31 Ağustos 2010 Salı

2010 yaz tatili...

Yıllardır 2 hafta üstüste tatile çıkmamıştım (hamile iken olanı saymıyorum). Bu sene tereyağından kıl çeker gibi onaylanınca iznim yerlere göklere sığamadım. Ruhen ve fiziken çok yorulmuş olan kendimi 15 gün uzaklara taşıyıp denizle güneşle onarmak heyecanıyla Temmuz ayını pek bir pozitif geçirdim. Bu sene tatilden beklentim ne içip sıçmak ne de eğlencenin dibine vurmaktı, yegane isteğim kumsalda uzanıp gözlerimi kapamak, güneşte yanıp yanıp serin sulara atlamaktı, öyle de oldu. Tatil 15 gün olunca gezme fırsatı da bulduk süper oldu. Once Ayvalık' gittik, kızı aldık. 1-2 gün orda kalıp, Ayvalık tostuna doyup, cildimizi  kızartmadan bronzlaşmaya döndürüp tatil moduna girdikten sonra Çeşme'ye doğru yola çıktık...Torba'ya gelince yanlış yolda olduğumuzu çakıp geri döndük bir de, o ayrı.

Çeşme..

Ilıca..
Çeşme'ye gitmek planımızda vardı fakat tatilin ramazana denk gelmesi rahatlığıyla kesin bir plan yapmamıştık. Yola çıkmadan birgün önce Ilıca'da Villa Saray Otel'i aradık, yerleri varmış. Oda+kahvaltı 150 TL fiyat verdiler, haftasonuna denk gelen günler için önce 175 TL dediler ama onu da 150 TL olarak anlaştık.5 gecelik rezervasyon yaptırdık. Villa Saray'da ister villa ister oda kiralanabiliyor. Oldukça temiz, güzel ve yemyeşil bir çevre düzenlemesi var, sessiz mi sessiz, sakin mi sakin. Öyle sürekli yüksek sesle bağıra çağıra konuşup eğlenen turistlerden de yok. Odamız küçüktü ama bize yetti. Fakat, banyoda hiç rahat edemedim. Duşakabin yerine duş perdesi vardı, hadi biz sorun değil de kızı yıkarken falan her yer su oluyor, sıcaktan kurumuyordu, ve ben banyoda, wc de ıslak zeminden nefret ederim, tiksinirim falan, ama idare ettik işte, bir de her oturduğumda sırtıma düşen klozet kapağı beni öyle uyuz etti ki sonradan bir süre bütün klozet kapakları aynı şeyi yapacak hissi taşıdım. O banyo ve wc o otele olmamış. Duşlara kabin taktırmak, klozet kapaklarını yenilemek o kadar zor ve pahalı olmasa gerek. Temizlik personeli iyidi, her akşam odamızı tertemiz bulduk. Yatağa örttükleri pike eski püsküydü, bunu da yakıştıramadım açıkçası, yenilemelerini tavsiye ederim. Böyle küçük çirkin şeyler insanın aklında yer ediyor, işletmeler böyle basit bir pikenin imajını zedelemesine izin vermemeli. Kahvaltıyı da pek sevmedim, Alaçatı'da oteller pahalı diye gitmemiştik ama demekki kahvaltı farkı böyle oluyor, Alaçatı'da bol çeşitli Ege kahvaltısı veriyorlar ve genelde 14.00 e kadar açık oluyor kahvaltı, burada ise şu küçük paketlerdeki reçel, yağdan falan veriyorlar, saat 10.00 da bitiyor. Ben sadece 2 gün edebildim kahvaltıyı, zaten bizim gezenti kız da öğlene kadar uyuduğundan genelde dışarıda kahvaltı ettik.

İlk akşam yemeğimizi Ilıca sahilindeki Kumrucu Şevki lerden birinde tabii ki de Kumru yedik. Daha önce İzmir'de de yemiştim. Açıkçası olsa da olur olmasa da, benim için vazgeçilmez bir lezzet değil, Ayvalık tostunu tercih ederim. Yanlız bu Şevki Amca köşeyi dönmüş sanırsam, her köşe başında bir Kumrucu Şevki'ye rastlamak mümkün, Çeşme'de kumrusuz kalmak neredeyse imkansız. Akşam Çeşme'nin çarşısına gittik. İncik boncukcuları dolandık, bir ipe dizilmiş 3 boncuğu 10 tl ye satıp turisti sömüren dükkanlara kızdık. Deniz kenarında yürüdük, damla sakızlı dondurma yedik, nefisti. Yanlız çarşı bomboştu, şaşırdık. Hani herkes artık Çeşme'ye akıyordu. Fakat daha sonra gördük ki, Çeşme Marina'ya İzmir'deki Forum Bornova tarzında bir çarşı yapılmış. Bir sürü kokoş restoranlar ve dükkanlar var, millet ordaymış. Mimari olarak güzel fakat o kokoş format bana ters olduğundan sevmedim, kendi çarşısı daha güzel aslında.

Ilıca Plajı

Bir günümüzü burada geçirdik. Namını çok duymuştum Ilıca Plajının, gerçekten de çok güzel bir yer. Deniz suyu sıcak ve berrak, hava esintili, bunaltmıyor, denizde metrelerce yürüyorsunuz boyu geçmiyor, kum incecik, çocuklu aileler için çok uygun. Suyun sıcaklığı denizin içinde termal su kaynaklarının olmasından ileri geliyormuş. Fakat gün ilerleyip de güneş alçalmaya başladığında su acaip sıcak oluyor, benim gibi soğuk deniz sevenlerin pek hoşuna gitmeyebilir. Kumsal ise tabii ki "beach club" lar tarafından parsellenmiş. 2 şezlong+1 şemsiye için oturur oturmaz 15 tl veriyorsunuz. Yiyecek içecek çok pahalı değil, şehir merkezi ile aynı. Bira 6 tl. Bir de garsonlar zırt pırt başınıza dikilip "ne içersiniz" diye taciz etmiyor.

Tekne Turu
Her yaz tatilinde tekne turuna çıkmak küçüklükten beri olmazsa olmazımdır. Hele ki birkaç yıl önce çıktığımız tekne tatilinden sonra vazgeçilmez olmuştur. Hazır kız da 2,5 yaşına geldi, "tekneye bindirebiliriz bir deneyelim" dedik. Çeşme'de bakınmaya başladık deniz kenarına sıra sıra dizilmiş tekne turlarına. Oldukça büyük, bangır bangır müzik çalıp dansöz oynatarak insanları eğlendiren akıllara zarar tekneler var, fiyatları kişi başı 15 tl. Biz ise sakin sakin gidecek bir tekne arayışındayız. Saint Mary teknesinin önüne geldiğimizde sorumlu kişi, "biz en fazla 15 çift alıyoruz, onun üstüne çıkmayız.Müzik, dans falan yok bizde. Zaten yelken açıyoruz. Fiyat kişi başı 40 tl." Fiyat pahalı olmasına pahalı ama aradığımız format bu. Hemen aldık biletlerimizi. Sorumlu bize "10.30 da çıkıyoruz yola. Siz 10.00 da burada olun, çocuk var güzel bir yer ayarlayalım" dedi, tav olduk. Neyse, o sabah 10.00 da orda olduk ama en son gelen bizdik zaten, ve teknede neredeyse 60 kişi vardı. Teknenin kaç metre olduğunu bilmiyorum, tek bildiğim o tekneye o kadar kişi fazlaydı, fazla olmasa bile işin pazarlaması bize öyle yapılmamıştı. Pişkin pişkin "sizi şöyle alalım, orası çok rahat" diye. Azıcık gölgesi olan teknenin 3. katında bir yer gösterdi. Kızım olmasa yer süper de be adam çocuğumuz var bizim, merdivenle çıkılamayan bir yere ne koyarsın bizi, hoş başka oturacak yer de yoktu ya. Sinirlenmemize rağmen bütün itaatkar müşteriler gibi kuzu kuzu gidip gösterilen yere oturduk. Hareket edince keyfimiz yerine geldi gelmesine de, azıcık gölge kısım da güneşte kaldı. Bir süre (yaklaşık 1,1-5 saat) gittik, sonra bir koyda durduk. Saat 11.30 olmuştu. Yemeği hazırlamaya başladılar. Biz de o kadar yanmıştık ki hemen denize atladık. Bizim kız bayıldı tekne olayına, ilk başta su soğuk olduğundan ciyaklasa da hemen yüzmeye koyuldu. Yemek için balık itemiştik tabii ki de, lezzetliydi. Fakat yerimiz güneşin altında olduğundan oldukça sıkıntı çektik, koca havluyla gölge yaparken ben kızı doyurmaya çalıştım falan. Burada yaklaşık 1,5 saat durduk. Sonra tekrar yola çıktık. "Eeşek adası'na mı gidiyoruz?" sorularına karşılık kaptan "Gidiyoruz ama durmayacağım orada, görün diye bir geçeceğimm, zaten birşey yok" orada dedi. İtaatkar müşteriler itiraz etmedi tabii. Neyse eşek adasının yanından dolandık, uzaktan uzaktan 1 tane eşek gördük görmedik. Yola devam ettik. Herkes sıcaktan bunaldıkça bunaldı, "kaptan denize girmeyecek miyiz bir daha" diye söylenmeye başladı. Kaptan "bir koyda" daha duracağız dedi. Ben şaşırdım, tün gün süren bir tekne turunda sadece 2 koyda denize girmiş olmak oldukça azdı. Çok daha uzun bir süreyi tekne üzerinde seyir halinde geçirmişti. Bu arada bizim kız sıcakta iyice bunaldığından gölgede oturan üniversite öğrencilerinin yanına oturduk. Saolsunlar onlar da kızı çok sevdiler, ilgilendiler. 2. koyda durduk denize girdik ama yarım saat sonra katan dönüyoruz dedi, fitil olduk. Dönüşte kaptan yelkenleri açtı, verdik rüzgara kendimizi. İşte bu herşeye değerdi sanırım, motor sesi susup da etrafı denizin hışırtısı, rüzgarın ugultusu klınca herkese bir huzur geldi.Çeşme'ye doğru rüzgar dinip de motoru çalıştırana kadar huşu içinde gittik. Motor çalışınca yine bir bunaltı bastı, kaç saatir suya girmediğimizden sıcaktan patlayacaktık. Neyse 17.00 de indik tekneden. Kendimizi otele atıp klimanın altına yattık, rahatladık. Keyifliydi keyifli olmasına, zaten tekne üzerinde keyifsiz olmak gibi bir durum olamazdı da. Be adam bize dürüst dürüst söyle işte, aldığı kadar doldurum ama cıstak müzik çalmam de baştan da beklentiye girmeyelim, dürüst satıcı başımızın üzerinde yani.

Alaçatı

Ne güzel yer bu Alaçatı. Ayak basar basmaz hayran kaldık. Her yer rengarenk, enerji ve huzur dolu. Bende lk uyandırdığı duygu, burada çok fena aşk yaşanır oldu. Alaçatı'da değişik değişik restoranlar, barlar, kafeler olsa da, bütün olarak bir tarzı var. Çok renkli, seviyeli bir tarz bu. Seviyeli derken yanlış anlaşılmasın. Çalan müzikler çok kaliteli, etrafta müşteriye "buyrun gelin bizde yiyin" diye saldıran restoran çalışanları yok. Ama yine de küçük ara sokaklara doğru bakınca deniz görmek istiyor insan, deniz kenarında oturmak istiyor, bu mümkün değil maalesef.

Bir akşam yemeğimizi Şişarka Restaurant da yedik. Girişi ve bahçesi çok güzeldi, oldukça da kalabalıktı ve biz çok acıkmıştık. Balık yiyelim dedik oturunca, garson bizi güzel yönlendirdi, restoranın bu kısmında yapılan balık havuz balığı oluyormuş, deniz balığı isterseniz balık restoranımız var ordan seçelim önerisinde bulundu, bizde öyle yaptık. Balığın yanında klasik rakı mezeleri dışında börülce ve daha önce yemediğim fakat methini çok duyduğum kabak çiçeği dolmasından ısmarladık. Börülce yediğim en kötü börülceydi desem çok haksızlık etmiş olmam sanırım ki o kadar sevmeme rağmen bitiremedik. Kabak çiçeği dolmasının için de böyle kuru kuruydu, bu dolma böyle olmalı eğer böylese çok kötü diye düşündüm. Bunun yanında salata ve balık harikaydı. Gelen hesap yemekle doğru orantılı olmadı, 2 bira bir ufak rakıyı da dahil ederseniz, o kötü börülce ve kabak çiçeği dolması skandalını da göz önünde bulundurursanız ödediğimiz 180 tl hesap bana biraz fazla geldi. Tatlımızı İmren Helva'da yedik. Madem damlasakızıyla ünlü buraları her tatlıyı damlasakızlı yiyecektim :) Tavuk göğsü yanında damlasakızlı dondurma yedim, süperdi. Daha önce yediğim damlasakızlı dondurmaların en kralıydı diyebilirim. Bir akşam da Bizim Ev Restaurant da yedik yemeğimizi, mavi beyaz sandalye ve masaları ile pek güzel göründü gözümüze. Masa ve sandalyeleri dışında canayakın garsonları ve, süper yemekleri ile de çok sevdik. Kuzu şiş, balık, mezeler, rakı derken hesap 150 tl oldu, bu Alaçatı pahalı mı ne? Ama yine de değdi, yemekler çok lezzetliydi, daha önce fiyasko olan kabak çiçeği dolması denemem ise burada kesinlikle başarılı oldu.


Kocakarı Plajı..

Sözkonusu Ege kıyıları olunca denizi kötü koy olamaz herhalde. Kocakarı Plajı nispeten halk plajı formatında, fakat yine de şezlong-şemsiye mafyası bu koyu da esir almış. Deniz güzel olmasına güzel de, plaj kumu ıslak ayakla basınca çamura dönüşecek cinsten, sevmedim. Gidilse de olur gidilmese de, güzel olmasına güzel ama tadından yenmez de değil.


Altınkum..

Turkiye'de gordugum en güzel sahillerden ilk 3 e girecek bir sahili ve denizi var Altınkum'un. Görür görmez hayran kaldık. Incecik pırıl pırıl kumu, Uzakdoğu sahillerini kıskandıracak güzellikte pırıl pırıl bir denizi var. Suyu ise soğuk, tam bana göre.Tüm sahil şeridi, beach ler tarafından kuşatılmış durumda. O sıcakta upuzun sahili yürüyerek kendimize beachlerden beach beğenmek zorumuza gitti, Mioxuxu Beach'in sarı dekoru hoşumuza gitti, oturduk. Kişi başı 20 tl verdik, 2 şezlong, 1 şemsiye dahil (off çok şaşırdım ne kadar değişik bir konsept Çeşme için..) Bira 8 tl. Fakat o kum, o deniz yok mu daha fazla ödesek de çok umurumuzda olmayacaktı açıkçası. Bütün gün bu muhteşem denizin tadını çıkardık, değdi. Çeşme'ye gelip de bu sahili görmeden gitmek kayıp olur.






Aya Yorgi Koyu...

Çeşme'de Bodrum'daki gibi barlar sokağı falan yok, merak ettik nerede eğleniyor bu insanlar. Biraz webde gezindikten sonra Kumrucu Şevki mantığıyla Çeşme'nin her bir yanına yayılmış Babylon lardan birinin Aya Yorgi de olduğunu gördüm. Denize girmek için gitmedik ama bir gece şu Aya Yorgi nerede derken yolumuz düştü. Ve eşme'de insanların nerede eğlendiğini gördük, şok olduk. Bu Aya Yorgi denen yer, tüm kıyı şeridinin kokoşluk ötesinde kokoş clublar tarafından parsellendiği bir koy imiş. Bu clublar nasıl bir utanmazlık içinde olmalılar ki güzelim koyun kenarı konuşlanarak kullanımı özelleştirdikleri yetmiyormuş gibi, clublarının etrafına devasa duvarlar, tel örgüler çekebildiler. Ya da Çeşme belediyesi buna nasıl müsaade etti. Bir sahil şehrinden beklemeyeceğim kadar kokoş bu alanı mümkün olduğunca kısa sürede terk ettik.

Çeşme'ye ilişkin temel izlenimlerim ise....

- Çeşme esnafı çok suratsız, hatta çoğu terbiyesizlik derecesinde ukala, ya da biz onlara denk geldik bilemiyorum.
- Yapı Kredi bankasıyla çalışan çok az yer var. Tavan yapmasını beklediğim puanların içbirini kazanamadım bu yüzden. Yapı Kredi de bunun farkında olsa gerek ki, Alaçatı'da anlaştığı her restoran ve bara koskoca ışıklı Adios tabelaları astırmış.
- Her şeyiyle gereğinden fazla pahalı. Belediye özel iştiraklere çok fazla müsamaha göstermiş, onlar da işin bokunu çıkarmış.
- Ama deniz güzel, güneş güzel, kum güzel...

BODRUM BODRUM....

Çeşme'den sonra Bodrum'a geçtik. 17 yaşımdan beri gidiyorum Bodrum'a, bundan mıdır bilmem hiçbir sahil şehrini Bodrum kadar sevmedim. Her ne kadar bozulduğu iddia edilse de Çeşme'den daha gidilesi, daha samimi olduğu kesin. Çeşme'de hayli gezip yorulduğumuzdan Bodrum'da gündüzleri Camel Beach deydik, çocuklar için de oldukça rahat bir sahil. Geceleri Bodrum merkezde, her zamanki gibi sahilde sonra Kule Bar da takıldık, güzeldi.

Ve sonraaaa her güzel şey gibi tatilde bitti.......15 gün de olsa bütün tatiller kısa geliyor insana be....

1 Ağustos 2010 Pazar

Alice in Wonderland

Alice Harikalar Diyarında'yı Tim Burton yorumlarsa nasıl olur? Aklıma ilk gelenler..

- Çok renkli bir film olur..
- Çok eğlenceli bir film olur..
- Hayalgücü sınırları zorlanmıştır..
- Başrollerden birinde kesin Johhny Depp oynar..

Çocukluğumuzda ya filmini , ya çizgi filmini seyretmiş, ya da kitabını okumuşuzdur mutlaka. Alice isimli sarı saçlı kabarık etekli ufaklık bir tavşanın peşine takılır ve kendini Harikalar Diyarında bulur. Tim Burton yorumu ise bence muazzam..Alice küçükken rüyasında Harikalar Diyarına gitmektedir. Sonra büyür, 20 yaşına gelir, hayalperest ve idealist bir genç kız olmuştur (Elbisesinin içine korse ve çorap giymeyi reddedder mesela "ben bunların gerekliliğine inanmıyorum" der). Londra'da 19.yy sonlarında yaşar, bir Lord un evlenme teklif edeceği bütün üst sınıfın katıldığı bir partide tam Lord u reddecekken tavşanı görür ve onun peşinden gider. Yine aynı şekilde çukura düşer ve Harikalar Diyarı'na gelir. Harikalar Diyarının tüm sakinleri onu beklemektedir, çünkü kötü kalpli Kırmızı Kraliçe iyi kalpli Beyaz Kraliçe'nin tacını ve kılıcını elinden almış, Harikalar Diyarını Yeraltı Diyarına çevirmiştir (burda İngilizcesi çok eğlenceli Wonderland, Underland olmuştur). Kırmızı Kraliçe'yi Helena Bonham Carter oynuyor tabii, yine Tim Burton'ın vazgeçemediği süper kadın (tabii karısı da oluyor aynı zamanda) ve süper eğlenceli bir karakter. Kocaman bir kafası, kızıl saçları var, elbiseleri kırmızı, ruju kırmızı, sarayın tüm dekorasyonu kırmızı, ve herşey de kalp var.Süper komik bir yorum olmuş bu, harika. Beyaz Kraliçe'nin de ondan az kalır yeri yok tabii, böyle acaip abartılı kibarlıkta bir tip, canavarın boyununu kesince falan böyle midesi bulanıyor, öğürüyo, öyle komik bir kraliçe o da. Neyse işte Beyaz Kraliçe tacını ve kılıcını geri alarak Harikalar Diyarını kurtarmak istiyor ve bunun için Alice'e ihtiyacı var. Şapkacıyı ise Johhny Depp oynuyor, ve tabii ki mükemmel. Sonunda Alice Lord'u reddediyor ve benim evlenmekten öte yapacağım işler var diyor ölen babasının ortağıyla (Lord'un babası) işbirliği yapıp işkadını oluyor. Böyle bir yorumu ancak Tim Burton yapabilirdi sanırım. Tabii filmin sonuna hangi açıdan baktığınız önemli, Burton bizim Alice'i işkadını yapmış ne iyi etmiş, ne güzel bir kadın imajı sunmuş diye de bakılabilir; bunun  yanında Alice Çin ile ticaret yapan ilk ülke olma yolunda adım atmaktadır işkadını olarak, dolayısıyla tüccar olmuştur. Belki de bir yazar olup o söyleşiden bu söyleşiye gitseydi daha çok severdim bilemedim ama çok eğlenceli, renkli ve keyif getiren bir film olduğu kesin.

Son Şeyler Ülkesinde - Paul Auster

Son Şeyler Ülkesinde, Anna Blume adında 19 yaşındaki bir kızın, haber alınamayan gazeteci erkek kardeşini aramak için adını bilmediğimiz herşeyin sona yaklaştığı bir şehirde (ülkede) yaşadıklarını anlattığı bir distopik roman. İlk başlarda çok sıkıcı geldiğini itiraf etmeliyim, Anna öncelikle bu şehirde olan biten herşeyin kısa bir özetini geçerek başlar mektubuna (roman aslında Anna'nın arkadaşına yazdığı mektuptur). O kadar karanlık bir yaşantı betimleniyor ki acaip asap bozucu. Romana dair yorumların çoğunda bu şehrin New York olup olmadığı tartışılmış, bunlaı okuyunca farkettim ki ben de okurken hep New York gözümde canlanmış (burda bir not düşeyim, New York'a gidip gezmiş değilim ama işte filmlerde gördüğümüz kadaıyla diyelim), ya da işte Auster'ın New York la bütünleşmiş olmasından kaynaklanıyor da olabilir tabii. Açlık ve ölüm romanın ana temalarından. Üretimin hiçbir şekli artık olmadığı için ne yiyecek ne de giyecek bulabiliyor insanlar.Hırsızlık ve cinayet suç olmaktan çıkmış. O kadar eziyeti bir yaşam ki insanlar ölmek için can atıyor. Bireysel intiharların yanısıra, kendini öldürmek isteyenlerin bu işi toplu bir halde yapmak için kurdukları grup ve kulüpler var, dahası, bu kadar cesaretli olmayanlar için adam öldürme bir endüstriye dönüşmüş. Size çeşit çeşit ölüm paketleri (Harikalar Yolculuğu-Eğlence Gezisi gibi isimleri var) sunan Ötenazi Klinikleri, size birbirinden çeşitli ölüm şekli sunan Suikast Kulüpleri var. Bir de ölümün kol gezdiği bu şehirde yeni çocuk doğmuyor. Ve bu şehirden hiçbir şekilde çıkış yok. Bütün bunların içerdiği ironi karşısında insanın yüzünde bir tebessüm belirirken, bundan 10 sene önceki hayatımızın farklılıklarını düşünce, "neden olmasın" diyip üzülebiliyorsunuz. Bu şehirde yaşayanlar az biraz temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için kendilerine birer "alışveriş arabası" alıp onunla buluntu avcılığı yapıyorlar, yani orda burda işe yarar eşyalar bulmaya çalışıyorlar. Buradaki alışveriş arabası göndermesine de bayıldım ayrıca, neredeyse tüm alışveriş merkezlerinde ve marketlerde gördüğümüz hayatımızın bir parçası haline gelen alışveriş arabaları romanda o kadar kıymetli ve işe yarar ki, insanlar arabalarını kaybetmemek, çaldırmamak için çok uğraşıyorlar. Anna bu şehirde yaşamaya başlayınca uyum sağlamaya da başlıyor, Isabel ile tanışıyor, bir süre onunla yaşıyor, Isabel sayesinde bir sure kendini idare edebiliyor. Sonrasında sanatçıların bir arada kaldıkları bir kitaplığa sığınıyor, orada aşık oluyor, daha fazlasını anlatmayayım artık. İlk başta ısınamadığım bu romanı sonrasında beğendim. Diğer Auster romanları kadar beni çektiğini söyleyemem tabii. Anlatılan herşeyde böyle bir yarım kalmışlık duygusu uyandı bende, sanki daha uzun uzun, daha ayrıntılı anlatsa tadı damağımda kalacakmış gibi. Böyle kısa kısa, hızlı hızlı anlatılmış, özet gibi. Ama sonunu beğendim. Çevirisini Armağan İlkin yapmış, o da güzel. Filmini çekseler ya bunun diye düşünürken bir de baktım 2011 de vizyona girecekmiş.

Can Yayınları, 5. Basım Ağustos 2008, (1.Basım 1985), 182 sayfa
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...