30 Eylül 2011 Cuma

Mektup..

Adının anlamından çok ama çok uzak bir insan, bu yazı onun için. Bir zamanlar etrafındakilere çok ama çok öfkeli davranarak zarar vermiş ama sonradan bütün öfkesini kusup da kendini huzura erdirmiş, kafasını bulutlara yaslamış koskocaman bir dağdır ya volkan, o hiç öyle değildir, bu yüzden uzaktır adının anlamından.

Sene '99 falan, biz sürekli siyah giyinen, rock dinleyen, hayatın anlamı üzerine çok bildiğimizi sanan, bizi anlayacak dahası hak verecek insanlar arayışında olan tıfıl edebiyat öğrencileriydik. Dertlerimiz var sanıyorduk, ailemizle, çevremizle, en çok da kendimizle. Ben taşradan, tüm ortaokul ve lise hayatımda küçücük bir şehrin çarşısına bile kendi başıma bırakılmadığım, her şeyin didik didik didiklendiği, ailesini tanımadıkları kişilerle olan arkadaşlıklarımın tasvip edilmediği bir yaşamdan kopup üniversiteye büyük şehre kendi başıma gelmiştim. Çok dertli, çok yalnız hissediyordum ve bir o kadar da öfkeli; şu koskoca şehirde beni anlayacak çok az insan var sanıyordum. Bunlar yetmezmiş gibi, içimde, o yaşa kadar yaşayamadıklarımı bir çırpıda yaşama arzusu, özgürlüğün dibine koyma hırsı vardı. Volkan'la ben aynı katta fakat farklı bölümlerde, seçmeli dersi ortak alan iki siyah deri ceketli tıfıl edebiyat öğrencileriydik. Ortak arkadaşımız yoktu ya, arada bir göz göze gelir, konuşmadan anlaşırdık, daha doğrusu ben öyle hissederdim. Bir gün ders çıkışında, dil binasından çıkıp DTFC nin ana binasının girişindeki merdivenlerden hızla inerken tanıştık. Sonra, aynı şehirde mektuplaşan iki insan olduk.

Şimdi üzerinden çok zaman geçti ama, üniversite yıllarıma dair hatırladığım en naif anları yaşadım ben Volkan'la. Ders çıkışı yürür, Ankara'nın parklarını gezerdik. Botanik Parkının en dibine inip sırt çantalarını yastık yaparak çimenlere yatıp gökyüzüne bakan, ara sıra muhabbet eden ara sıra sessizliğe gömülen iki gencin hali bir fotoğraf karesi gibi gözümün önünde hala. Volkan siyah giyinir siyah severdi, ben siyah giyinir mavi severdim. Sanıyorum hala aynı sevdiğimiz renkler. Sevdiğimiz renkler üzerine konuşurduk bir de, bu renkler bize neyi çağrıştırıyor da seviyoruz diye, ne kadar safmışız. Hiç dedikodu yapmazdık ne garip, birbirimizden bağımsız ayrı arkadaşlarımız vardı, onlar ayrıydı biz ayrıydık. Volkan sevmezdi hopbidihopbidi yaşamı, ben severdim. Başka insanlarla hopbidi hopbidi gezip en teenage hallerimi büyük bir hırsla yaşarken, Volkan’la yaptığımız buluşmalar ve sohbetlerimiz bu hırslı hayatın ve hopbidi yaşamın o kadar dışındaydı ki, durgun ve dingindi dakikalar. Belki de hala ondan bahsederken kendimi bu kadar huzurlu hissetmemin nedeni de budur, kimbilir. Hayat onca hızlı bir o kadar da kadar kırılgan devam ederken zamanın durduğu bir noktada huzur bulduğum insan olarak tarif edebilirim seni ancak…huzuru hep olmadık yerlerde arıyorum ya ben, yanıbaşımdakini yaşayamıyorum.
Büyüdükçe sarpa saran ilişkilerin içinde bir o yana bir bu yana savrulurken ben, ve hiçbir şeyden mutlu olmaz sürekli şikayet edip sanki arkamdan birileri kovalıyormuşçasına yaşarken, ve gelecek pek de umurumda değilken, onun idealleri vardı. O da mutsuzdu benim gibi ama dünyaya hayalleriyle bakıyordu, kendine bir düş yaratmıştı, ne olmamak istediğini biliyordu. Okuduğumuz bölümü bırakıverip daha yüksek puanla girilebilen başka bir edebiyat, tamamen farklı bir dil bölümüne geçtiğinde ne çok üzülmüştüm, hatta kıskanmıştım itiraf ediyorum. Kendim bir şeyin peşinde koşacak kadar sabırlı olmadığım için belki, belki artık aynı katta olamayacağımızdan, belki senin başka arkadaşların daha olacak beni unutacaksın diye, bilemiyorum, belki de hepsi birden. Sıla diye bir kızla arkadaş olmuştu bölümden onu bile kıskanmıştım, itiraf. Aynı şehirde yaşayan annesinden ayrılıp Olgunlar’da balkonu ağaçlarla çevrili bir eve çıkmıştı, ne mutlu olmuştuk. O evde içtiğimiz sakenin şişesi hala durur bende, buzlu camdan yapılmış ağzı dar güzel şişe, huzur simgem. O ev de, huzur simgelerimden biri oldu hep ya.

Sonraları, ayrı binalarda ayrı katlarda derslere girince ve her ikimizde kendimize istediğimiz değeri veremeyen sevgililer bulduğumuzda daha az gördük birbirimizi. O zamanlarda ve hala, yaşarken ana o kadar kaptırıyorum ki kendimi, etrafımı hiç görmüyorum, yürüyüp gidiyorum, sanıyorum araya giren kopukluklar tamamen benim eserimdi. Ben yürürken sanıyordum ki herkes bıraktığım yerde bekliyor, böyle saygısızdım. Sevgilimle kavga edip, gecenin bir yarısı sokağın ortasında yapayalnız kaldığımda çalabildiğim tek kapının sahibi olan insan. Ağlamaktan şişmiş gözlerimle, ağzım burnum salya sümük çaldığım kapının arkasında sevgilisinin doğum gününü kutlamasına rağmen beni içeri alıp yatağını veren, kendisi salonda sevgilisiyle kalan insan. Sen hep iyiydin, hala iyisin.

Yurtdışına gideceğin gün cep telefonumu çaldırıp sana veda edememiştim. Sen de bana kızmış olmalısın ki, maillerime cevap vermemiştin. Bir gece rüyamda görünce seni, taaa dünyanın öbür ucundan bulmuştum telefonla, internet de yoktu, orayı arayıp burayı arayıp bulmuştum telefonunu. Sonra yine mektuplaşmıştık, ve ben yine becerememiştim. Tekrar ayrı hayatlara akıp gitmiştik.

Aylardır arıyordum ya, şimdi seni tekrar buluverdim. Internette bir update le herkes ulaşılabilir oluyor ya. Hele senin gibi başarılı yayınlara imza atmış, akademisyen olmuş birine. Birbirini tekrar bulan iki insan, edilen muhabetlerden sonra ben kendimi ne kadar değişmemiş buluyorsam seni de o kadar değişmemiş buldum ya. Hala kırılgan ve kırık, hala idealist, hala hayalperest…şimdi yazarsın bir de artık…bugünlerde çıkan kitabını alıp okumak için sabırsızlanıyorum…çok iyi tanıdığım bir kalemin elinden dizilen kelimelere gözlerimi kilitlemek bana iyi gelir bunu da biliyorum…okumak isterseniz buyrunuz..

19 Eylül 2011 Pazartesi

Bir doktorla evli olmak....yazı dizisi no.4

Bunları yazarken acımasız davranıyorum, yine acımasız yazacağım. Doktorlar, hemşireler ve represantlar bundan sonrasını okumasınlar, sinirlenebilirler. Yazdıklarım tamamen kendi kişisel görüşlerim, gözlemlerim sonuçta.

Şimdiye kadar hep söyledim ya, doktorlar egoları tavan yapmış insan kişileridir diye. Erkek olanların bazılarında bu ego cinsel organı da ayrıca etkilemiştir ve sürekli ereksiyon halinde gezmelerine neden olmuştur. İyi (bana göre değil tabii ki) meslek mensubu tabir edilen doktorluk birçok kadın arasında popüler, hayat kurtarıcı, sosyal statüde tavan yaptıracak bir meslektir. Doktor evli de olsa boşatılabilir, sevgilisi de olsa ayrılabilirdir; her ikisi olmasa da bir şekilde işe yarayacaktır işte. Doktorlar ve hemşireler arasındaki yavşaklığın boyutlarını ise koca ameliyattayken cep telefonunu açan hemşirenin sürekli kikirdemesi ile özetlemek isterim. Sayın hemşire dengim değilsin, birçok doktor karısının aksine seni hiç kaile almıyorum ama yine de yaptığın terbiyesizliği eleştirmeme engel değil bu. Sanılmasın ki uyuz oldum, fitil oldum, gıcık oldum da, normalde bir kadın o an kikirdiyorsa bile başka bir kadına saygısından o telefonu ciddiyetle açması gerekmez mi. Sorarım. Ya da en azından iştesin kardeşim, bu ne lakayıtlık. Yani telefonda kikirdeyerek bana "bak ben kocanla sürekli göt göteyim, sürekli böyle histerik kikirdeşmelerle kocanı kendinden alıyorum haberin olsun" mesajı vermeye mi çalışıyorsun. Ve o küçücük beyninle evde bunun için kavga çıkartıp kocayı boşayacağımı mı umut ediyorsun, nedir yani olayın. Bir deyiver. Yapıp yapacağım en fazla koca aradığında aynı kikirdeşmeyle telefonu açıp onu uyuz etmek olacaktır bunu bilesin. Ama sen illaki dayak istiyorsan o başka tabii, onu da organize edebilirim. Ama daha çok üstüme gelmen lazım. Normalde kocasının peşinde dolanan, habersiz hastane basan bir tip değilim (öyle tipler var sizi temin ederim). Hastaneye ancak işim düşerse giderim. Bu işim düşünce yapmak zorunda olduğum gitmelerde ise bu hemşire insanlarıyla tanışırsam aynı elektriği alırım "biz doktorların bir numaralı fantezisiyiz cicim" elektriği; böyle bir el hareketleri böyle bir göz devirmeler. Ha bir de doktorun karısına böyle cadıymış gibi bakmaları yok mu. Anında hissettirirler bunu. Uzun lafın kısası her hemşire bir gün bir doktorla evlenebilmeyi hayal eder, çoğu da kırodur, benim bu meslek grubundan anladığım da budur.

Bir de ilaç firmaları var. Doktorlara yediğini önünde yemediğini arkasında bıraktıracak. İlaç firmalarında bayan doktorlara süper yakışıklı represantlar erkek doktorlara ise süper güzel represantlar bakmaktadır. Bu represantlar kalitesine göre doktorların her türlü isteğine, arzusuna, ihtiyacına hizmet etmek ve/ya ettirmekle görevlidirler. Kongreler düzenler, doktorları bu kongrelere bedavadan gönderirler. Doktor açgözlü ise dizüstü alırlar, para verirler açıktan. Bu kongrelerde doktorlar için her türlü zevk-ü sefa düşünülür. Kadın, erkek,üçlü beşli ne istersen, ne tür bir uçkur düşkünüysen o tatmin edilir, yeter ki medikal malzemeyi kullan, yeter ki ilacı yaz. Bu kongrelerde akşam yemeğinden sonra erkek doktorlara "odanıza kadın mı istersiniz yoksa kerhaneye mi götürelim" diye soruluyorsa eğer o kongre yalandır zaten. Bu soruyu bizzat duymuş doktor eşi psikopat bir kişi tanıdım hastaneden çıkmayan. Bir de düşün ki kocanı Tayland'a neymiş efendim  "uluslararası zart zurt cerrahisi" kongresi"ne yolluyorsun. Hemşirelerin histerik kikirdeşmeleri bir yana bu bir yana. Koca kişisi tek başına Tayland'a yollanır mı, sorarım size. İğrenç bir sektör anlayacağınız, her kongrede hop oturup hop kalkmak, her ilaççı yemeğinde "ayyy ben kocama güveniyorum" diye telkin etmek kendini, ilaç firması temsilcisinin yanında kadın getirdiğini bilerek....nasıl bir his. Evet efendim evet, medikal bir firmanın patronu ya da her ne haltı ise böyle bir doktoru yemeğe çıkartacağı zaman güzelinden çıtırından jenna dan hallice bir kendine bir de doktora getirmektedir, hani doktor beğenirse bilelim babından. Acaba kadın doktorlar için de aynı hizmet var mıdır merak ediyorum doğrusu.

Doktor erkeklerin yüzde doksanı uçkur düşkünüdür bir de. Kocanız değilse bile, böyle uçkur düşkünü arkadaşları vardır, olacaktır...kaçınılmazdır çünkü. Örneğin, karıları evde otururken başka hatunlarla dışarı çıkan doktor arkadaşları. Bu doktor arkadaşlar ki, bir gün yanlarında"şuna da getirelim bir tane" dedikleri bir hatunla çıkabilecekleri muhtemel. Bunlar etrafına aç aç bakan adamlardır, niyeyse hiçbir kadın bunları tatmin edememiştir. Anlaması imkansız...Herhalde çok ders çalışmış, sevişememişdir sevişmesi gerektiği zamanlarda, ve en saf düşünceyle, o zamanların acısını şimdi bir ilaç yazma karşısında ucuzca yaşayacaktır. Böyle bedelsizce güvenmek gereklidir kocanıza arkadaşlarından etkilenmeyeceğine dair. Saf saf güvenebiliyorsanız ne ala...

Yazarken sinirlendim ay, bu uçkur kısmına devam edeceğim sonra...

16 Eylül 2011 Cuma

Jetlag...

Eylül geldi, hatta bitmek üzere...Yıllardır alıştığım Temmuz'da yaz gelir, Ağustos'da sıcak olur tatile gidilir, Eylül'de yağmur yağar, Ekim'de kış gelir düzeninin değiştiğini bir camdan dışarı bakıp sonra bir de karşımda asılı takvime bakınca bir daha anlıyorum, hatta şaşırıyorum, bu yaşta hala şaşırabiliyorum ona da seviniyorum. Eylül ayında gri bir gökyüzü ve yağmur, hiç olmadı güneşli ise bile silik bir güneşle yaşamaya alışmış bünye, hava durumu takvim tarihi uyuşmazlığı yaşamakta. Hala askılı elbise ve şortlarla dolaşmaktayız, hala denize girebilmekteyiz, hala hava sıcak, güneşli...Dolayısıyla, Eylül ayı ile gelen depresif halleri yaşamamaktayım...aksine Mayıs ayının gelmesiyle bünyede nükseden "nisan mayıs ayları gevşer gönül yayları" ayarındayım...ılıman iklimlerde yaşayan insanların güleryüzlü olması bundanmış...sürekli böyle bir "lay lay lom" moduyla insan hiçbir şeye kötü gözle bakamıyor...güneş kemiklere iyi geldiği üzere beyne de iyi geliyor olmalı...

Yirmili yaşlarda yağmur, bulutlar, gri havanın yarattığı melankoli bünyede yaratıcılığı tetiklerken, otuzlu yaşlarda yıpratıcı oluyor. Otuzlu yaşlarda ağlamaya hayıflanmaya değil, gülmeye ihtiyacım var, herşeyi bu kadar ciddiye değil hafife almaya ihtiyacım var. Yerçekimine engel olamayan kaslarım aşağıya doğru sarkmaya çalışırken, sürekli gülerek onlara inat edesim var. Ilıman iklim bunu sağlıyor çoğu zaman...demek ki ılıman iklimlerde doğmuş büyümüşler pek şanslıymışlar...

Kızım ise arada bir soruyor, "buraya kar yağar mı" diye, hemen arkamızda yükselen Toroslarda yağarmış kar, yaylalara torbayla kaymaya gidebilirmişiz o zaman. En soğuk kış durumu ise durmaksızın yağan yağmur ve esen rüzgar olurmuş, boğazlı yün kazak giyilmezmiş, bir yağmurluk veya ince bir montla kış çıkılırmış...o kadar soğuk da olmazmış..yazık tonla boğazlı kazağım vardı ama taşınınca hepsini vakumlu torbalara sıkıştırıp biryerlere tıkmıştım, sanırım bir daha giyilmeyecekler..

15 Eylül 2011 Perşembe

on..

İnsanların on saniyede ağızlarından çıkıveren sözcüklere ben çoğu zaman on saat, on gün ve hatta on yıl takılı kalabiliyorum. Sözcükler üzerinde fil gibi bir hafızam var, unutmuyorum. Sözcüklerin sahipleri bir sonraki sözcüklerine devam ederken, ben fonda bir müzik eşliğinde, üzerinde hiç mi hiç düşünülmemiş sözcüklere takılı kalıyorum, sonra kendimi üzüyor sabote ediyorum. Niye, ne gerek var...

13 Eylül 2011 Salı

Tatil...

Bayram tatili olmasaydı sanıyorum bu sene tatile gitme şansım olmayacaktı, yeni bir iş izinsiz bir yaz demek çünkü. İtiraf ediyorum "bayram"ları hiç sevmem ben, çocukluğumdan beri hiç hazetmem. "Nerde o eski bayramlar" durumu benden çok uzak, ben bayramların tatil fırsatına dönüşmüş olmasından memnunum. Ziyaretler, el öpmeler, yeni kıyafetler, erken kalkmalar küçüklüğümden beri beni boğan ve sıkan bayram durumlarıydı. Küçükken dedemlere giderdik, annemler ve teyzemler deli gibi bayram temizliği yaparlardı, "oraya basma, burayı elleme, siz arka odaya gidin", çok sıkılırdım; dedem sabahın köründe kaldırırdı, o namazdayken biz kuzenlerle gözlerimizi ovuştura ovuştura bayramlıklarımızı giyerdik, ben yine sıkılırdım, o yepyeni kıyafetlerin içinde kendimi rahatsız hissederdim, bayram sabahlarında pijamalarım üstümde ayaklarımı duvara dayayıp çizgifilm izlemek isterdim, öyle bir tiptim işte; kurban bayramlarında ise ek bir kabus olarak kavurma girerdi işin içine, allahımmm her yer kavurma kokar, ben kavurmadan yemeyince dedem bozulurdu, sonra büyüdüm şimdi kayınvalidemler kavurma yemediğim zaman bozuluyorlar, vejeteryan değilim hiç olmadım ama bir gün önce gördüğüm hayvanın taze kavurmasını yiyemiyorum, kokusundan bile midem bulanıyor işte, olayım o. Bayramlarda dedemlere falan gidemediysek, annemlerle eş dost gezerdik, birileri bize gelirdi, ailenin kız çocuğu olarak kolonya dök, şeker tut, kahve yap, tatlı koy hizmetinden çok sıkılırdım, bir de üstünde yeni kıyafetler.ııyk. Bir de kayınvalidemler bölümü var tabii, onlarda bayramlar bayram gibi yaşanır, ben çok sıkılırım. Çalışmaya başladıktan, dedemler başka dünyalara göçtükten sonra bayramlar tatilden ibaret oldu benim için. Hele bir de bayramın son günü Perşembe'ye denk gelirse, ne ala. Cuma nasıl olsa tatil olur, tatil olmasa bile izin alınır, bir şekilde 9 günlük bir tatile dönüşür. Bu sene bana 9 gün lütfedilince, anne baba, eş dost, kayınvalide kayınbaba, bayram mayram hiç sallamadan kendimize güzelinden bir tatil ayarladık. Kendimizden geçtim de, bizim kızı tatile götürememiştik, içime oturmuştu. Anneleri çalışmayan çoğunluk çocuklarını kreşlerden alıp evinde istiharate çektirirken bizimki yaz demedi her sabah kalktı kreşe gitti, kreş mesaisi.

Geçen seneki tatilimizde bol bol gezmiştik, insanın 3 yaşında bir kızı olunca ve buna rağmen yan gelip yatmak, dibine kadar dinlenmek istiyorsa bir tatilde ihtiyacı olan şey bütün ihtiyaçlarının birbirine yakın alanlarda, kolayca ulaşabilmesiymiş. Hem gezelim tozalım görelim modu hem de kız düzgün yesin, kız eğlensin, kız rahat etsin modu hepsi birada olmuyormuş. Biz bu sene gezelim tozalım görelimden biraz taviz verdik, hiç ama hiç hazetmediğim "herşey dahil, ye, iç, yat, eğlen, hemi de ultrasından" konseptli bir tatil ayarladık kendimize. "Güdümlü tatil" diyorum ben buna, "şimdi kalk", "şimdi ye", şimdi ister denize ister havuza gir", "şimdi eğlen", "şimdi bir daha ye", "şimdi de git yat" komutlarıyla dolu bir tatil biçimi. Bakış açına bağlı tabii, eğer dolu tarafından bakarsan, parasını baştan veriyor bir daha para harcamıyorsun, bu iyi; düşünmüyorsun, ne zaman eğleneceğini ne zaman yatacağını birileri söylüyor sen de buna uyum sağlıyorsun, bu iyi; sınırsız içiyorsun sürekli yiyorsun, bu da iyi. Peki nerede kaldık? Voyage Sorgun'da.

(Her sabah bu manzaraya uyanmak isterseniz...)
Peki Voyage Sorgun nasıl bir oteldi? Daha ilk girişte hayran olunabilecek bir oteldi, çünkü bu Sorgun mevkii, çam ormanlarıyla kaplı bir alan, sanıyorum bu denizle birleşen çam ormanlarında yaklaşık 4-5 otel konumlanmış durumda. Daha girişte bile çok güzel bir yeşillik karşılıyor misafirlerini. Binalar yüksek olmadığından uzun çam ağaçlarının arasında kalıyorlar, doyasıya bir yeşillik içinde yapıyorsunuz tatilinizi. Rezerasyonu yaparken bungalov mu ayarlasam denize bakan otel odası mı ayarlasam diye arada kalmış, sonra "amaan Mersin'de her gün denize bakıyoruz zaten" diyerek bungalov tercih etmiştim, hem de daha ucuzdu, iyi ki de öyle yapmışım. Zira bu otelde kalınacak en güzel yerler bungalovlar. Büyük havuzun patırtısından uzakta, insana yazlığındaymışsın hissi veren bungalovlarda kalınmalı. Yemekler tabii ki de güzeldi, her çeşit, istemediğin kadar. Her şey dahillerde beni rahatsız eden bir diğer konu da bu tabii, bunca yemeği daha sonra ne yapıyorlar? Hayır kurumlarına falan bağışlıyorlardır umarım, çöpe gitmiyordur bunca yemek. Yemek konusunda savrukluğun son noktası "herşey dahiller", bu konuda kendimi suçlu hissetmekten alıkoyamıyorum. En azından biz ailece kişisel olarak dikkat ettik, yiyeceğimiz kadar almaya ve tabağımızda artık bırakmamaya, bu da kişisel avuntumuz.

"Herşey dahillerle" ilgili korkulu rüyam , animasyonlar. Daha çok turistleri güldürmeye yönelik, cıvık ve bayağı esprilerle donatılmış başarısız tiyatrocular beklerken o da ne, gayet profesyonel ve donanımlı bir animasyon ekibi var karşımızda. Eğlendirmeye çalışmaya odaklı değil de eğlendireceğinden emin bir ekip. Kesinlikle cıvık değil, kesinlikle bayağı değil. Havuz başında cıvık cuvuk eğlenceler yok. Animasyon ekibinin çocuklardan sorumlu kişileri son derece profesyonel, çocukları sıkmıyorlar. Otel dahilindeki mini klübe çocuğunuzun kaydını yaptırıp, gidip kendi başınıza takılabiliyorsunuz, anne baba için ne büyük bir lüks.

Ha, bir de sanırım çalışanlarını memnun ediyor Voyage. Zira yapmacıklıktan uzak bir güleryüz hakim çalışanlarda. İşimi seviyorum bakışını çalışan insan anlar ya, o şekilde, orada çalışmayı seven bir dolu insan, temizlik görevlisinden barmenine kadar, ilginç. O sıcağa, o koşturmaya rağmen tüm çalışanların kıyafetleri tertemiz, bir tane kolaltı terli adam yok, ilginç. Bir de orta yerde sigara içen personel yoktu.

Kısacası güzel bir oteldi. Ama "herşey dahile" ben sadece 3-4 gün dayanabiliyorum. Gezmek görmek istiyor insan. Gelirken "aman sakın sahil yolundan gitmeyin" uyarıları almış, inatla ve meraktan sahil yolundan gelmiştik. İne çıka, döne döne, bir tarafımızda deniz bir tarafımızda yeşillik, bir deniz seviyesinde bir denize 2000 metre yukarıdan bakarak. Hayran kalmıştık, Mersin kıyılarının bakirliğine. Sorgun'a gelirken bu yoldan, "dönüşte burada duralım", "şurada denize girelim" şeklinde duramadan gelmiştik, daha o yolu geri dönecek, ve ben bir sürü fotoğraf çekecektim. Hızla çıktık otelden...

Mersin-Antalya yolu birbirine sınırı olup da bu kadar uzun ve tehlikeli bir karayoluna sahip tek yoldur sanıyorum. Okul zamanlarında öğrendiğimiz "Akdeniz'de dağlar denize paralel olarak iner" öğretisini ben bu yolu alınca anladım. Mersin'den çıktığınız anda Alanya'ya kadar dağlar hop diye deniz iniyor. Dolayısıyla yolu da bu dağlara yapmak zorunda kalmışlar. Kalmışlar kalmasına da yolun bazı bölümlerinde bir tarafınız denizden 2000 mt yükseklikte uçurum iken yol kenarında bariyer bile yok, yol desene virajlarda otobüse veya kamyona denk gelirseniz durmanızı gerektirecek cinsten. Yine de çok keyifli, çok sessiz, ve çok ama çok mavi bir yol. 320 km boyunca deniz kenarından gittiğiniz, bir bakmışsın 2000 mt yükseklikte bir bakmışsın deniz seviyesinde bir yol. Gidilesi, görülesi bir yolGelelim iki şehir arasındaki kıyı farkına. Antalya kıyıları ne kadar fark edilmiş ve hatta boku çıkartılmış bir güzellikte ise, Mersin sınırları dahilindeki kıyılar bir o kadar keşfedilmemiş güzellikte. Kıyılar özel idarelerce tutulmamış, her bir turkuaz koyda gönül rahatlığıyla denize girebiliyor, seyre dalabiliyorsunuz, kimse para istemiyor. Şezlong kiralayabileceğiniz yerlerde bile miktar o kadar düşük ki şaka gibi. Mersin'im keşfedilmemiş tüm koyları ile bizi beklemiş sanki, o derece. Aydıncık, Boğsak, İncekum, Akçakıl, Yapraklı Koy, Kapızlı...ve daha nicesi. Yapraklı koy ki, benzerleri Kaş'da ve Bodrum'da var, paranız olmadan giremezsiniz. Yapraklı koy denize sıfır kıyı oturma yerleri kafelerce parsellenmesi yasak olan. Görmeniz lazım, o kadar saf ve temiz.


Deniz, kum ve güneş dışında koskaca bir tarihin yattığı kıyılar bunlar bu arada. Tüm kıyı şeridi boyunca bir çok antik şehir var, bunlarla ilgili daha ayrıntılı bir araştırma yaptıkta sonra yazmak sanırım daha iyi ve daha doğru olur. Mersin birçok dinin yaşandığı bir kıyı şeridi, daha çok turkuaza, denize odaklanmış bu tatilde tarihe pek ilgi göstermedim,itiraf edeyim. Ama,Alanya Kalesi ardından Silifke Kalesine gelince farkettim ki, Silifke korunmamışi tarihi eserlerin çoğu Kıbrıs'a kaçırılmış, bunlar duyduklarım. Fakat, şunu söyleyebilirim ki Mersin'de yatan tarih kaçırılmamalı. Yine söylemeliyim ki, Alanya kalesi ne kadar güzelse ve tanıtılmayı hakediyorsa birçok medeniyete kucak açmış, Göksu nehri etrafına kurulmuş Silifke ve tabii ki Anamur da tanıtılmayı hakediyor. Anamur ve Anemurium antik kentini gezemedim henüz. Yakında diyelim...
















Çok hızlı gezmek zorunda kaldım. Mersin'e dair kaynak o kadar az ki. Burada yaşayanlar ne güzel bir memlekette yaşadıklarının çoğunlukla farkında değil, bense sanki burada doğmalıymışım gibi hissediyorum. Garip..

Tatik tatil dedik...her tatil sonunda söylediğim üzere...güzel şeyler çabuk bitiyor...ama bu sefer farklı olmak üzere...tatil sonrası döndüğün şehir de maviyse, o kadar koymuyor be....

9 Eylül 2011 Cuma

Bu sabah maalesef gazete okudum..

Gazetede iki ayrı haber var...biri kendisine tekne alan işadamı teknesiyle ilk defa geziye çıkıyor, başka bir hız motoru tekneye çarpıyor, adam ölüyor...bir diğeri kurduğu rock grubuyla albüm çıkartabilmek için bir tekstil fabrikasında çalışan çocuk, patronun arabasını yıkarken elektrik çarpıyor, ölüyor...ben bazen ne zaman öleceğimi bilmek istiyorum. Yani ona göre ayarlarım herşeyi, kapıdan çıkıp kızını kreşe bırakıyorsun, öpüyorsun, sonra işe gidiyorsun, akşam eve dönüp dönemeyeceğin meçhul. Saçmalıyorum.

Sabahları gazete okuma, alışveriş sitelerine bak diyorum ben sana ama değil mi?
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...