arabanın önü haşat ama kimseye birşey olmamış, arkadakiler şokta, öndekiler sanki her gün kaza yapıyormuşçasına rahat. Aman nasıl oldu, bir araba bize çarptı kaçtı derken, arkamızdaki evden güle oynaya 5 tip çıkıyor, arabalarına biniyor. Sürücü yine bayan, yanında oturan da bayan, arkadaki 3 kişiyi hatırlamıyorum, hatta arkada 3 kişi var mıydı onu da. Bunlar güle oynaya arabaya binip, basıyorlar gaza, yanımızdan hızla geçip gidiyorlar, sürücüyle yanımızdan geçerken gözgöze geliyoruz. Kaza yapmış arabada kimseye birşey olmamış olmasının sevincine varamadan, yanımızdan geçen araba az ilerdeki basit mi basit virajı dönmüyor, ve karşıda yol boyunca kaldırım kenarına örülmüş duvara bodozlama çarpıyor. Bu çarpma o kadar komik ki, bile bile yaptığı alenen ortada. Kadın arabayı resmen duvara doğru sürüyor ve hiç gaz kesmeden çarpıyor. Biz kardeşimle şok oluyoruz ve arabaya doğru koşuyoruz. Arabanın yanına geldiğimizde, önünün tamamen içeri göçtüğünü görüyoruz. Korkarak kırılmış yan camlardan içeri bakıyoruz ve ön sağda oturana hiçbir şey olmadığını görüyoruz, bu kadın bir kız arkadaşıma o kadar benziyor ki (hatta sanırım gerçekten de oydu) dumur oluyorum derken asıl şoku şöför bayanı görünce geçiriyoruz çünkü kadın adeta ikizim gibi benziyor bana, kardeşim dönüp bana bakıyor, gözgöze gelip şaşkınlığımızı paylaşıyoruz konuşmadan. Neyse, şöför kadın koltuktan aşağıya kaymış, ama sapasağlam, sadece ayakları sıkışmış, kurtarmaya çalışıyor. "Birşey yok" diyor, "virajı alamadım, görüşüm yetmedi, bir dahaki sefere daha dikkatli olacağım artık, bacakları bir kurtalım da" diyor; rahatlığına acaip şaşırıyoruz tabii, fakat bizi daha da şaşırtan hala tebessüm etmesi, canının deli gibi yandığı kesin, ter içinde kalmış acıdan ama hala tebessüm ediyor. Sonra saat çaldı....dirilingg dirilinngg..

Uyandım geçmedi, bugün çok hareketli bir gündü yine geçmedi, çok yorgunum uyumam lazım şimdi ama geçmedi, bu rüyanın etkisi sabahtan beri hiç geçmedi. Ve işin en etkileyici tarafı da son iki haftadır yaşadıklarımın bilinçaltımdan bir bir, paldır küldür çıkıp böyle sembolik bir rüyaya dönüşmesiydi.

Gelelim neredeyse tüm rüya yorumu sitelerinde yazan anlama ve azıcık umutlanıp bu gece rahat uyuyalım, ummadığımız dostumuzdan gelecek zarara da takılmayalım:

"Günlük yaşamdakinin tersine rüyada trafik kazası görmek sanıldığı kadar ürkütücü değildir. Kazada kan görmemek, kan çıkmaması şartıyla rüyada trafık kazası görülmesi iyiye yorumlanır, hayatınızda olumlu yönde yenilikler olacak demektir.
Rüyada araba kazasi geçirdiğini gören kişinin yaşamı değişir, yeni bir iş, yeni bir mevki veya yeni bir çevrede yaşamaya başlayacağının habercisidir.
Rüyada trafik kazası yaptığını gören kişi olgunlaşır ve kendi hayatı hakkında daha iyi kararlar verir.
Rüyada trafik kazası geçirip yaralandığınızı görmek, ummadığınız bir dostunuzdan zarar göreceğinize işarettir."

22 Ekim 2010 Cuma

Ankara'da mobese kameralarıyla yaşamak...

Mobese "Mobil Elektronik Sistem Entegrasyonu" demekmiş resmi olarak, önce Istanbul'a konduğundan ne olduğunu biliyoruz, hız yapmayalım, kırmızıda geçmeyelim, birbirimize çarpmayalım diye şehrin "şimdilik" ana yollarına kameralar koydular. Ağustos gibi asılan kameralar yeni yeni başladı çalışmaya, Ağustos'dan bu yana 2 ay geçti, biz bu kameraların altından binbeşyüz kere geçtik, eee sonuç olarak hepsinin yerini ezberledik, aynen hangi geceler hangi dönemeçlerin sonunda çevirme var onu ezberlediğimiz gibi. Ankara dediğin şehirde zaten bir yerden bir yere gitmek için mutlaka Eskişehir yolundan, ya da Konya yolundan, Havalimanı yolundan veya Istanbul yolundan geçiyorsun. Bu kameraların görüş alanı kaç metreye kadar onu henüz bilmiyorum ama durum aynen şöyle vuku buluyor: Sevgili Ankaralılar (kendimi de katıyorum yanlış anlaşılma olmasın) Eskişehir yolunda 120 basıyor, sonra kameralara yaklaşınca basıyor frene 70 e iniyor, o ara ufak bir sıkışıklık oluyor, "ben hep 70 le giderim zaten" modunda kameraların altından geçiyor, ve yine 120-130 allah ne verdiyse kaptırıp devam ediyor. O tepede asılı kameralar dışında yol kenarlarında da gizli olanlar varmış, yok, biz onu da görür yerini ezberleriz sorun değil de, sen bize görüş açısını söyle bu kameraların sayın başkan.

Mesela bu kameraların görüş açısı Medicana'da hasta yatağında yatan hastayı da alıyor mu, kim ziyaret etmiş kim etmemiş görebiliyor mu, veya hastanın altına ördek sürülürken hemşire doğru mu yapmış görebiliyor musunuz, ya da Cepa'nın yanındaki sitenin B bloğunun 25 nolu dairesinde oturan apartman sakinleri akşam yemeğe kimi çağırmış, kaçta yatmış kaçta kalkmışlar ya da ailenin genç kızı hangi renk sütyen takıyor onu da görebiliyor mu, ama zaten perdesini kapatmıyorsa onun suçu değil mi?

Haa, bir de bu kameraları internetten herkes izleyebiliyormuş, onların görüş açısı ya da izni ne kadar peki?

Kredi kartlarımıza takılan çipler, ip adreslerimiz, cep telefonu hatlarımız ve bu mobese kameraları sadece hırsızlığı, sapıklığı, yolsuzluğu, çarpıp kaçmayı ve belki aklıma gelmeyen daha bir sürü kötü şeyi önlemek için yeterli mi? Hayatımıza bu kadar "röntgenci" bir yaklaşımla parmak sokmak yerine eğitim düzeyimizi arttırsaydık da, insan kalitemizi yükseltseydik daha iyi olmaz mıydı? Şimdi bu eğitilemezlik durum bizim suçumuz mu, yoksa safi teknolojinin suçu mu? Teknoloji bu kadar ilerlemeseydi, porno yayınlara ulaşım bu kadar rahat olmazdı mı diyeceğiz, yoksa eğitim kalitemizi yükseltseydik, cinselliğe karşı tutucu toplumsal yaklaşımımızı aşabilseydik, din derslerine verdiğimiz önemi sanat derslerine verseydik mi?

Dün akşam bir haber seyrettim ilkokul, ortaokul ve liselere de mobese kameraları konması düşünülüyormuş, muhabir öğrencilere fikirlerini soruyor, bir öğrenci de çıkıp demiyor ki "bizi niye gözetliyorsunuz, güvenmiyor musunuz ki, peki benim kendime güvenim ne olacak", çocukların hepsi takılmış plak gibi "evet evet iyi olur, okulumuzdaki kavgalar, kötü çocukların saldırısı falan önlenmiş olur",........o okulda öğretmenler nerede peki? Öğretmenler eğitmek için orada değiller mi, yoksa artık öğretmenler de mi eğitilemez durumda. Şimdi tekrarlayalım bu eğitilemezlik durum kimin suçu?

Artık iş çığırından çıktığı için, eğitmek yerine gözetlemeyi seçiyoruz. Her yere kamera koyalım, herkesi gözetleyelim, kimse kimseye saldırmasın, kimse kimseyi dövmesin, okul kapılarında uyuşturucu satılmasın.....kız çocuk erkek çocuğa tertemiz hisleriyle bakamasın, okuduğu bir kitabı arkadaşıyla tartışamasın, o çocuk aklıyla hep gözetleniyor çünkü biri duyabilir biri görebilir korkusuyla, bunları gizli gizli yapması lazım artık.

İki ucu türlü türlü dışkılarla kaplı bir konu bu aslında. Bir yanda sunulan "aman zaman kötü, belli olmaz, biz kötüleri bulacağız, güvenlik düzeyimizi attıracağız" şeklinde beylik söylemlerden etkileniyor, onaylıyorum(z). Bir yandan da "gözetleniyoruz, hayatımız mahremiyetini kaybediyor", diye rahatsız oluyorum(z).

Bugün kızımı kreşe kaydettirdim, kreşin web sayfasından nerede ne yapıyorlar izleyebilecekmişim......Bir yandan  "ohh neyse bütün gün tv karşısında oturtturamazlar kızımı", "aman iyi ki nasıl davranıyor göreceğim" diye düşünürken utanarak sırıtıyorum kendi kendi kendime; bir yandan da kızım benim sürekli onu gözetlediğimi bilirse bana karşı nasıl dürüst olabilir, anne bile olsam onun ayrı bir birey olduğu gerçeğini onu sürekli gözetleyerek inkar ettiğimi fark etmeyecek ve huzursuz olmayacak mı, ya da öğretmeni "aman bunun anası şimdi seyrediyor olabilir" diye düşününce ne kadar samimi olabilir diye vahvahlanıyor, endişeleniyorum.

ŞİMDİ, bu nasıl bir çelişkidir...bu çelişkilerle barışık nasıl yaşanabilir.....biri bana deyiversin......


Buraya küçük bir not eklemek isterim, şimdi bizim bu Ankara'da trafik lambasının olduğu kavşaklarda bazen trafik polisi de olur; bu trafik polisi kırmızı yanana geç der, yeşil yanana dur der, kafasına göre trafiği düzenlemeye çalışır, sen bir salak olursun ne oluyor diye sonra polisi görür geçersin kırmızıda. Işıkların düzgün çalıştığı kavşakta polis niye vardır diye sorgulamayı belediye başkanımız bu şehre kazığı çaktığından bu yana yani uzun zaman önce bıraktık biz de; kırmızı yanarken polis geç dediği için geçen  herkese mobese cezaları çakmış, biri bana bunu da açıklasın yaaa.....

Bir de görüntülü cep telefonu çıktı başımıza, yok benim görüntülü telefonum kardeşim, almayacağım da, görüntülü telefon neymiş, ne işe yararmış biri bana bunu da anlatsın....

18 Ekim 2010 Pazartesi

Mazi Kalbimde Bir Yaradır – Nihal Yeğinobalı

İlk söylemem gereken herhalde bu romanı neredeyse her müsait zamanda elime alıp 1,5 günde bitirmiş olduğumdur. Her ne kadar bir takım cinselliğe ilişkin toplumsal yobazlıkları içinde barındırsa da, eski zamanda yaşanan taşralı aşklardan bahseden romanları seviyorum. Çekinik bakışlar, içi dolu sevgi sözleri, kavuşamamalar, buluşamamalar vesaire. Tabii bu romanda daha fazlası var. Öksüz büyüyen ve annesinin şanssız talihini hep avcunda taşıyan Lamia’nın hayat hikayesi bu aslında. Talihsiz ve acıklı bir şekilde öksüz kalan Lamia'yı teyzesi büyütür, romanın bu kısımlarında Cinderalla tarzı sahneler oldukça bol, kendisini çekemeyen teyze kızının kötü hatta kaltakça davranışları romanın sonuna kadar devam eder, acımasız hatta ruh hastası teyzenin de son derece haksız davranışları sonucu Lamia yatılı okulda okur. Bütün bu acıklı sahneleri atarsak, roman o zamanlarda yaşanan aşkların yanında oldu bittiye getirilen, korkulan ve tadı çıkarılamayan cinselliğin, modern zaman ve rahat ilişkilere adapte olmaya çalışmanın kadınlar üzerinde yarattığı etki ve tepkileri güzel sahnelemiş. Geçmişte devamı gelememiş aşklar, kafadan çıkarılamamış tutkular, hesaplaşılamamış ilişkiler olduğu yerde Lamia'yı beklemez de, aslında hiç birimizi beklemez zaten, tutkusunu tüketemediğimiz aşklarımız olanca naifliğiyle 16. yaşımızda durmamaktadır, zaman ilerlemiş, herkes biraz kirlenmiştir. Olaylar oldukça hızlı ve heyecanlı bir şekilde ilerlediğinden, mekan tasvirlerini son derece başarılı bulduğumdan aklımda genellikle sahneler kaldı, dil olarak da güzeldi güzel olmasına ama ayırdedici bulduğumu söyleyemem. Yağmurlu bir öğleden sonra, ayaklar toplanıp, üzerine ince bir battaniye alınıp bir bardak çay eşliğinde keyifle okunacak bir roman.

s.38...Teyzesinin hıçkırıkları üç yıl önceki o korkunç, alevli sahneyi canlandırmıştı gözünde. Lütfiye Saru ölen kardeşinin bütün eşyalarını oturma odasındaki büyük ocakta yakmıştı bir gün. Latife'nin çamaşırlarını, elbiselerini, pabuçlarını kucak kucak ateşe atarken bir yandan da haykırarak ağlıyordu. Süsi, Korkut, Lamia kapı aralığından onu seyretmişlerdi. Lamia'ya sıra kendine yaklaşıyormuş, teyzesi onu da tutup alevlerin içine fırlatıverecekmiş gibi gelmişti. Kendisi de bu kadifeler, danteller kadar annesinin bir parçası değil miydi?...

s.119...."...Yozgat'taki lisede bir edebiyat öğretmenimiz vardı. Çok zaman arkadaş gibi konuşurdu bizlerle. Bir gün aşktan konuşuyorduk, bize dedi ki: Bir kızı sahiden sevip sevmediğinizi anlamak istiyorsanız dikkat edin: onunla beraberken bir ara lafınız tükenip de susuyorsanız bu sessizlik canınızı sıkıyor mu? Eğer sıkıyorsa aşkınız gerçek değil demektir. Can sıkıntısı duymadan sessiz kalabilmek gerçek aşkın denek taşıdır, derdi...

Can Yayınları, 7. Basım 2007 (1.Basım 1997), 337 sayfa

13 Ekim 2010 Çarşamba

Melankolik ve camurlu...

Bu sabah oyle gri ki ankara, ve bardaktan bosanircasina yagmurlu, buyudugum tasra kentindeki havalardan bu havalar. Ben de ayniyim aslinda,o sonbahar sabahlarinda o koyu gri yagmurlarda o arnavut kaldirimli patikadan sap sup kosturan kizdan pek bir farkim yok aslinda, nefes nefese ve beline kadar camur olmus. Bu sabah kulagimda "fade to black" bas bas calarken, sap sup yuruyorum yine, bir film cekimindeymiscesine, sonra yine nefes nefese yine beline kadar camura batmis...

9 Ekim 2010 Cumartesi

Leviathan - Paul Auster

Öncelikle söylemeliyim ki diğer Paul Auster romanlarına göre çok kolay okunuyor Leviathan. Olay örgüsünün karmaşıklığı arada bir kafada kargaşa yaratsa da, oldukça renkli, şaşırtıcı ve polisiye tadında sahneler romanı kolay okunur kılıyor.

"...Altı gün önce Wisconsin'in kuzeyindeki bir yol kenarında, adamın biri kendini havaya uçurdu. Hiç tanık yoktu, ama anlaşıldığı kadarıyla, yapmakta olduğu bomba kazayla patladığı sırada, adam yola park ettiği arabasının hemen yanındaki çayırda oturuyordu...."

Bu cümleyle başlayan bir romanın nasıl bir heyecan ve merak yarattığı ortada değil mi. Romanın anlatıcısı Peter Aaron, ölen adam Benjamin Sachs dır. Fakat, romanın başında henüz kimliği belirlenememiştir. Polis Peter Aaron’ın telefon numarasını Sachs’ın cüzdanında bulmuştur ve olayı soruşturmaya gelirler. Aaron hiçbir bilgi vermez, ve okuyuculara polis olayı çözmeden Sachs’ın hikayesini yazıp bitirmesi gerektiğini söyler. Okuyucuya da bu noktadan sonra düşen de geceli gündüzlü bir okuma planı yapmak olur. Çünkü Aaron ve Sachs oldukça heyecanlı ve karmaşık bir kimlik sorgulama sürecinden geçerken, bu süreçte etki gösteren en az kendileri kadar ilginç karakterlerin de hayatlarına da tanık oluruz. Leviathan Sachs’ın yarım kalan romanına verdiği isim, fakat tamamlayamadığı için Aaron’da romana (dolayısıyla Auster da) Leviathan adını vermiş. Leviathan ismi çok alakasız gibi görünse de, biraz okuma yapınca alaka anlaşılıyor aslında. Leviathan, Tevrat ve İncil'de kötülüğü temsil eden bir su canavarının adı, kavram olarak ise 1651 yılında Thomas Hobbes tarafından "Leviathan" adlı eserinde mutlak güç ve yetkilere sahip egemen bir devleti ifade etmek üzere kullanılmış (detaylı bilgi için tık).  Romanın ismiyle içeriği arasındaki alaka da sonlara doğru çözülüyor okurun kafasında. zaten.

Romandaki tesadüf ve karşılaşmaların zaman zaman Cüneyt Arkın filmi tarzı olması beni biraz rahatsız etti, sanki Auster kaptırmış yazmış o noktada da bir çıkış noktası bulamamış ve öylesine bir karşılaşma uydurmuş gibi eğreti durmuş bazı kısımlar ama yine de okunası tabii. Çok değişik ve çılgın karakterler var. Maria da en çılgını diyebilirim, belki de hepimizin aklından bir dönemde geçmiş fakat cesaretini bulamadığımız şeyleri gerçekleştiren sanatçı bir kişilik Maria. Bazen aklına esiyor hergün değişik renkte yiyecekler yiyor, pazartesi turuncu günü mesela sadece hvuç, kavun, salı kırmızı günü sadece domates, hurma vs. yer, veya tanıştığı çok yakışıklı ama giyimi zevksiz bir adamın gardrobunu güzelleştirmeyi amaç ediniyor ve kimseye de söylemeden her sene ona imzasız bir armağan gönderiyor. 14 yaşından beri aldığı doğum günü hediyelerinin tümünü saklıyor, hepsini yıllara göredizilmiş ve paketli olarak üstelik. Üniversiteyi ırakıp bir Dodge kiralıyor, Amerika turuna çıkıyor. Her eyalette 1-2 hafta kalıyor, garsonluk falan yapıp para kazanıyor, sonra yoluna devam ediyor, başına abuk olaylar gelinceye kadar. Yolda bir telefon defteri buluyor tesadüfen, açıyor rastgele insanları arıyor, tesadüfi karşılaşmalar ayarlıyor, insanları çözmeye çalışıyor. Böyle değişik, böyle özgür bir kadın Maria.

Aslında tüm roman boyunca neredeyse tüm karakterlerin kimlik arayışlarına tanık oluyoruz.  Bunlar akıllı, yetenekli insanlar, kendilerine ve çevrelerine nasıl faydalı olabileceklerini sorguladıkları kadar içinde yaşadıkları düzeni ve sanatlarını da sorgulayan karakterler. Okunası bir roman.

Can Yayınları, 7. Basım (1. Basım 1994), 225 sayfa

6 Ekim 2010 Çarşamba

iblogger uygulamasi ile yazmak...

Bir suredir gunlugume telefonumla nasil yayin yapacagimi arastiriyorum.Malum ofis bilgisayarimdan girmek problem, girdigimiz her site kaydediliyor ve merakli yoneticiler tarafindan inceleniyor. Burada oyle merakli ve dedikoducu bir topluluk var ki, aman falanca su siteye girmis bir gireyim de bakayim modunda tiplere rastlamak cok olasi. Neyse, iblogger uygulamasini yukledim bende. Bir de para verdim, bakalim hayirlisi.

5 Ekim 2010 Salı

Olasılıksız - Adam Fawer

Konu itibariyle çok güzel bir bilim kurgu romanı olabilecekken, yazarın basit Hollywood klişelerine sardırıp konuyu harcayıp bitirdiği bir bilimsiz kurgusuz edebiyatsız bir roman olmuş. Bu kitabın ucuz bir aksiyon filmine (bana göre ucuz ama imdb’ye gore bol yıldızlı) konu olmaktan öteye gideceğini sanmazdım, tabii bu yıl bu kadar çok baskı yapmasaydı ve bir sürü kişinin kolunun altında görmeseydim. Kaba tabirle kitap Laplace isimli bir matematikçinin Laplace Şeytanı teorisini, evrendeki tüm yasalar ölçülebildiği takdirde gelecek de tahmin edilebilir (çok genel oldu kabul), işlemeye çalışmış. Tversky isimli çatlak profesör tadında bilim adamı deneklere çeşitli ilaçlar vererek bu teoriyi kanıtlamaya çalışıyor genel olarak. Fakat işin içinde bir de üstün güçte ajanlar var, acımasız patronlar var, Koreliler var, çok abartılı aksiyon sahneleri var. Bütün bunlar bir araya geldiğinde buram buram konuyu nereye çeksem de “best seller” olsam, paraya para demesem kaygısı kokan ayrıca tadı da çok kötü bir çorbaya dönmüş bu kitap. Bir sayfada bilimsel ahkamlar keserken, sayfayı çevirdiğinizde ajanlar ortalığı patlatıyorlar, “ne oluyor yaa” diye kalıyorsunuz. Tamam kabul ediyorum herhangi bir sözelci bu tip bilimsel nanelerden çok da fazla çakmayabilir, ama iyi bir sözelci daha önce hiç duymadığı ve/ya henüz duyup da kafası basmadığı bilimsel naneler üzerine yazılmış metinleri iyi okur, anlamaya çalışır. İşlenmeye çalışılan konuyu, Laplace’ı, kitapta adı geçen sürüyle bilim adamıyla ilgili biraz okuma yapınca aslında konunun ne kadar dallı budaklı olduğunu ve birbirini çürüten ve/ya destekleyen birçok teori olduğunu görmek zor değil. Bu kitabın temel sorunu da neyi ortaya koymak istediği ya da neyi işlediğinin çok belirsiz olması, belki de yazar olasılık teorisini baz alarak bir bilim kurgu romanı yazmaya başladı ama sonra ilham perisi onu kovaladıkça alakasız noktalara vardı iş, bilemiyorum; demem o ki, kitabın birçok bölümünde alakayı kuramamış olmam benim fizik yoksunu sözelciliğimden değil, yazarın ipsiz sapsız, alakalı alakasız bilimsel alıntılarından kaynaklanıyormuş. Sonuçta, bir takım bilimsel ahkamlar kesilecekse ben o kitabı yazan yazardan çok iyi bir araştırmanın yanında çok da iyi bir sunum beklerim fakat bu kitapta geçen bilimsel açıklamalar “wikipedia” dan kopyalanmış gibi adeta. Bütün bu bilim kurgu işini bir kenara bırakırsak, kitap en başta bir süre sonra kaderleri kesişecek kişileri tek tek işliyor, ama o bölümler o kadar uzun anlatılmış ki bir süre sonra sıkıyor. Kitabın orijinal dili de böyle mi bilmiyorum ama ben çeviriyi hiç beğenmedim, kızıma okuduğum çocuk kitaplarındaki dil daha yaratıcı ve düzgün desem abartmış olmam. Karakterlerin kaderleri nihayetinde birleştiğinde, olay bilimsel boyutlardan aksiyon boyutuna atlıyor; yenilmez, öldürülmez, hem güçlü hem seksi hem güzel ajan, geleceği gören baş kahraman, ona yardım eden baş kahramanın şizofren kardeşi her birlikte aksiyondan aksiyona dalarlar; bombalar patlar, binalar yıkılır, yangınlar çıkar, arabalar uçar, işte aklınıza gelebilecek türlü Amerikan vıdıvıdısı klişe yazılıp çizilir.

Evet, ben de bu kitabı bir çırpıda okudum itiraf ediyorum. Kitaplara olan saygım onları yarım bırakmamı engelliyorsa, biran önce bitsin bari dedim. Kısacası hiç beğenmedim, zaten best-seller okumayı da sevmem ya ben.
 
April Yayıncılık, 59. Basım, 475 sayfa

3 Ekim 2010 Pazar

Shapes for Women

Doğum yaptığımdan beri, yaklaşık son 2,5 senedir, spora gitmek için sürekli bızırdanıp duruyorum. Bir gün 30 saat olsaydı daha rahat olabilirdi, belki. Şehre çok uzakta çalıştığım için sabah erken çıkıp akşam geç geliyor olmam, evde benden ilgi alaka bekleyen bir çocuk ve işi yüzünden çok vakti olmayan bir koca, ilgilenemediğim ve artık neyin nerede olduğuna hakim bile olamadığım bir ev ve hobilerine vakit ayıramadığı için huzursuz bir kendim olması ve tabii arada uyumak zorunda da olmam nedeniyle 24 saate sığamama durumundan muzdaribim zaten, spora ne ara gideceğim ki. Bir de böyle çocuğu bırakıp kendi başına bir yere gittin mi herkes acaip bir moda giriyor, sanki çocuğa 1 saat baktılar da incileri döküldü ya da çocuk öksüz kaldı (töbe töbeee). Çocuğunu bir yere bırakıp kendi istediği bir yere, hele de gittiği yere mecburen ya da iş nedeniyle falan değil de keyfi bir spor etkinliği ise, yanlız giden anneye bakışlar çok acımasız olabiliyor. Oturduğumuz semt de öyle Ankara'da son zamanlarda çoğalma eğiliminde olan "health club" gibi saçma tanımlarla kendini sporu bir yaşam felsefesi olarak benimsetmeye adamış kokoş spor merkezlerinden uzakta, semt dahilinde yakında spor yapabileceğiniz tek yer parklar veya apaçi gençliğin kas yapmak üzere doluştuğu kıro egemen mahalle spor merkezleri var. Uzun lafın kısası, spor yapmama herşey karşı.

Bütün yorgunluğunu göze alıp, sadece çocuk klüpleri olduğu için (akşam işten gelince atarım kızı arabaya spora giderim, o da orada oynar) bahsettiğim kokoş spor salonlarından biriyle bile görüştüm. Konsepti hiç sevmesem de spor yapmak uğruna katlanabileceğimi düşündüğüm züppe mekanına kayıt yapmaya karar vermişken, bir alt sokağımızda Shapes diye bir yer için hazırlık yapıldığını gördüm. Girdim içeri, bayanlar vardı, güleryüzlü ve yorgun, etrafı çekip çevirmeye çalışıyordı, sordum burası spor salonu mu olacak. Evet spor salonu olacakmış (yaşasın!) birkaç güne açılacakmış, gelip o zaman görüşebilirmişim. Shapes Kolej Şubesi'ne birkaç gün sonra gittim, ana rengi turuncu olan dekorasyon cıvıl cıvıldı. Kısaca bilgilendim. Her bir seansın 30 dakika sürdüğü sisteme "Hidrolik Fitness" deniyor. Salonda fitness aletleri, her bir aletten sonra step tahtası veya yer matı var. Bütün aletler bir döngü oluşturacak şekilde konumlanmış. İstediğiniz bir aletten başlıyorsunuz, 30 saniye hızlı bir ritimle bu alette çalışırken hoca süre bitiminde yapacağınız hareketi (aerobik hareketi) gösteriyor. 30 saniye sonunda müzik arasında sinyal çalıyor, bu sinyalle hocanın size göstermiş olduğu hareketi yine hızlı bir şekilde yapıyorsunuz, sonra sıradaki alete gidip 30 saniye daha, sonra hareket 30 saniye derken, tüm aletlerde (8 adet) 3 tur çalışılıyor, tabii 3 turda hareket yapılıyor. 3. tur bittiğinde gevşeme hareketleri yaparak bitiyor. Amaç daha çok kilolu bayanları forma sokmak, kilo verdirmek, çünkü ilk kayıt olurken tüm ölçüleriniz alınıp kaydediliyor ve düzenli olarak ölçümünüz yapılıyor. Benim böyle bir derdim yok neyse ki, form tutmak istiyorum, bıngıl bıngıl olmayayım istiyorum. Mutlaka ve mutlaka hoca çalıştırıyor sizi, günün istediğiniz saatinde gidip hiç beklemeden seansa başlayabiliyorsunuz hocayla, tek kişi olsanız bile. Pilates seansları da oluyor ama ben yetişemiyorum saatine. Bu spor salonuna sadece kadınlar üye olabiliyor, hatta salonu açan girişimcinin bile kadın olması gerekiyor, bir erkek açmak istiyorsa sadece yatırımcı olabiliyor, ya kadın bir ortağı ya da kadın bir yöneticisi olacak. Geçen sene Mart ayından bu yana üyeyim Shapes'e. İlk başta 30 dakika bana yeter mi endişelerim yersizmiş, çünkü oram buram toplandı, yazın farkettim ki daha uzun süre yüzebiliyorum kollarım bacaklarım güçlenmiş. Benim için en büyük avantajı evime yakın olması ve istediğim saatte gidebiliyor olmam. Bir süre sonra aile gibi oluyorsunuz zaten, 3 gün gitmesem nerdesin diye telefon açıyorlar, herkes birbirini tanıyor, ayrıca girişimci bir kadına böylelikle destek veriyor olmak da çok güzel. Artık kızımı da götürebiliyorum, ben sporumu yaparken ilgileniyorlar. Aylık ücretleri 90 TL, 3 aylık üye olursanız 81 TL ye geliyor, 6 aylık veya 1 yıllık üye olursanız daha da düşüyor, aslında fiyat çalışan biri için pahalı, ev kadınıysanız veya esnek çalışma saatlerine sahipseniz uygun. Ben sadece akşam 19.30 dan sonra gidebilirken ve her gün gidemezken, evde olan biri istediği saatte hatta bir sabah bir akşam bile gidebilir. Pazar günü kapalı olmaları da çalışanlar için negatif bir etken, Pazar günü açık olmalılar bence. Artık spora gidiyorum sonuç olarak, spordan çıkınca kendimi iyi hissediyorum, mutlu oluyorum. İşten sonra tüm yorgunluğumu da atıyorum ayrıca, hiperaktif miyim neyim..

2 Ekim 2010 Cumartesi

Dublörün Dilemması - Murat Menteş

Herşeyden önce söylemeliyim ki bu romanı okurken harika vakit geçirdim., sürekli gülümseyerek yüz kaslarımı çalıştırdım. Roman bir Tarantino filmine konu olacak nitelikte kanlı, hareketli, vurdulu kırdılı başlıyor. Aslında o kadar alakasız başlıyor ki roman,eğer bu kadar ilgi çekici ve yaratıcı dili olmasaydı devam etmekte zorlanabilirdim. Murat Menteş'in dili o kadar yaratıcı ki hayran kalmamak mümkün değil, hayalgücü ise dehşet verecek boyutlarda desem abartmış olmam. Sadece romanın ve kahramanlarının isimleri bile bu hayalgücünün boyutlarını ortaya koymakta; romana verilen Dublörün Dilemması ismi romanı okudukça, roman kahramanlarının isimleri de onları tanıdıkça anlamlarını buluyorlar, Nuh Tufan, Baretta, Umur Samaz, İbrahim Kurban, Habip Hobo, Ferruh Ferman, Rıza Silahlıpoda. Gerçekleşmesi imkansız hatta saçma olarak bile ifade edilebilecek olaylarla çevrili romanda insanlar kılıktan kılığa giriyor, türlü dolaplar çeviriyor, rastlantı üzerinde rastlantılar yaşıyorlar. Okurken Murat Menteş'e inanıyorsunuz, söylemek istediklerini tüm bu saçmalığın ve ironinin orta yerinde pat pat söyletiyor karakterlerine; teknolojinin, paranın, rahatın, kapitalizmin, acımasız yeniyüzyılın, politikanın, dünya düzeninin başımıza ördüğü çoraptan rahatsız yazar, bütün bunları kurgusuna öyle güzel yedirmiş ki, hayran kaldım. Olasılıksız romanınıyla bu kadar dalga geçtiği için de teşekkür ederim kendisine. Romanın son sayfasında verilen"Devamı 121. sayfada" esprisini çok pis yedim, döndüm 121. sayfaya, aranıyorum kelimelerin arasında, baş harfleri birleştiriyorum falan, kesin buraya gizlenmiş birşey var diye, romanın olaylarından nasıl etkilendiysem artık. Romanda baş karakterlerin lise yıllarında kurduğu, romanın en sevdiğim bölümlerinden birini oluşturan Afili Filintalar isimli çete, Murat Menteş önderliğinde yazar kadrosu roman kadrosundan farklı olarak ve büyüyerek nette yayın yapıyor. Ben sevdim bu romanı, yazarın diğer kitaplarını da aldım sıraya, okuyacağım. Tavsiye ederim.

Altını çizdiklerimden....
" ... Biz yetimler intikam iştiyakıyla doluyuzdur. Dehşeti dengelemeye yatkınızdır. Başkalarının öçlerini de almaya hevesleniriz. Yetimlik bize kanlı doğaçlamalar yapma cüreti verir. Suçlamakla ya da suç işlemekle kaybolmayan bir masumiyet imtiyazına sahibizdir İtiraf etmeliyim ki, aziz okur, benim ömrüm, her birini gebertmek istediğim insanlarla aramdaki buzdağlarını eritmeye çalışmakla geçiyor. Mesela zenginlerden nefret ediyorum, ne yapayım, elimde değil. O restoran sürüngenleri, fiyaka kumkumaları, yapmacık kasvetin mıymıntı bekçileri, ticari bir şiveyle konuşan zehirli papağanlar, hileli bir neşe içinde geviş getiren bunak vampirler, modanın ipiyle kuyuya inen kibirli cambazlar, tatile gebe fırlamalar, alaturka bir sadizmle zıvanadan çıkanlar, alafranga bir mazoşizmle yılışıklaşanlar... Hepsine teker teker Kolombiya kravatı takmak istiyorum! [Kolombiya kravatı: Meksika mafyasının uyguladığı bir cezalandırma biçimi: Kurbanın gırtlağına bir delik açılır ve dili bu delikten sarkıtılır.] Gerçi zamanla esnekleştim. Ulaşılması ve vazgeçilmesi en zor nimetin sükunet olduğunu anladım galiba. Tamam, zenginlere merhamet duyacak kadar güçlü değilim hâlâ, fakat sayıların artışındaki boşunalığın eşiğini görebiliyorum. İbrahim Kurban'dan öğrendiğim kadarıyla, yeşil banknotlar kamuflajdan başka bir şeye yaramıyor: Aptallığı, beceriksizliği, acizliği, yalnızlığı kamufle ediyorlar... Ayrıca, yetimlik zaman aşımına uğramaz, haddizatında yetim olmayanlar da yetimliğe doğru seyreder. Yani kimsesizlik, kimsenin tekelinde değildir: Kainat ve tarihin bekleme salonunda biraz soluklanıyoruz, çoğunlukla da adımız anonslanmadan kainata ve tarihe gömülüyoruz..."

"Hatırlıyorum da,  o günlerde her yerde bir dengesizlik gözlemleniyordu: "İstikbal Molekülleri" örgütünün, dinamit bağlayıp ortalığa saldığı sokak köpekleri yüzünden hayvanseverler yollara dökülüyordu. Bazı araştırma merkezlerinde, yeni ilaçların etkilerini ölçmek için ücretli denekler olarak kullanılan kimi sağlıklı insanlar ölüyordu. O sene, 27 kişiyi yıldırım çarpmıştı; bu bir rekordu. Istanbul'da uluslararası büyücüler kongresi toplanmıştı. Annemin de şikayetçi olduğu eklem ağrılarına , fil tezeği sayesinde son verilebileceği şayiası yayılmış ve bir sürü insan hayvanat bahçesindeki filin kıçını kuşatmıştı. Belden aşağısı tutmayan felçli bir kadın, suni döllenmeyle hamile kalmış ve beşiz doğurmuştu. Erkeklerin davet edilmediği feminist cenaze törenleri moda olmuştu. Bir emlak komisyoncusu, cesur müşterilere "perili ev" satıyor ve/yahut kiralıyordu. Ukrayna'da parlamento seçimlerinde aday olan Elena Solod, televizyonda canlı yayında striptiz yaparak halktan oy istiyordu..."

"Bütün bunları biraz da sıkılarak anlatıyorum. Çünkü çalıştığımızda, bir şey anlatmanın önemi kalmadı. Sır dönemi kapandı. Alenilik salgını yüzünden, medyatik ifşaat ve teşhir çılgınlığı yüzünden, monotonluğun sistemleştirilmesi yüzünden... her şe otomatikman pornografikleşti. Şeffaflığın ilkeselleştirilmesi de yapılan işlerin faziletliliğine duyulan güvenin açığa çıkmasını kolaylaştıracağı yerde, arsızlığa rahatça ilanına vardı. Merak preslendi, bereketini yitirdi. Her şey uluorta olunca, sebepsizlik ve sonuçsuzluk neşet etti ve kanıksandı. Görünmek de saklanmak da büyük birer mesele haline geldi. Meşhur mu oldunuz, demek ki yanlış anlaşıldınız. Kayıplara mı karıştınız, bu sizin sorununuz."

İletişim Yayınları, 10. Baskı (1. Basım 2005), 263 sayfa
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...