31 Aralık 2012 Pazartesi

Dileye dileye bir hal olmak...2013...

Bir gıdım yeni yıl heyecanı vardıysa içimde, böyle olayım. Ne noel babalı süsler, ne de ışıklı mışıklı çam ağaçları etkiliyor beni bu sene. Her sene olduğu gibi ne kart attım ne kimseye hediye aldım. Her sene olduğu gibi "hadi anneciğim gelk kart yapalım" diye çocuğu gaza getirip, yapılan bir adet karttan sonra yoruldum.  Dün akşam çikolatalı bir tür kurabiye ve bir tür poğaçadan başka hiçbir yeni yıl özel yemeği ya da pastası falan yapmadım. Onları yaparken bile mutfak savaş alanına dönmüştü zaten, daha fazlasını yapmak mutfaga hakaret olacaktı. Yemek olarak pizza söyleyeceğiz, pastayı da güzide pastanelerimizden birinden alırız dedik. Gerisi içki, cips, kuruyemiş, zararlı kötü ne varsa yiyeceğiz. Geçen sene de böyleydi ya, bu sene de aynı. Bir yeni yıl coşkusu eksikliği. Bakalım, belki akşama gösterir kendini. 

Dilek dilemeyi bilmiyor olmalıyım, zira eski yıllara bir baktım da şöyle ipe sapa gelir net bir dileğim olmamış. Bakıyorum millete onu isterim bunu isterim diye yazabilmişler, ne istiyorum diye soruyorum kendime, isteyeceğimi düşündüğüm herşeyin yanında bir soru işareti beliriyor, gerçekten istiyorum mu istemiyorum mu, ben de o isteği yapacak ..öt var mı yok mu...şimdi ben onun öyle olmasını istesem olur mu olmaz mı... sonuçta dilek diliyoruz ama bu dileklerin olması için kişinin kendisinin de uğraşması gerekiyor bir şekilde. Ben de böyle bir kadere bırakmışlık var bir süredir. Mesela sigarayı bırakmak istiyorum ama bırakamıyorum, bırakma dileğini dilersem, çok uğraşmam gerekeceğini, yapamayacağımı ve bir şekilde bir yerden bulup iki fırt çekeceğimi biliyorum çünkü sigara içmeyi seviyorum, o yüzden böyle bir dilek dilemek benim için saçma bir durum oluyor, benim dileğim ancak şu olabilir bu durumda :" Lütfen 2013 de sigara beni bıraksın..." mantıklı mı...hayır. Benim dilek dileme mantığımda toptan bir yanlışlık var, küçüklüğümden beri. Dileklerin açık ve net olacakmış, dilek diliyorsan sepet gibi oturmayacak sen de birşeyler yapacakmışsın, olayın özü buymuş yani. Bu olayı anlamadıysan benim gibi sürekli tükürdüğünü yalayan bir kadın olup çıkman an meselesi. Tükürdüğünü yalamaktan bahsetmişken, misal, ayda en az bir Pazartesi ofise "sigarayı bıraktım" diye millete ilan ederek gelip, Çarşamba sabahı kahvenin yanına "ver de bir fırt çekeyim" dersen, ve o fırtı gerçekten çekersen, tükürdüğünü yalamış oluyorsun. Hayatımda değişik versiyonları da var bu olayın da şimdi yeri değil. Neymiş...dilediğin dileğe dikkat edecek, o dilek için sen de çalışacaksın. Dilediğim dilek için bile kendime söz veremiyorum şimdi o da ayrı ya...

Bu yıl...yani 2013 de...

Elimden gelen kısmıyla ilgili olarak kendime ve yakınımdakilere daha iyi davranmayı, sigarayı bırakmayı, sekiz kilo vermeyi, her akşam cilt bakımı yapmayı, anlayışlı olmayı her daim yelloza bağlamaya meyilli olmaktan ziyade kırlarda salınan papatya misali huzur dolu olmayı, tüm bunlarla birlikte hayat kontrolümde olmayan ne getirirse onları gelişine yaşamayı, diretmemeyi, direnmemeyi ve bunu takmamayı, hep gülmeyi, hep güldürmeyi diliyorum. Elimden gelmeyen kısmıyla ilgili olarak da kimse hasta olmasın, kimse ölmesin. Hadi bakalım...

17 Aralık 2012 Pazartesi

4641 biten...1334 kalan...


Bu sabah kendimi çok yorgun hissediyorum.  Fiziksel yorgunluğum sürekli uyuma isteğiyle beni dürtüp duruyor, ofise geleli iki saat oldu ama ben hala o günlük senin bu günlük benim gezip duruyorum, hiç ama hiç çalışasım yok. Bu yorgunlukta, kitap okuyacağım diye gecenin bir körüne kadar oturup sabahın bir köründe kalkmak zorunda kalan bir anne olmamın, ve sabah içtiğim teraflunun parmağı olmalı en somut bakış açısıyla. Bu yorgunlukta, kışın ve soğuğun da parmağı olmalı, belki de son bir aydır üst üste yaktığım sigaraların. Bu yorgunluk bıkkınlığımın da bir eseri olmalı. Bıkkınlığımda alışageldiğim rutinlerimin parmağı var büyük olasılıkla, bir heyecan kaybetmesi durumu yaşıyorum en kötü ihtimalle. Alıp başımı gitmek, bomboş bir sahilde kumlarda uzanmak istiyorum diyeceğim ama çok klişe olduğu kadar fazla iddialı olacak. Bu heyecan kaybetmesi durumunda bana ancak bütün gün evde oturup, kahve içip, kitap okumak iyi gelebilir. Bir koltuktan diğerine sürünerekten, heyecan nereye gittiyse oradan geri gelene kadar.

Bu yorgunlukta, en büyük pay yazıyla dörtbinaltıyüzkırkbir rakamla 4641 gündür çalışıyor olmama ait olmalı. Dörtbinaltıyüzkırkbir gün sabah erken kalkıp iflah olmayan iş hayatıma doğru yola çıkmışım. Dörtbinaltıyüzkırkbir gün deyince az gibi geliyor da yazıyla öndört yıl üç ay onaltı gün rakamla 14 yıl 3 ay 16 gün deyince fark ediyor insan. Yıl hesabı yapınca anlıyor ne kadar uzun bir zaman olduğunu. Bu hesapta kaldığım fazla mesailer yok tabii, ssk böyle diyor, 14 yıl 3 ay 16 gündür çalışıyorsun diye. Heyecan kaybetmesi için yeterli bir zaman mı acaba bu 4641 gün, diğer bir deyişle 14 yıl 3 ay 16 gün, yoksa bende erken mi oldu? İş’te heyecan kaybetmenin ömrü ne kadar, nereden sonra yoruluyor insan? Yorulduğu için mi heyecanını kaybediyor, heyecanını kaybettiği için mi yoruluyor?

Ssk diyor ki, yazıyla binüçyüzotuzdört rakamla 1334 gün daha çalışmam gerekiyormuş. Diğer bir deyişle, 5 yıl 8 ay 14 gün daha. Bu sefer de yıl hesabı yapınca az bir zaman gibi görünüyor, ne komik. Durumun acıklılığına göre rakamlar az ya da çok geliyor insana. Yaklaşık 6 yıl daha aktif olarak çalışmam gerekiyor, ondan sonra emekliliğe hak kazanacağım. Tam tamına 18 yıl 3 ay 14 gün sonra ise emekli maaşı vereceklermiş bana. En pozitif bakış açısıyla aradaki 13 yıl parasız oturmayı, hala evli olup da koca parası yemeyi kabul edersem, ki onun da öyle çok bir para kazanmadığını göz önünde bulundurmak suretiyle, 5 yıl 8 ay 14 gün sonra emekli olabileceğim. Evdeyken çalışmak, çalışırken evde olmak isteyen biraz dangalak çokça dengesiz bir kadın olarak söyleyebilirim ki emekli maaşımı alana kadar yani 18 yıl daha çalışırım ben herhalde. E o zaman da en az 85 yaşına kadar yaşamayı planlamam da lazım, bunun için de sigarayı bırakmam gerektiğini de yine bir not olarak düşeyim. Heyecanlandım mı…hayır. Evde oturup kitap okumak o koltuktan bu koltuğa siftinmek istiyorum hala.

Çalışmayı hep sevdim ben yirmili yaşlarda. Sabah ofise gelmeyi, kahve içmeyi, arkadaşlarla iki lak lak etmeyi, koşturmayı, hiçbir yere hiçbir şeye yetişememeyi. Bu yazıyı yazarken de evde durup yemek, temizlik vesaire yaptığımı düşünüyorum da, hemen vazgeçiveriyorum. Zira sengin koca ve/ya ye ye bitmez bir miras sahibi pamuk bir kadın değilim ki evde o koltuktan bu koltuğa atıp kendimi kitap okuyayım da viledanın sapıyla hiçbir iletişimim olamaz, hiç olmadı ki. Belki yanlış bir iş yapıyorum da ondan kaybediyorum heyecanımı, yirmi yaşında yaptığın işin otuzbeş yaşından sonra seni hala heyecanlandırmasını beklemek ancak benim gibi iflah olmaz bir polyannanın işi olabilir sanki. Otuzaltı yaşını doldurmaya birkaç ay kala “yaa ben oturup kitap çevirmenliği yapsaydım daha mutlu olurdum” demekle de bir halt olmuyor. Çünkü ben kesin ondan da şikayet ederdim. Zaten benim meslek seçmek gibi bir şansım da olmadı ki, ne önüme çıktıysa onu aldım, bu başka yazının konusu ama...

Aman ya, öyle ya da böyle emekli olmak istiyorum o kadar. Çalışmadan emekli olmak istiyorum mümkünse. Hem emekli olayım hem de genç kalayım istiyorum bir de. Mümkansız istekleri istemek olsaydı işim keşke, bir de para verselerdi üstüne, sonra da emekli olsaydım... ama viledanın sapıyla bir iletişim zorunluluğu olmasın... tamam mı?

14 Aralık 2012 Cuma

İmza:Karın...


İmza: Kızın 4. baskıya geçerken, şimdi kalemleri mevcut, geçmiş ve/ya gelecekteki, ve istersek hayalimizdeki kocalar için elimize alıyoruz. İster yıvış yıvış, ister küfür küfür yani...Yazılarımızı gonderirken evlilik cüzdanı istemeyecek Selgin, Esra ve Banu...

Kendinden bahsetmeyi seven insanım artık ne derseniz... ben öyle kocasıyla sevgi kelebeği bir kadın olmadım hiç, bir koca şakşakçısı da olamadım mesela ya da nazlı bir kadın, ya da romantik ormantik... hatta sevgilim ya da koca her neyse romantik bir ortam yaratsa benim o ortamın içine edeceğim muhtemeldir. Tabii koca kişisi de öyle kelebek bir insan değil... malumunuz, habire atıp tutuyorum burada kendisiyle ilgili. Çok kavga ederiz mesela, siyahla beyaz ne kadar farklıysa birbirinden, biz de o kadar farklıyız birbirimizden. 36 yaşındayız şimdi, hayatımızın yarısını birbirimizle geçirdik bile, on sekiz sene ..öt ..öte yaşamış, birbirimizi büyütmüşüz. Yaaa, bak yazacak birşey yok dememek lazım... da... buraya değil kitaba yazılacak... kendine gel.. devam et...kendinden bahsetme....

İşler düzenli yürüsün diye ufak tefek şartlar var, onlara da bakalım...

- Yazılar bir A4 ü geçmeden yazılmalı...

- Yazılar politik veya kişiliği zedeleyici unsurlar içermemeli...

- Yazılara dosya adı olarak, kitapta yer almak istenen ad-soyad verilerek imzakarin@gmail.com adresine gönderilemeli.

- Son tarih ise 14.Şubat.2013

İmza: Kızın ardından İmza: Karın biz ne gösterebilir, taaa ne zaman şöyle yazmışım günlüğüme bir şeylere sinirlenip ve defalarca da düşünmüşümdür "Her kadın farketmeden veya kasten babasının en az 3 özelliğini taşıyan bir adamla evleniyor, sonra da zamanla kendisi de annesine benzemeye başlıyor, sonra bu benzeşmeden kaynaklanan benzer kaderler ortaya çıkıyor...mu acaba...".... görelim bakalım o zaman.

12 Aralık 2012 Çarşamba

Gülmekle öfkelenmek arası...

Benimle bir süre tanış olmuş herhangi birine sorsam "nasıl biriyim?" diye, muhtemelen şunları söylecektir... "herşeye gülen", "gamsız", "rahat", "pozitif", "mutlu" ve hatta "şirin"... evet dışarıdan görünüşüm böyle... bir de üstüne yedi sekiz yaş küçük gösteriyorum... bu da dış görünüşüm... kendime iyi bakmıyorum genlerim öyle şanslıyım sadece. Herşeye gülerim evet doğrudur, zaten herşeye gülünce insan başkaları tarafından "gamsız", "rahat", "pozitif", "mutlu" ve hatta "şirin" olarak da yaftalanıyor, bu da başka bir yayının konusu olsun, çok gülen kendi içinde çok da mutlu olmayabilir, hatta dünyanın en kalbi kırık psikopatı da olabilir kendi dünyasında, ya da  gülmek bünyede elinde olmadan bir pozitiflik yaratır böyle kalbi kırık dökük bir polynanna olabilir en iyi ihtimalle ki o da o kadar bilinçsiz bir pozitifliktir ki en umutsuz ortamda bile yine umut dolu bir gülümseme ile herşeyi eline yüzüne bulaştırır.. neyse..başka konu bu...konudan sapma... konudan sapma... Alakalı alakasız herşeye gülebilirim ben ve hatta en gülünmemesi gereken yerlerde bile güldüğüm de olur insanları uyuz edecek kadar, ilkokulda  andımızı okurken de gülerdim mesela, Cuma akşamları hep ceza alırdım, marş esnasında güldüğüm, önüm ve arkamda sıralı en az yedi sekiz kişiyi de güldürdüğüm için çıkışta herkesin çıkmasını beklerdim, cezalı cezalı sınıfta otururdum. Sorun andımız veya marşımızda değildi tabii ki, ülkemiz güncel sorunlarından ötürü açıklama gereği duydum ne acıklı da bu da ayrı bir konu, sorun benim efendim. Müzik öğretmenimizin yüz ifadesi, öğretmenlerimiz yüzleri bize dönük saygı duruşunda dururken arkalarından geçerken aval aval bize dönüp bakan kediye takılabiliyor, hiçbir şey görmesem "geçen hafta bilmem kimle şuna gülmüştük" diye eskileri hatırlıyordum. Veli toplantılarında anneme "sizin bu kız çok gülüyor, kendisinin güldüğü yetmezmiş gibi bir de etrafını güldürüyor derlerdi, annem de eve gelince paparayı yerdim tabii "ne gülüp duruyorsun" diye. Taaa ne zaman, günlerden ihracat malzemesi komodinin sevkiyata tozlu teslim edildiği gündü ki, o pek zavallı müşteriye tozlu gidip incileri dökülecek zavallı komidin patronun gözüne takılmıştı, bir acil anonsun ardından sevkiyattan, planlamaya, ihracattan muhasebeye hepimiz patronun odasında asker duruşuna geçmiş, patron hepimizi odasında itinayla kalaylıyorken, şans eseri odada olmayan diğer bütün personel de masalarının altına saklanmaktayken, patronun odasında herkes yere bakıyordu, ortam darbuka derisi gibi gergindi ve fakat ben kendimi tutamıyor gülüyordum. Başımı eğmiştim, gülmekten sarsılıyordum hafif hafif, kendimi sıkmaktan gözlerimden yaşlar inmişti, ve sanıyorum patronum ağladım falan sanmış olmalı ki bana laf sokmamıştı, geçmiş gün o kadar hatırlayamadım. Neyse, bana sıkıntı basan ortamlarda gülmem geldiği gibi, çok ciddi olmam beklenen durumlarda da nerde komik bir yüz ifadesi var ona takılıyorum ben, nerede komik bir yazı var ona ya da.

Bu sürekli gülme hastalığı yüzünden ne kavgalarım kavgaya benzer, ne öfkelenmelerim öfkeye benzer, ne de kırıldıklarım kırgınlığa dönüşür. Herşey uçar gider, hepsi bir yerde benim gülmemle sona erer. Arkadaşıma kırılırım, iki dakika somurtayım anlasın derim, bir dakika sonunda "ya senle şunu şöyle bunu böyle yapmıştık ha ne komikti" der gülerim; hatta bazen açık açık söylerim kırgınlığımı, o da acı çeksin diye, onun acı çekmesine fırsat kalmadan yine gülecek birşeyler bulurum. Annemle tartışırız, annemi bıraksan günlerce somurtur, o somurtur ben gülerim, o somurtur ben gülerim; annemi güldüremem, o kendi isterse güler zaten. Koca kişisiyle acaip kavgaya tutuşuruz, ben mutlaka bir yerinde gülerim ya mutlaka. Ben güldüğüm için de insanlar "aa ne güzel bir sorun da yokmuş be" der, yürür giderler. Gülmek disiplinsizlik demek her yerde, her ilişkide. Disiplin somurtunca sağlanabiliyor belki. Sorunlarla somurtarak yüzleşiyor herkes belki. Ciddi olmakla somurtmak arasında birşeyleri karıştırıyorum ben belli ki...

Neyse, hayatı her an yavşatabilir, gülerek herşeyi unutabilirim, öyle bir potansiyel var bende. Kendime teşhisim budur. Teşhisin kibar ifadesi ise ancak şu olabilir, sorunlardan gülerek kaçıyorum ben yahu.

Nereden çıktı bu konu... ellerim kirli, yıkayacağım, musluk bozuk, tamirci çağırıyorum, tamirci soruyor "sorun ne", yine saygı duruşunda yüzü bize dönük öğretmenlerin arkasından geçen kediye takılıyorum, gülüyorum. Sanki hiçbir sorun yokmuş gibi... yokmuş... az kaldı birbirimizi geberteceğiz biz bu muslukla, bu muslukta bir arıza var diyemiyorum...gülüyorum, sanki ellerim kirli kalsın istiyormuşum gibi. Simgesel anlatımım da muhteşem oldu, farkındayım... bak dayanamadım yine güldüm.

5 Aralık 2012 Çarşamba

Bir doktorla evli olmak...yazı dizisi no.5

Günlüğümde en çok yorum alan yayınlar hep bu yazı dizisinin oldu. Bu yazı dizisi sayesinde hiç tanımadığım, hiç görmediğim ama benzer yaşanmışlıklardan muzdarip, bıkkın, yılgın ve öfkeli kadınlarla dertleştik, dedikodu yaptık sadece yazarak. Çokmuşuz biz... onu anladım. Kendi kendime uydurmuyormuşum, benzer ve hatta beter durumlar yaşayanlar varmış. Sevgilisi tıpta okuduğu için benim yüzümden endişelenenler var, onlar meraklanmasın, gününü gün etsin, evlenmesin, şaka, her koyun kendi bacağından asılır, ben kendi yaşadıklarımı yazıyorum. Bu yazı dizisinin devamını merak ediyoruz diyenler var. Evet, bu yazı dizisinin devamını ben de merak ediyordum. Yaşadıkça yazıyor ya insan günlüğüne... Başlamadan önce, her zaman ki gibi, diyorum ki... düşünceler sahiplerini bağlar, "aman da ne güzel, şahane, tadından yenmez, bal dök yala bir meslek sahibi, herkesin evlenmek isteyeceği bir doktorum" diyorsanız, sizi başka günlüklere alalım, zira yayının altına gevrek gevrek yorum yapan bir kaç salak tıp mezununun yorumlarını yayınlamayacağım. Zira 4 nolu yazıma, hayatında tıptan başka birşey okumamış dangalağın biri -dangalak diyorum zira bir takma ad bile kullanamamış yorum bırakırken, ben de kendisine bu ismi uygun gördüm, "adsız" dan daha karakterli en azından - "keşke biraz daha okuyup doktor olabilseydiniz. bu kadar kompleksli olmazdınız belki" diye yorum bırakmıştı...yok alındığımdan değil, kendisinden daha çok okuduğum kesin, en azından okuduklarım işime yaradı, yarıyor o da kesin. Neyse, alınacaklar, bana laf sokmak isteyecekler hadi bakalım başka günlüğe...

Bir insanın mesleği karakterinde büyük değişim yaparmış ben onu gördüm, otuz yaşını geçmiş koca adam da olsan koca kadın da olsan değişiyorsun, kaçınılmaz olarak. Karakterlerimiz altı yaşına kadar gelişiyor, evet çocukluk nasıl geçtiyse, yansımalarını büyüyünce görüyoruz yazıyor kitaplar ama o da bir yere kadar yürüyüp gidiyor zannımca. Teyzem çoktan emekli olmasına rağmen hepimizle yüksek sesle konuşuyorsa, çok gerilere, çocukluğuna inmeye gerek yok, öğretmendi çünkü, sabahları derse girdiğinde elli kişilik sınıfa "günaydın" diyordu, elli kişinin her birine günlerinin aydın olmasını dilerken de sesini yükseltmesi gerekiyordu her biri duysun diye, en saf tahminle. Çok güler yüzlü bir insanken bir zamanlar, patron olup komple ciddiyete bürünen asık suratlı yaratıklar var, sanki gülerek iş buyursa herkes yavşayacak. Bir de iş kıyafetiyle her ortamda tanınan meslekler var, giydiği üniformalarla bütünleşen insanlar var, asıl konumuz onlar zaten. Çok akıllı bıdık başladım, sıkıldım, ama değiştiremedim üslubu bir yandan da, bir de belli bir misyon üstlenmiş bilirkişi havasında yazdım onu da değiştiremedim. Neyse, ne diyordum, üniformalı meslekler...uzak durulası...doktorluk, askerlik, polislik, avukatlık ve hakimlik belki. Üniformasını iş yerinde bırakıp çıkan var çıkamayan var, bir de üniformadan çok memnun olup sabah akşam çıkarmak istemeyenler var. Üniformalı mesleklere toplumsal olarak duyulan bir saygı var mesela. Dünyanın en gerzek adamı da olsan, üniforman üstündeyse kimse sana kötü bir şey demiyor, diyemiyor, aksine bir yağcılık bir yalakalık. Zaman geliyor geçiyor, üniformaya gösterilen bu abartılmış saygı egoda tavan yaptırıyor, etrafımızda Themis kılıklı hakimler ve avukatlar, kendini Ares sanan polis ve askerler, Zeus doktorlar var, listeyi Poseidon kaptanlar, Uranos pilotlar diye de genişletebiliriz tabii. Üniformayı bırakabiliyorsun iş yerinde belki ama egonu bırakamıyorsun. Ego seninle birlikte her yerde. Ego evde, ego arabada, ego yatakta, ego banyoda, mutfakta, salonda, ego her yerde. Doktor,polis, asker karısı olmak diye bir şey var mesela, doktor, polis, asker çocuğu olmanın getirileri var, götürüleri var. Kısaca üniformalı mesleklerin egolarından tırsıyorum ben artık.

Ben tıfıl tıp öğrencisi sevgilimin cerrahlık eğitimiyle birlikte nasıl bir Zeus'a dönüştüğünü izledim, içim yana yana. Tıfıl tıp öğrencisi kısımlarını daha önce detaylı işlemiştim. Çok geçmişti onlar çok. Neyse... Asistan cerrah ilk başlarda egoyu hastanede bırakır gelir, zira çömezdir kimse kaile almaz kendisini, hatta lanet eder bilakis kendisi. Çömezin altına çömez geldikçe sorumluluğu arttığından kelli palazlanır. Baş asistan olduğunda egoyu artık hastanede bırakamaz, yanında gezdirir. Zira hastane gece demez gündüz demez, hafta sonu demez tatil demez arar. Baş asistan olduğunda egoyu ameliyathanede bile bırakamaz çünkü artık hocası hastaları ona bırakır, hastalar hocam hocam peşinde, postalar hocam hocam peşinde, hemşireler hocam hocam peşinde. Doktorlara herkes "hocam" der bu arada. Ben o zamanlarda koca kişisinin bir nevi "hoca" olmaya başladığının farkında değildim, adam hastanede çaycıdan bile acaip doktorluk saygısı görüyor, evde ise "koca" ve "baba" dan öteye gidemiyor, diyorum ya hep doktor moktor, hiç fifi değil benim için, küçük kuzunun da zaten tüm dünyası anası babası, işsiz bile olsalar umru olmaz. İşte bu duruma sanıyorum ego biraz bozuluyor bir süre sonra. "Ya hastanede herkes neredeyse önümde eğilecek hocam hocam diye, eve geliyorum kadın bana diyor ki "sofraya yardım et"", "benim hastam ölüyor, eve geliyorum ana kız şen şakrak, hastanede insanlar acı çekiyor, ölüyor, hemen ortamı gereyim zaten gerginim" diye kendi kendini fitil ediyor olmalı. Sevgili ego, dünyada ölen herkes için üzülmemeyi sayende öğrendim be, sağolasın. Ha bir de ego biraz şamşırıyor kendini tabii bir süre sonra çünkü baş asistanlık büyük hocadan tüm zılgıtı küfrü yediğin bir dönem de aynı zamanda. Hastalardan, hasta yakınlarından, postalardan, annenden babandan, komşu teyzeden, trafik polisinden aldığın bütün gazlar bir yana, büyük hocaların, profesör, docent, yardımcı bilmem ne falan yani, topu bu baş asistana kayar hep, alttaki çömezleri kaile bile almazlar, sanki tüm dünyanın bütün sorunlarının nedeni o baş asistandır,  deprem olsa kesin o baş asistanın parmağı vardır yani o derece, ve cerrahlık eğitiminin en kötü noktası bir anabilim dalında kendi döneminde tek baş asistan kalmaktır sanırım. Kendi dönemin içinde seninle birlikte bir ya da iki kişi varsa tadından yenmez, kötünün iyisidir bir nebze çekilebilir belki de. Baş asistanlık egonun kendini şamşırdığı bir dönemdir neticede, "biri dövüyor biri seviyor, ne oluyor" dediği bir dönem. Şanslıysa doktor kişi baş asistanlık kısa sürer. Ve sonra ego uzman olur. Mecburi hizmeti vardır, küfür ede ede atanır. Çoğu Doğu'ya gider, evet biz şanslıydık göreceli olarak tabii.

Uzman olan ego mecburi hizmet için atanınca, hocalarından kurtulur. Artık hocaların adına yatan hastalara bakmaktan terfi ederek kendi adına hasta almaya başlar. Artık profesör, doçent, yardımcı bilmem ne hocası mocası da yoktur ortada, övgüler direkt olarak kucağa alınır, sevilir, okşanır. Artık tam anlamyla bir "hoca"dır ego, performans sistemiyle dövülür, "hoca" diye övülür. Belediye Başkanı'nın karısı hastaneye düşse, ya da es kaza doktor önlüğüyle orada burada bir yerde görse egoyu, o bile "hocam" der. Böyle bir saygın meslek işte. İnsana "haa bak bilmem nerenin bilmem ne başkanı da olsan bir gün elime düşme ihtimalin var" dedirtir. Bazılarının öyle karıları vardır ki, yanında böyle prenses edasıyla gezerler, sürekli bir alkış tutarlar kocalarına gerzek gerzek. İlaç firmalarının elemanları bu "ego"ların önünde ceketini ilikler, yerlere eğilirler hocam hocam diye, öyle gıcık bir iştir "ilaççılık", sonra tabii doktorların arkasından da atıp tutarlar o ayrı. Öyle yalan bir ilişki işte, hoş, iş dünyası yalan ilişkiler her yerde var. Ama bir de bu ilaç firmalarını yiyen doktorlar var o ayrı, karısını yanında sepet gibi kongrelere taşıyanlar, masrafını da ilaççılara ödetenler var, tabii bunun iyi bir tarafı var en azından karısını götürüyor değil mi, bu da bir bakış açısı onlara göre, off daha neler var neler, ilaççılarda doktorun ar ve namusuna gore değişkenlik göstermek üzere izzet-i ikramda sınır yok öyle diyeyim ben de gerisini senin hayal gücüne bırakıyorum, ama bu konuyu da daha önce konuşmuştuk, geçelim...biz egonun gelişim sürecinden bahsediyorduk...

Bu egonun bir de kendi anasından babasından gördüğü ilgi ve alaka vardır ki belki de en tehlikelisi bu olur. Es kaza ziyarete gidildiyse, bütün sülale muayene edilir, bütün eş dost ilacını kapar gelir. Sünnet olan çocuk misali malum yerden herkesin haberi vardır ve bunu kutlamak, eline de bir asa tutuşturmak gerekir. Sanırım ego bundan sonra sürekli alkış bekler. Bazı ailelerin beklentisi bitmez, egoyu profesör olana dek alkışlamak isterler... çünkü bilmezler buraya gelene kadar nelerin elden gittiğini...

Yoruldum ya yazmaktan... devamı sonra olsun. Bir daha sinirlenmem lazım...

29 Kasım 2012 Perşembe

55...


"Teyze"lerim, teorik olarak annemin kız kardeşleri, pratikte anne yarılarım, iki tane.  Gözlüklü, öğretmenlik yıllarından kendisine yadigâr, elinde olmaksızın, o tiz sesiyle her daim yüksek tonda konuşan büyük teyzem annemin ablası, dedeme çektiğini düşündüğüm, annem ve büyük teyzemin aksine ince ve narin yapılı, kafasını arkaya ataraktan şen kahkahalar atmaktan çekinmeyen, güzel elleri, yay gibi kaşları olan teyzem annemin küçük kardeşi. Enişte” lerim teorik olarak teyzelerimin kocalarıdırlar, evet, pratikte ise çocukluğumun en eğlenceli, tekrar tekrar yaşasam bıkmayacağım biri kel kafalı biri bembeyaz saçlı anılarıdır.   "Enişte"lerim teyzelerimle olan anılarımda zaten hep varolmuş ve varolacak koca kişileridir, zira ben doğmadan evlenmişlerdir, ya da ben çok küçükmüşümdür hatırlamıyorumdur,  bir nevi teyzelerimsiz eniştelerim hiç olmamış sanki, öyle koca adamlar olarak teyzelerimin eline doğmuşlar. "Bacanak", içinde fazlaca kankalık, kan bağı olmaksızın akrabalık barındıran, beni hep güldüren komik bir kelime olmasına öyle de daha önemlisi eniştelerimin babama ve babamın eniştelerime seslenişleri demek. Bir de "dayım" var, teorik olarak annemin ağabeyi... pratikte orta yaşında hepimizin tırstığı, şimdilerde tatlı bir dede olan... Kuzenler, çocukluğu yaz tatillerinde, yılbaşı yemeklerinde, bayram buluşmalarında hep birlikte geçmiş, birbirinin kısa pantolonlu hallerini bilen kişiler. Çocuk dünyamın pek de geniş olmayan nüfusunun bir kısmı onlardı işte, sonra hepimiz için dünya genişledikçe, dedem ve anneannem ölünce, aralara mesafeler girdikçe, zaman kaydedemeyeceğimiz denli hızlı aktıkça, uzun lafın kısası...büyüdükçe, beraber geçirebildiğimiz zamanlar da küçüldü... 

Ben sadece kendim büyüyorum sanmışım ki eniştem, senin ölüm haberini aldığımda yanında olduğum komşular "kaç yaşındaydı" diye sorduğunda "en fazla 55" deyivermişim...halbuki 70 e yakınmışsın sen. Sonradan farkettim ki annemin yaşı da bende yıllardır "55" diye kalmış... hatta babamın, hatta büyük teyzemin, hatta dayımın... büyük kuzenler desen "30 falan" lardalar hala, kardeşim "18 ler" inde... Zaman bende bir yerlerde durmuş. 55'i kaydetmiş hafızam, herkes orada kalmış.

Sen ölünce eniştem, gözümün önüne en çok, arka odadan hatta şehrin öbür ucundan duyabileceğimiz ellerini birbirine "hay allah" der gibi çarparak ansızın patlattığın kahkahaların geliyor.  Ben hamileyken yazlıkta mangal ateşinde bize pişirdiğin türk kahvesi nedense silinmemiş aklımdan. Bunlardan geri kalanı hep çocukluk hatıralarım... gri mi lacivert mi şimdi çok seçemediğim vosvosunla iki aile toplaşıp tatile gidişlerimiz, kuzenle tek çocuk olduğumuz yıllar... vosvosun arka penceresine iki kişi sığacak kadar küçüğüz... aklımda öyle kalmış...kuzenle kafalar eğik cama yapışmışız ayaklarımız birbirimizin poposuna kaçacak neredeyse...böyle bir sahne... çocukluğumun kare kare fotoğrafladığı anları yurtdışından getirdiğin video kamerayla kısa filmlere dönüştürüşün... hiç üşenmez beraber yediğimiz yemekleri saatlerce çekmek için kamerayı kurardın, biz yemek yer sohbet ederdik kamera da bizi çekerdi... o kasetleri bulup çıkarmalı...

Sen ölünce eniştem...teyzem sensiz, kuzenlerim sensiz, biz sensiz kaldık kısaca, hayatlarımıza devam ediyoruz, hatırladıkça hüzünleniyoruz...da... senin ölümün çocukluğumun silüetini yerle bir etti, büyüdüğümü geç de olsa farketmemi sağladı, ve maalesef artık kabul etmek gerekiyor ki ne kardeşim "18 ler"inde, ne de büyükler "55ler"inde, ölüm artık sadece bir nesil daha yakınlaşmış bize. Büyüdükçe ölümün nefesini en çok ensemde hissediyorum... ve giderek daha hızlı büyüyorum.

Sen öldükten sonra güzel şeyler de oldu. Farkettik enişteciğim... büyümenin getirdiği uzaklıkları kapatmak için   daha sık arıyoruz birbirimizi kuzenlerle. Bir mail grubu oluşturduk habire mailleşiyoruz, skype dan konuşuyoruz, aynı çocuk halimizle, anlayacağın internetin tüm olanaklarını seferber ettik kuzenlerce. Öyle işte..kel kafalı, şen kahkahalı eniştemi kaybettik yaklaşık kırkdört gün önce...

23 Kasım 2012 Cuma

Kötü haber çemkireceğim, iyi haber İmza: Kızın...çıktı

Uzun bir süredir yazmıyorum buralara, hem yazmıyor hem de okumuyordum kimseleri...birkaç defa yazma girişimim oldu ama kelimeleri doğru düzgün biraraya getiremediğimden, getirebilsem de onları beğenmediğimden yazmadım, hiç kitap okumuyorum bir aydır, okumayınca yazmıyor da insan, da, zaten yazsam da mutsuz şeyler yazacaktım... zira herkes mutlu sanki...girip de çıkamadığım buram buram kokoşluk kokan kocası zengin mi zengin ve bir o kadar da tipsiz olup da kendisini yeteneklerine vermiş rahat, stil direktörü, fotoğrafçı ve sürekli birbirine laf sokan kadınlarla dolu instagram alemi, facebook desen o biçim, dünyanın en romantik kocasına, en düşünceli sevgilisine, en akıllı ve yetenekli çocuğuna, en paralı işine ve en karizmatik kariyerine sahip ne çok arkadaşım varmış meğer ya...vay be... Atatürk'ü yücelten fotoları sözleri paylaşıp beğenerek vatan millet düşkünü, özlü sözler beğenip paylaşarak edebiyat manyağı olan tip dolu bütün sanal alem. Eline bir kitap alıp okumaz ama üç beş damar cümle paylaşır da paylaşır, beğenir de beğenir. Hadi onlar bir derece, bir de sanal terbiyesizler var en dayanamadığım, "zenginim işte kime ne", "param var hayat bana güzel sana ne", "ben böyle yazıyorum uydur kaydır Türkçe diye bir dilimiz mi var ne, yazı mı yazıyorum ben yok dalga geçiyorum" diye alenen söylenen ve bundan gurur duyan, böbürlenen, ya eskiden insanlar birşey bilmedikleri ve/ya eksik bildikleri için utanır, bilmemek değil öğrenmemek ayıptır diye araştırırdı. Blog yazıyorsan imla kurallarına uyacak, Türkçe'yi doğru düzgün kullanacak, yazdığını bir okuyacaksın bence diye çok akıllı bıdık birşeyler de yazayım tam olsun. Hiçbirimiz bir yazar değiliz ama diline saygı göster biraz, bu harfler, kelimeler, cümleler kolay oluşmuyor. Neyse... Bir "eline sağlık", "koluna sağlık", "yüreğine sağlıkçılar" var. Birbirine hediye alıp zengin paketlerle donatanlar var, bütün bu zenginliğin üzerine "ama suç benim mi iphone zenginlerde var" diyen bir kaç yüz deste salak var. Ya memlekette salak çok cidden. Ne kadar sanal alem o kadar salak alem. Ya ünlülerin fotoğraflarının altına "üzerindeki hırkayı nerden aldın" diye yorum bırakan insanlar var cidden. Ama suç benim tabii sanal aleme bu kadar dahil olmayacaksın kuzum, oturur bloğumu yazarım deyip geçmen lazım, bütün sanal alemi annene çocuğunu göstermek ve üç beş karikatür okuyup kah kah gülmek, uzaktaki dost insanları görmek, izlemek ve izletmek için kullanacaksın, birkaç sevilen akıllı yazarı belki takip edeceksin birşeyler öğrenesin diye, sana ne Istanbul'un bilmem ne şirketinin milyoner karısının instagramından, sana ne stil direktörü kokoşlardan. Ama internetsiz olmuyor, sanal alemsiz olmuyor... hiç olmasa olabilirdi o günleri de yaşadım da, varken kullanmamak zor işte, ama elenebilir, elenmeli, kişisel olarak. Öyle işte, mutsuzum ben bu aralar...ondan çemkiriyorum... Ben başka şeyler yazacaktım oysa ki...

İmza: Kızın çıktı. Onu yazacaktım. Önce çemkir sonra güzel birşeylerden bahset. Oldu mu, pek olmadı ama olsun. İmza: Kızın çok heyecanlı bir proje oldu, sanıyorum en çok hazırlayan arkadaşlarımız heyecan duydu ve bizleri de sürekli bilgilendirerek buna ortak olmamızı sağladılar. İlk defa keşke Istanbul'da yaşasaydım dedim ben, ben de koştururdum, daha bir ortak olurdum dedim. Babam buradaydı kitap elime geçtiğinde, bu bir şanstı benim için. Şimdi böyle alıp sevip okşuyorum kitabımızı, okudum bitirdim, veee İnci Aral kitaplarının yanına koydum, azıcık sürtünsün belki birşeyler öğrenir diye. Güzel birşey yaptık be.....aferin bize.... Bence annelerimize de yazmalıyız....bir fikir...

3 Eylül 2012 Pazartesi

Eylül..

Herkes sonbahara hazırlanıyor. Biz ise havanın nemden arınıp sıradan bir sıcağa bürünmesine, hafif hafif esmesine, sıvı halde değil katı halde gezeceğimiz, yana yana değil de yaya yaya denize gireceğimiz günlere hazırlanıyor, 1 Eylül itibariyle klima karşısındaki koltuğa devrilip geviş getirmekten balkondaki sandalyelerimize doğru terfi ediyoruz. Taşındığımızdan bu yana bu ikinci yaz mevsimim burada geçirdiğim. İtiraf etmeliyim, geçen seneye göre bir tür evrim geçirmiş olmalıyım ki, hiçbir efor sarfetmediğim durumlarda bile şıpır şıpır döktüğüm terden eser yoktu bu sene. Deyim yerindeyse, sanırım derecelerin kırkı gösterdiği ama hissedilenin neredeyse altmışbeş derece olduğu nemli mi nemli bir iklimde teri akmadan yaşayabilen bir mutant oldum artık. Ayrıca, bu yaz bir günlüğüne gittiğim Ankara'da yaz günü üşüyüp hırka giymem de artık ne derece tropikal iklim kadını olduğumun da göstergesi olmalı. Sen bir şehirde onyedi sene yaşa, ayrıl, bir sene sonra git oraya yaz gününde hırka giy...arkadaşının evinde "amma da küçükmüş evlerin camları burda be" de, "aaa apartmanların üstündeki de ne, çatı mı" diye şamşır kendini... insan nasıl da alışıyor yeni koşullarına... ben alışmak istediğim için alışıyorum...istemeyen için durum kötüdür muhtemelen. Neyse, ne diyorduk... İpini koparan tatilcinin geldiği sahillerin boşalıp bize kalmasına çok az kaldı bir de. Okullar birer birer açılırken tatilciler evlerine dönüp bir sonraki yaz tatillerinin hayallerini kurmaya başlarken sahiller bize kalacak. Torununu torbasını anne babalarıyla evlerine gönderen emekli anneanneler, babaanneler, dedeler ve  bizim gibi beş on kişi daha. Üç beş kıronun da evlerine döneceğini umuyorum tabii...Sonbahar buraya fiziken gelmese de, takvimlere göre Eylül ayı bir sonbahar ayı, bu nedenle yaz bitti teorik olarak...opera açılıyor, fotoğraf dernekleri açılıyor birer birer, etkinlikler başlıyor birer birer...yeni yayın dönemi de başlıyor ama onla alakam yok benim.

Evin kuzusu da dönüyor bugün tatilden. Evet, artık ciddi ciddi özlemiş, bu sallapati yaşanan çocuksuz annelik durumundan da baymıştım; hatta geçen gün havuzda elimde biram kitap okurken (bütün bir sene hayalini kurduğum an da diyebiliriz), kitabı bir kenara bırakıp "amaaan kuzu gelse de şurda tepinse bana da kitap okutmasa" bile dedim ne yalan söyleyim. Benim ki de öyle bir annelik işte varken şikayet yokken şikayet..

Hani şu özel okul mu devlet okulu mu karmaşam vardı...özel okula gidecek... 4+4+4 den yırttık... bu sene ilkokula başlamıyor. Devlet okuluna göndermek yemedi, yine de birkaç kokoş özel okulun içinden en mütevazı olanını seçmeye çalıştık. Fiyatlar birçok büyük şehire göre burada çok daha uygun, yoksa halen Ankara'da yaşıyor olsaydık eminim ki gönderemezdik. Bu okul mevzuu geriyor beni, ben okula hiç istemeden gittim hep, ondan olabilir belki. Çok sıkılırdım derslerde, inanılmaz. Bir tek Sezen öğretmenimiz vardı,rahmetli, onun Edebiyat derslerini severdim, hatta bana okumayı o sevdirmiş bile olabilir ben farkında olmadan. Nasıl güzel anlatırdı...neyse, öldü zaten, vakitsiz, gerek yokken, ama kendisi öyle istedi. Neyse...kuzu bana benzemese de babasına benzese...okulu dersleri sevse...

Kuzu buradayken, ben işten gelince sitenin bahçesine iniyorduk, parka. Geçen sene, yeni taşındığımızdan ve  "komşuluk da neymiş, herkes işinde gücünde, sabah gidiyorum, akşam geliyorum zaten" diye düşünen büyük şehirde yaşamış  asosyal insanlar olduğumuzdan kelli ben parkta oturup kitap okuyor, kuzudan başka kim nerde ne yapmış umurumda olmadan kitabıma gömülüyordum. Şikayetçi miydim...hayır tabii ki. Çalışan bir anne için parkta oturup çocuğu oynarken kitap okuyabilmek nasıl bir lüks anlatamam. Ev işinden ve yemek yapmaktan çakmayan bir anne için parkta oturup çocuğu oynarken diğer annelerle sohbet etmemek de ne büyük bir lüks onu da anlatamam. Ben bütün bu lüks içinde musmutlu yaşarken, ve kimseyle tanışmamak için en uzaktaki banka otururken, kendimi diğer annelerin birbirlerine anlattıkları patlıcan yemeği tariflerini dinlerken bulmam çok uzun sürmedi tabii. Kuzular birbirleriyle arkadaş olunca annelerin de konuşması gerekmiş meğer. Birkaç ay nereden geldiğimizi ve niye geldiğimizi sordular, kuzu kuzu anlattım. Sonra birbirimize gelip gitmeler başladı, bahçede beraber takılmalar. Ve kaçınılmaz bir son olarak ben parkta kitap okuyamamaya, meraklı gözler altında yaşamaya başladım. İnsanlar çok meraklı burada, ben ise fazlasıyla huysuzum ve onlara bir patlıcan yemeği tarifi bile veremiyorum. Shakespeare okumuşum orjinal dilinde, Ayşegül Hoca'nın sınavlarına girmişim ama  gel gör ki bu ev hanımlarının yanında "ben patlıcanı böyle de yıkarımmm" diye havamı atamıyorum, eziğim yani bildiğin ezik. Şimdi ben bu kuzu yokluğunda herkesle komşuluk iletişimimi kestim attım, onlar da beni attılar zira kimse arayıp sormadı. Konu saptı gitti yine ya... Meraklı diyordum meraklı... ben mesela, komşum bugün ne yaptı diye merak etmem, üst katta birbirlerini yeseler sormam "kocan sana ne yaptı da dün akşam ağzına ettin diye", evet birbirini merak etmeyen her koşulda hayatı kendisine yaşamaya şartlı insanların arasından kopup geldim de, anlatmak isteyen anlatır kardeşim sormama gerek mi var... diye düşünürken ben ve konu komşunun sorduğu abuk sorulara kaçamak cevaplar verirken, üst çaprazımızdaki komşumuzun sürekli balkonumuzu gözetlediğini parktaki sohbetlerden birinde aynı kadının "balkondaki çiçeklere de eşiniz ne güzel bakıyor, her gün de suluyor" demesiyle keşfettim. Aynı kadın geçen aylarda beni yolda kıstırıp "balkonda oturuyorsun yalnız yalnız kahveye gelsene bana" deyince "gerizekalı mısın ben kitap okuyorum orda" diyemedim tabii ve acı gerçekle tekrar karşılaştım...evet, kadın balkondan bizi gözetliyordu. Biz de ne yaptık...aldık masamızı sandalyemizi, onun göremeyeceği öbür köşeye çektik-buralarda balkonlar büyük oluyor, sıcak iklim ne yaparsın? Neyse, şimdilik bizi göremediğini umuyoruz, görmek istiyorsa illa ki balkonda düşme ihtimalini göze alması ve biraz sarkması gerek. Kuzu da geliyor şimdi...parka inmek gerekecek........

Neyse....başka başka neler var...

Utandığım bir konu...bundan iki sene önce...kocanın hastalarından biri...kadın...arıyor soru soruyor her normal hasta gibi...ama ben de hastayım o günlerde...ruh hastası babında...diyorum ki "ne arıyor bu kadın seni zırt pırt"...benim koca da gidiyor bunu o hastasına söylüyor...yıl geçiyor üstünden...biz bu kadınla sosyal paylaşım ağlarından birinde birbirimizi takibe alıyoruz (hayır feyzbuh değil)... ben tabii salaklığımdan anlamıyorum ki bu kadın o kadın...ama o anlıyor, evet, bu kadın doktorumun yelloz mu yelloz mahalle karısında hallice karısı diye...neyse...bana bir mail attı şimdi biz birbirimize yorum yapıyoruz falan ama ben senin kim olduğu biliyorum diye, benim gibi bir yelloza yazılabilecek en naif ve şirin kelimelerle...ve bende bir yellozdan beklemeyecek kadar saf ve temiz cevap yazdım ama utancımdan mosmor kesilmiştim aynı bir patlıcan gibi-patlıcanlı yemek tarifi yapamıyorum ama itinayla bir patlıcana dönüşebiliyorum bu da bir şey-...neyse... biz bu kadınla bu yaz kanka olduk, iyi mi....öyle böyle kanka da değil... üç gün üç gece birbirimize aralıksız hayatımızı anlatacak derecede...hayat acaip tesadüflerle dolu..inanılmaz...ama o da başka şehirde yaşıyor...kötü....

Duman büyüyor, ona bakmak büyük bir keyif, insan bir hayvanı çocuğu gibi sevebiliyormuş meğersem, hani "biri kılına zarar verse, acımam gebertirim" gibi anaç bir tavırla, bir hayvan bir insanı annesi gibi sevebiliyormuş meğersem, hani "bana zarar vermez, gidip azıcık yılışayım" gibi bir tavırla... bir yere çağrıldığında "yok Duman bekler" demek diye bir durum varmış. Çocuğumun altını değiştirir gibi, tutamayıp da salonun ortasına yaptığı kakasını dırdırlanmadan silmek varmış. Duman'lı maceralarımı ayrıca yazacağım zira çok ciddi maceralarımız var...

Azıcık bir sonbahar moduna gireyim dedim, ama sağımdan ışıl ışıl güneş vuruyor be...hava açık..mis gibi...

24 Ağustos 2012 Cuma

Bir film izledim feleğim şaştı...

Şu bir aydır kitaplıkta okunmayı bekleyen tüm kitapları yuttum, seyredilmeyi bekleyen tüm filmleri yedim. Bunlar arasında Tayfun Pirselimoğlu Otel Odaları en kalıcı hasarı bırakırken, dün gece izlediğim Cafe de Flore zaten oldukça ayarsız olan feleğimi şaşırtarak uykumun kaçmasına bile sebep oldu. Otel Odaları'na ilişkin sonradan yazayım. Biraz Cafe de Flore'den bahsedeyim ben.

Aşk filmlerini oldum olası sevmedim, mümkün olduğunca da az seyrettim. Bu üç beşin arasında da en çok Eternal Sunshine of the Spotless Mind filmini sevmiş on kere izlemiştim, The Reader'ı sevmiştim bir de. Birincisinde çok eğlendim, azıcık hopladım, heyecan yaptım; ikincisinde basbayağı üzüldüm, hüzünlendim hatta itiraf ediyorum ağladım biraz, ama bir arkadaşla seyrediyordum ki film boyunca "agh ne aşklar var" diyerekten birbirimizi gaza getirip getirip zorla ağlattığımızı da göz önünde bulundurmak lazım; neyse, dün gece seyrettiğim Cafe de Flore filmi ise feleğimi şaşırttı. Film bitti, ben böyle alık alık bakakaldım, hatta ebleh bile diyebiliriz. Kurgusu şöyle, tekniği böyle, müzikleri bomba, senaryosu muhteşem, oyuncular iyi falan gibi derin incelemelerden uzağım da, amiyane tabirle olacak ama çok kötü yerine koydum ben kendimi, toptan filmin yerine koydum kendimi. Empati diyorlar ama sevmiyorum ben kelimeyi, "yerine koydum" bence tanım olarak daha uygun, sanki "empati" kişisel gelişim kitabı . Hem kadınların, hem adamın, hem çocukların... Eski eşin yerinde olsaydım eğer, durumum aynen de o kadın gibi olurdu muhtemelen, o hayalkırıklığı ile delirmenin eşiğine gelinirdi büyük ihtimal, ruh ikiziyle evlendiğini sanırken sadece ruh eşiyle o kadar zaman geçirmiş olduğunu keşfetmek...ve bunu sadece kendin bilmek, kabul etmek sonrasında. Diğer kadın olsaydım eğer, durumum aynısı olurdu, doyasıya yaşamak isterdim, yaşardım. Çocuklar olsaydım eğer, dünya üzerindeki bütün çocukların da aynı davranacağı üzere benim de durumum aynı olurdu. Adamın yerinde olsaydım eğer, işte bu çok zor olurdu...Nasıl güzel bir filmdi bu, bir daha seyretmek lazım, sonra bir kez daha. Ama henüz değil...

12 Ağustos 2012 Pazar

bir delinin ot defteri - Küçük İskender


"Hangi nesne ergenlik çağı gibi bir girdaptan geçer? Saçma. Boyunuz uzar, organlarınız ağırlaşır, hormonlarınız tavan yapar, sinir sisteminiz bunu dengelemeye çalışır; üstelik sosyalleşmeye bağlı olarak kurumsal tepkileriniz de artar. Canlı, çocukken, erginken katlanabilirlik taşır; ergenlikte size siz dahil kimse sempati duymaz. Çünkü ertesi gün değişeceksinizdir. Bir gün önce gördüğünüz kişi erkekse bıyığı çıkabilir, kızsa memesi! Saçma. Bugün tanrıya inanırken yarım Rammstein'dan büyük yoktur diye dolaşabilirsiniz. Kaypaklık değildir bu; arayış, çabuk inanma, deneme ve ne yazık ki yanılma endüstrisidir. Gotik metal piyanosunda hüzzam çalma inadı işe!" (S. 164)

Ben de seni gotik metal piyanomda hüzzam çalmaya çalışırken tanımıştım, uzun sürmüş bir ergenlikti benimkisi. Sen kelimelerinle bağırdıkça, etrafa  öfkeni savurdukça, utanmadıkça, ve ben seni okudukça gaza geliyor, ağabeyim olmuş olmanı diliyordum. En can çekişmeli zamanlarıma denk geldi ya kitapların; sanırım bu kadar huysuz, arsız, haksız bir durumda etrafına rahatça geçirebilen, sevgilisine vazo atabilecek kadar içi dışı bir, yüz kere terkedilse de yine de sevebilen bir insan olmamda büyük payın var. "İnsan diye çağrıldığımız için aşağılamasın bizi hayvanlar." (S.163), o ayrı ve her zamanki gibi haklısın. O bol can çekişmeli, kendisimi ayrık otu sandığım zamanlarımda bütün öfkem senin kelimelerinde bulurken kendini, biraz da gençliğin verdiği gazla "işte budur", "adam beni anlıyor, vay be", "beni bir tek bu adam anlar zaten", "ben de böyle yazabilsem, böyle haykırabilsem" diye düşünürken, şimdi 36 yaşımda okuduğum yeni kitabında da aynı şeyleri söylüyor oluşum sanırım benim için biraz komik. Muhtemelen iflah olmaz bir ergenim ben. Ve sen ergen kişi 19 yaşında da olsa 36 yaşında da olsa yazdıklarınla aklına kazınır çıkmazsın, kitaplıkta hep en kolay ulaşılabilecek yerde durursun... Bir de yavaş yavaş okunursun bitmesin diye...

"...Yasağın devreye girdiği coğrafyalarda devlet halkına güvenmez, halkının yerine karar verir; halkının nasıl yaşayacağına, halkının nasıl konuşacağına, halkının nasıl düşüneceğine ve sonuçta sanatçılarının nasıl ürünler vereceğine dair önlemler alır. Devlete göre halk özürlüdür. Bakıma muhtaçtır. IQ'su düşüktür, anlama ve uygulama zafiyeti vardır.

Şekilde görünen devletlerde hayatında "dadaist"le bile karşılaşmamış siyah adamlar, cut-up tekniğiyle yazılmış bir romanı yargılayabili evlerinde-arabalarında transseksüel şarkıcıların albümlerini dinlerken "bu ülkede eşcinsel yoktur" açıklaması yapabilir, televizyonlarda yayınlanmak üzere sigara karşıtı reklamlar çektirirken uyuşturucu kaçakçılığından köşeyi dönebilir. ..."(s.90)

"...Mamafih, aşk insanda devrim olamaz. Aşk, bir yönetim biçimi diye tanımlanmayı reddetmiştir. Yalnızlık bir devrimdir ve yalnız kalmayı beceremeyenler, buna katlanamayanlar mücadele esnasında çabucak telef olur. Akıl hastaneleri, barlar yalnızlık devrimi için savaşanlara ihanet etmiş militanlarla doludur. Ask acısı çeken bal gibi dönektir artık.

Hiçbir ağaç, ormana katılmak için büyümez çünkü. Mesele, tek başına da işe yaradığının, işlediğinin bilincine varmaktır; bunun keyfiyle yaşayabilmektir. Aşk, ağaca tesadüfen konan kuştur; kuş, ağacı üzemez; üzmemelidir de. Eğer bir ağaç kendisine konup sonra da uçup giden bir kuş yüzünden acı çekiyorsa doğanın ayarlarıyla oynanmış demektir. Aşk, şansa bağlı temastır çünkü. Çünkü aşk, matematikteki "teğet" konusunda ilk örnektir. Değip geçmektir. Dokunup kaybolmaktır. ..." (S.106)

Sel Yayıncılık, 2012

3 Ağustos 2012 Cuma

Ağustos...

Hani demiştim ya, kuzu yokken bir sürü işi halledecektim. İlk gün cd leri düzenledim, ikinci gün kuzunun odasının bir kısmını. Bu kadar...sonrası bol alkollü bol okumalı bol yatmalı oldu. Sorumsuz olmanın tek iyi yanı var, o da sınırsız okuma özgürlüğü oldu. Evet çocuksuz olmak sorumsuz olmaktır, bekarlar, çocuksuz evliler kızmasın. Sorumluluk denilen zımbırtıyı çok hissettim. İlk lisedeydi sanırım. Lisede üniversiteyi kazanma sorumluluğum vardı. Üniversiteyi kazanınca bitirme sorumluluğum vardı. Bitirince para kazanma sorumluluğum vardı. Para kazanınca kendimi geçindirme sorumluluğum vardı. Kendimi geçindirince para biriktirme sorumluluğum vardı, ne de olsa memur çocuğuydum. Para biriktirmeye yetince evlenme sorumluluğum vardı. Evlenince evlilik yürütme sorumluluğum vardı. Evliliği yürütünce çocuk yapma sorumluluğum vardı. Ve bu en acaibiydi. Sonra herşey karıştı zaten. Diğer sorumluluklar çok kolaymış meğer. Onları yapamadığın zaman  annene, babana, kocana "hadi ordan çok biliyorsun" diyebiliyor, çarpıp kapıyı gidebiliyor ve sorumsuzluğun kaygan da olsa bir ucundan bile tutabiliyorsun (muşsun). Şimdi böyle kendimi içmeye, okumaya ve yüzmeye vermişken, sorumsuzluk öyle acaip geldi ki, resmen dağıttım. Sanki taşradan üniversite okumaya gelmiş yeni yetmeyim, yıllardır yaşayamadığım özgürlüğümü hızla ve hırla yaşamaya çalışıyorum. Mesela işten çıkıp kütük gibi içmeye gidip eve burnunun ucunu görmeden gelebiliyorsun, kocanla bağrış çığrış kavga dövüş edebiliyorsun, evde donla ya da donsuz gezebiliyorsun, deniz veya havuz kenarına gittiğinde kitabından yirmi sayfayı gözünü ayırmadan ve kırpmadan okuyabiliyorsun, istediğin her yerde tosur tosur sigara içebiliyorsun, vakit bolluğundan kelli dertsiz başına dertler bulup olan olmayan herşey için kaygılanabiliyor, oturup salonda höyküre höyküre ağlayıp sümüklü peçetelerini oraya buraya atıp, toplamadan olduğun yerde uyuyor, sabah sümüklü peçetelerin içinde uyanıyorsun...evet hepsi vakit bolluğundan...hepsi... bir de sorumsuzluktan.

Bende günler böylesine sorumsuz giderken, kuzu hayatından çok memnun. Gidip alır getiririz diye muhtemelen, "özledim" demiyor. Annem çok iyi bakmış, renk gelmiş yüzüne, boyu uzamış. Giderken, "Tatildeyken, büyüyünce hangi müzik aletini çalmak istiyorsun biraz düşün bakalım" demiştim...sonra unutmuşum... geçen gün trombon ya da trompet çalmak istediğini söyledi birden...hadi bakalım...şaşırdım... burada bir parantez açayım, çocuğunu yarış atı modunda o kurstan bu kursa, o hobiden bu hobiye ittiren bir anne değilim, hiç olmadım...ama müzik başka, çalsın...evde görmediği ilgi alanlarına yönelmesini talep eden histerik idealist anne değilim... müzik aletlerine aşina...neyse, bakalım Eylül gelsin bir...

Dün kadın doğumcuya gittim, kontrole. Yok öyle kadın doğumcuda kasılan bir kadın değilim, öyle birşey anlatmayacağım. Elle kolla vesaire tüm kontrollerden sonra ultrasona geldi sıra. Kusura bakmayın biraz açık oldu ama insan bir kere doğurunca ve ulu orta her yerde emzirince böyle konular normalmiş gibi geliyor, anne olduğuma göre hepsi kutsal artık ne de olsa. Neyse... Doktorcuğum ultrasonda baktı baktı baktı ve bana ne dese iyi..."İkinciyi düşünmüyor musunuz?" sonra ben de doktorcuğuma olabilecek en yelloz bakışımla baktım baktım baktım... diken diken saçlarımı, suratıma yapışmış "kadın doğumcusu ile barışık modern kadın" gülümsemesinin altından uzayan sivri dişlerimi, karnımın üzerinde huzurlu ve huşu ile birleştirdiğim parmaklarımın uçlarındaki, yenmekten güdük güdük kalmış ama yine de ojesi sürülmüş tırnaklarımın uzamaya meylettiğini, kısacası birazdan çok fena cadıya bağlayacağımı farketmedi bile....devam etti..."aaa niye düşünmüyorsunuz?"...."ikinci çocuk için tamamen sağlıklı ve hazırsınız" demesiyle ben doktora atladığım gibi ısırdım diyemeyeceğim zira vajinal ultrason sırasında böyle bir hareket fena canımı yakabilirdi. "Yumurtalarım hazır ve nazır olabilir sizin o pek materyalist doktor beyninize göre ama kadın dediğin öyle sadece yumurtadan, memeden oluşan doğurmaya programlı bir mutant değildir, ruh halim ne olacak benim haa, bu yaştan sonra ikinci hamilelikle gelecek otuz kilo fazlam ne olacak, yeni işe başladım bir sürü seyahatim var nasıl gideceğim hamile hamile, size giren çıkan yok tabi" de diyemedim haliyle. "Yok" dedim sadece kıl kıl. "Ama tek çocuklar büyüdüklerinde sorunlu oluyorlar, yalnız kalıyorlar...." vırak vırak vırak vıraklamaya devam etti. Ben gülümsedim sadece, alt dudağımı üst dudağıma bastırarak ve kaşlarımı bilmiş bilmiş yukarı kaldırarak, zira ağzımı açsam sivri dişlerim görünecek. Bu arada ultrason bitti. Doktor muayene odasından görüşme odasına geçti, ya da adı her neyse oraya. Ben içeri geçene kadar, içeriye bir kadın girmiş, doktora binlerce teşekkür ediyor, "allah razı olsun"lar gelir, "allah tuttuğunu altın etsin" ler giderken, ben de doktor masasının önündeki sandalyede yerimi aldım. Kadın en son "doktorcuğummm, yürüsünler elini öpmeye getireceğim" dedi, anlaşıldığı üzere kadının çocuğu olmamıştı ve tüp bebekle çocuk sahibi olmuştu. Bu noktadan sonra artık karşımda doktor bir insan değil, şişmiş de şişmiş bir ego duruyordu. Ego bana döndü "üçüzü oldu" dedi bilmiş bilmiş, kaşlar havada, "sen de kimsin küçük sinek" modunda. Ben de artık kendime hakim olamadım ve "yazıııııık" deyiverdim, neyse ki kadın kapıyı kapatmıştı, tek gülen hemşire ile bendim. Ego ikinciyi düşünmediğim için beni düşman bellemişti belli ki..."valla o çok mutlu" demesiyle... gayet de yüksek ve "sinek sana benzer salak" tınılı sesimle "çalışmıyordur o zaman"...diyerekten kapağı doktor egonun ağzına kapatıverdim; ben böyle deyince hemşire de dayanamadı yazık "ya evet çalışsın da yapsın üç taneyi göreyim ben" demesiyle kapak iyice sıkışmış oldu, hayatta bir hemşireyle birlik olup bir doktorun kelimelerini ağzına kapatacağım aklıma gelmezdi ama...oldu...işte, bu da böyle bir anımdı.

Adama neyse ikinciden...sana mı kaldı...

Neyse...yaz bitmesin... seviyorum ben sıcağı...çok hem de...

31 Temmuz 2012 Salı

Piç - Hakan Günday

Şimdi kızlar ne tür adamlara piç derler...bizim zamanımızda diyeceğim ama bu seferde kendimi yaşlı ve bu yüzden de kötü hissedeceğim muhtemelen ama...biz dediğim şimdilerde 35 lerinde olup da üniversiteyi doksanlarda okumuş kızlar; işte bu bahsi geçen "bizim zamanımızda" erkeklere piç demezdik en azından çoğuna demezdik, çünkü bizim zamanımızda on erkekten dokuzu aşk arayan mutsuz dertli adamlardı, yatmak kalkmak bu kadar kolay değildi, tek gecelik ve/ya benim yiyişme arkadaşı olarak tercüme edebileceğim türden kavramların henüz oluşmadığı,  daha güzel müzikler dinlenen, daha kaliteli okunan zamanlardı, üniversitede okuyan erkekler parasızdı, kızlar da zaten para peşinde değildi, paralı erkekler ve kızlar sadece Bilkent'de dolaşırdı, her on erkekten dokuzu hayatının Meg Ryan'ını bulmak için fellik fellik gezerdi falan. Yine de genelleme yapmak istemem tabii...karşılaşan karşılaşmıştır yine de, onu bilemem. Bana göre, bu piç tanımlanan adamlar sanıyorum bizim kuşaktan değil de 80 kuşağından türedi...piç erkek parası olan, yakışıklı veya en azından kendini yakışıklı sanacak kadar özgüvenli ve/ya aptal, her kadına ayrı bir yiyecek gözüyle bakan ve her fırsatta birinden tatmak isteyen, vurdumduymaz hareketler peşinde, her ortama anında adapte olabilecek kadar elastik (ki bence karaktersiz) adamlara denir. Çok iticidirler, bulundukları her andan ve ortamdan mümkün olduğunca uzaklaşmak isterim falan.

Bu roman bu tanıma en az birkaç yerinden uyan erkeklerden dördünün hikayesi. Yanlız bunlar kısaca tanımlamaya çalıştığım "piç erkek" olma şartlarına sahip olup da anasının babasının parasını pulunu reddedip parasız, makamsız, yersiz yurtsuz adamlar olarak yaşamayı seçmiş tipler. Hayat umurlarında değil ve hatta vız gelir tırıs gider modunda olsalar da hayata ilişkin güzel tespitlerle ilerliyor roman. Kendilerine zorlanan hayatı reddetmeleri, teknolojinin tavan yaptığı ikibinlerde şikayet ettiğim bir sürü şeyden kaçınmaları ile gönlümü fethederken, vurdumduymazlıklarına uyuz olduğum karakterlerin romanı. Reddettikleri hiçbir şeyin aksini savunmuyorlar mesela ya da neden reddettiklerini açıklamıyorlar... Hem uyuz olarak hem severek okudum ben kısaca Piç'i, muhtemelen de öyle olması gerekliydi. Samimiyetle sevdim karakterleri. Çoğunlukla akıllı bıdık cümlelerle yazmış olsa da yazar ve ben bu yazım biçimini hiç sevmesem de, cümleler gerçekten de çok akıllıydı itiraf etmek gerek. Yazdıklarını yaşadığım için düşündüklerini de anlayabildiğim yaşıt bir yazar. Sevdim ben bu romanı. Bir de söylemeden geçemeyeceğim, yazar arka kapaktaki sevimsiz fotoğrafını kullanmasa keşke.

...Hakan'a göre, yürümek yerine motorlu taşıtlar kullanan, düşünmek yerine televizyon seyreden, spor yapmak yerine Play Station oynayan, kütüphane koridorları yerine internet sitelerinde dolaşan çocukların olgunlaşmaları gecikiyordu. Geçmiş kuşaklara göre tabii ki daha çok bilgiye sahiplerdi ancak bu bilgiyle ne yapacaklarını belirlemelerine onları zorlayacak bir hayat yaşamıyorlardı. Bilgli ancak bilinçsiz çocuklar on sekiz yaşından sonra da çocuk olmaya devam ediyor ve kendileri başta olmak üzere çevrelerine de zarar veriyorlardı. (S. 96)

...Medeniyetduvarla başlar. Duvar örmek çeşitli amaçlar taşır. Bu amaçların ilki ayırmaktır: insanları, hayvanları, bitkileri ve şeyleri. Daha sonraki amaçlar içeride ya da dışarıda bırakmaktır: insanları, hayvanları, bitkileri ve şeyleri. Duvarlar örülür ve iki cephelerinde hayatlar gelişir. Duvarsız bir dünya günümüz insanı için cehennemdir. Medeni insanın ruhsal dengesini sonsuz dek kaybetmesine elektrik, kanalizasyon ya da iletişim sistemlerinin çökmesi değil, duvarların yıkılması neden olacaktır. Bu yüzden duvar ustalığı kapitalist anlamda ilk gerçek meslektir. Var olan en kalabalık, yarı gizli, güç dayanışması eksenli örgütün bu meslekten esinlenerek kendini vaftiz etmiş olması bir tesadüf değildir. Çünkü duvar, sıradan insanın tek garantisidir. Savunulması gereken ilk siperdir. Dünya üzerindeki mevcut düzenin devamı duvarların ayakta kalmasına bağlıdır. Elleri alçılı duvar ustalarından elleri paralı bankacılara kadar, duvarlar dünya nüfusunu gölgelerinde gizler. Ancak duvarın hangi tarafında olunduğuysa, hayat tarzını belirler. Geceyi sokakta geçirenlerse duvarların, dolayısıyla medeniyetin dışındadır. Çöp torbalarıyla aynı kaldırımda uyuyanlar duvarları delmek isteyenlerdir. Asla yıkmanın değil ancak sadece geçebilecekleri kadar bir delik açmanın peşinde olan organik matkaplardır. Çünkü ister Sao Paulo'nun gecekondularında, ister Koumbala'nın ormanında, isterse de Malaga'nın sahilinde yaşasın, her insanın bir duvara ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacın devamı ise pencerelerdir. Duvarın diğer tarafındakileri izlemek için inşa edilmiş saydam duvarlar. (S.145)

...Nefret etmesine rağmen patronunun yüzüne gülen insan doğaldır. Lokantada, yan masadaki kadının çantasının markasından yola çıkarak onunyargılayan kadın doğaldır. Moda olduğu için zevk almadıkları müzkleri dinleyen çocuklar doğaldır. Çünkü bütün bunlar 2002 yılının doğasında vardır. Sürekli eleştirilen bu tavırlara karşı sunulan doğallık yalanı kullanma tarihi geçmiş bir antibiyotiğe umut bağlamak gibidir. Bu çağda insanlardan cesur, dürüst, idealist, tutarlı, onurlu olmalarını beklemek günün doğallığına aykırı bir yapaylığı savunmaktır. (S.157)

Hadi iyi okumalar...

Doğan Kitap, 224 sayfa, 2003 ilk basım

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Bir Yaşdönümü Rüyası - Erendiz Atasü

Ben daha önce nasıl okumamışım bu kadını diye kafamı duvarlara duvaralara vursam yeridir. İnci Aral'a duyduğum "size anne diyebilir miyim?" duygularımdan sonra Erendiz Atasü'ye de annemin en sevdiği aile üyesi büyük teyzem duyguları beslemekteyim. Hani annemle teyzem otururlar saatlerce konuşurlar ondan bundan, ben de dinlerim böyle ayaklarının dibine oturup, sonra bunlar iki koltuğa kıvrılıp uyurlar da benim de uykum gelir. İşte böyle bir sahne yaşamak isterim bu iki kadınla, o derece seviyorum, bilmem anlatabildim mi? 

Romana gelirsek, Feride'nin hayatını okuyoruz. Feride-Ferhat, Feride-Şirin, Feride-Sedat, Feride-Kamuran, Feride-Feride;  bir kadını okuyoruz, bir çok ilişki içinde. Güzel bir kadın Feride, güzel derken tipini bilmem de içi güzel bir kadın. Lisede bir öğretmenimiz vardı Cevriye Hanım o canlandı hep gözümde Feride'yi okurken, zayıf böyle kara kuru bir kadındı, kambur dururdu, saçına falan özen göstermezdi, azıcık dik dursa kendine güvense diye içimden geçirirdim, iyi niyetli bir öğretmendi ve tüm iyi niyetli öğretmenlerimiz gibi biz onu hiç dinlemezdik... Feride'de iyi niyetli, saf, ve bayağı da şaşkın bir kadın. Daha fazla anlatmayacağım da, ben okurken çok keyif aldım, çok güzel, çok özenli, su gibi, ıkınılmamış sıkınılmamış kelimeler, cümleler okudum, iyi geldi.

Kitabın kapağını hiç beğenmedim. Çocuk gelişim kitabı kapağına benzemiş, olmamış bence.


Deli Kadın Hikayeleri - Mine Söğüt

Çok yaya yaya okudum ben bu kitabı. Kitaba haksızlık oldu aslında. Yaya yaya derken, evin bir o köşesinde bir bu köşesinde ara ara okuduğum için, bir köşede biraz okuyup sonra ertesi gün başka bir köşeye gittiğimde diğer köşede unuttuğum bu kitabı alıp yerime geri gelmeye üşendiğimden bahsediyorum, tamamen benim mal ruh halimle alakalı, yoksa kitap güzel. Bir de ruh halimden kelli sanki raptiye döşenmiş bir koltukta oturuyormuş gibi okudum. Böyle koltuklara yerleşemeden, rahat edemeden. Bu hikayelerin bir etkisi olabilir belki, ama ben o kadar da rahatsız edici bulmadım ki bu hikayeleri. Acıklı buldum. Her bir hikayenin konusu kadınlara, çocuklara acıdım çok. Yazarın çoğunlukla öfkeli olan dilini, kısa kısa cümlelerini sevdim, yazarından bağımsız karakterlerini sevdim ki onlar da ya öfkeli, ya çaresiz ya da çok şaşkındılar. Yine de, adını tam koyamadığım bir eksiklik vardı benim için bu kitapta, nedense. Ne beklediğimi de bilmiyorum ya, ne bekledim de ne yapmadı bu hikayeler bana. En çok "Ben, Öldürmek İsteyen Muhteşem Hayat" hikayesini sevdim, öldüğü zaman bildiği şarkılara ne olacağını merak eden kadını, "ölünce içimden çıkan şarkıları topla" diyen kadını.

Evet, tabii ki de kitabın kapağını ve her bir hikayenin başına konan resimleri sevdim. Hatta hikayelerden daha çok sevdim desem yeridir. Hiçbir hikayeyi başa dönüp tekrar okumadım ama resimlere tekrar tekrar baktım itiraf ediyorum. Hikayelere mi resim çizilmişti, yoksa resimlere mi hikaye yazılmıştı...bilemedim. Resimler yazının önüne geçince yazar bozulur mu bu duruma acaba, ben olsam bozulurdum. Bir de yazarın kocası çizen de, ben olsam hayatta koca kişisiyle böyle bir işe girişmezdim mesela, aman zaten o da benle girişmezdi ya. Kesin bir yarış olurdu böyle, sen mi iyi yazdın ben mi iyi çizdim diye. "Benim çizimlerin sayesinde kitabın da prim yaptı" diye diye gerinip gerinip durur beni deli ederdi kesin. Neyse, iyi ki ben bir yazar, koca kişisi de çizer olmamış diyip konuyu kapatalım. Ne diyorduk, evet, resimler hikayelerin üstüne çıkmış, zıplamış da zıplamış, kelimelerin çoğu ezilmiş, üzgünüm. Hatta bu resimlerin üzerine şarkı bile yazılır, beste yapılır, o derece.

Yapı Kredi Yayınları, bendeki 2. Basım, 2011 , 172 sayfa

17 Temmuz 2012 Salı

Yalnız yaz..

Kuzuyu anneannesiyle yazlığa gönderdik. Anne yeni işe başladığı için izinsiz olunca, aynı kreşe giden bir arkadaşın çocuğu hastanelik olacak derecede ishal olunca, anneannesinden ayrılmak istemediği için gitmesine yakın yaygara moduna geçen bir kuzu olunca, buralarda hava çöl kıvamında sıcak olunca ve anneanne "hadi artık evli evine köylü köyüne" deyince, tek çare bu kaldı. Kuzuyu anneanne ile özgürlüğe kavuşturmak.

Anne olmak türlü türlü çelişkiler yumağı ya benim gibi anneler için. Bir yandan evin sessiz boşluğunu düşünüp üzülürken, diğer yandan da kendime ayıracağım sınırsız vakitleri düşünüp sevinmekteyim. Sonra böyle bir sevinç duyduğum için kendimi suçlu hissetmekte kızmaktayım. Anne olunca mutlu olmanın da üzülmenin de kendi çapında bir saçmalaması oluyor. Üzüldüğün için mutlu, mutlandığın için üzülüyorsun mesela, böyle ruh hastası bir durum. Kuzu, itiraf ediyorum, sen tatile gidince ilk yaptığım işten eve gelirken kendime bir torba dolusu bira almak oldu. Sen yokken işten eve böyle gelirdim. Yok, iyi ki yoksun demiyorum. İyi ki varsın, o ayrı. Seni evden sepetlemiş keyfime bakıyorum gibi hissediyorum, evet. Ama öyle değil. Hem benim de kendime ayırmam gereken bir süre olmalı değil mi, büyüyünce anlayacağın bir durum  bu elbette. Hem sen yazlıkta mutlusun şimdi biliyorum. İşte benim gibi annelerin saçmalaması aynen böyle bir durum...

Neyse, sen tatilde keyfini çatarken benim yapmak istediğim çok şey var evde. Taşındığımızdan beri yapmayı planladığım fakat asla vakit bulamadığım şeyler. Vakit bulamamaktan kasıt vakitsizlik değil, sürüyle vakit var, ama plansız programsız. Aaa bir de her işe bir gazla başlayıp hepsini yarım yarım bırakan bir karakter var. Başlamaya hevesli, bitirmeye üşengeç. Hepsini sıraya koydum, not defterime yazdım, yazınca yapıyorum diyorum hep ama o da yalan sanırım, sigarayı hala bırakamadım misal. Kendime hazırladığım "ev boşken yapılacaklar" listemde ilk sırada blogger kimliğimi düzenlemek vardı. Çok havalı oldu bu, blogger kimliğim demeler falan da başka tabir bulamadım. Blogger kimliğim dediğim de bir çöplüğe dönüşen tv altı dolabım, indirime girmiş mağaza tezgahından bile daha dağınık olan giysi dolabım, pilates cd kabının içinden çocuklara ninniler cd sinin çıktığı, toy story cd kabından aşk tesadüfleri sever cd sinin çıktığı dolabımsı zımbırtı gibi (kitaplıktan bahsetmek bile istemiyorum) karman çorman olmuş okuma listem. Yıllardır okuduğum bloglar var, evet. Yazınca sevindiğim bloglar bunlar, görmeden tanıdığım insanlar. Onlar hep vardılar da, bir de her ay başka bir konuya heveslenip heveslenip eklediğim tonla blog da var-mış. Şimdi benim el işi bloğu takip etmemin ne manası var, siyah düğmeyi beyaz iplikle diken biriyim ben sonuçta, konserve kutusundan abajur yapmak kim sen kim, ama ediyordum. Ha, yemek tarifi bloglarını neden takip ediyorum mesela, buzdolabındaki üç yumurtayla harikalar yaratanları...mazoşist bir yapım mı var gerçekten de, sonuçta hiçbir zaman mozarella peyniri dolgulu pesto soslu bir zımbırtı yapamayacağım, hatta yapmaya bile kalkışmayacağım aşikar. Herşeye pozitif yaklaşan insanları neden takip ediyorum, görünen o ki onların yazdıklarına inanmıyor, yaptıklarını yapmıyor,  hatta uyuz oluyorum, bkz mazoşist bir yapım mı var sorunsalı. Çok büyük kitlere hitap eden ünlü bloglar var mesela, bir gönderisinin altında binbeşyüzyetmişiki tane yorum olan, okumaya kalksan okunmaz. Yazarken dilbilgisine dikkat etmeyenler, bu da çok iddialı oldu, geçelim en iyisi. Var daha bir sürü... Okuma listemi ayıkladım sonuçta, onu diyecektim. Darısı cd, giysi, ıvır zıvır, mutfak dolaplarının başına. Elimi çabuk tutmalıyım, zira bu süre zarfında çok okumak istiyorum. Birkaç aydır hiç kitap okumadım desem yeridir, artık rahatsız oluyorum bu durumdan, o derece. Okumaya kalkıp üç beş sayfadan sonra birbirinin üstüne devrilmiş kitaplarla dolu başucum, ha evet oraları da düzenlemeli. 


Bu yaz böyle yalnız devam eder kuzu.

2 Temmuz 2012 Pazartesi

İkinci...

İlk çocuğumu 31 yaşımı doldurmadan doğurdum. Evlendiğimde 29 yaşındaydım, çok fazla gezmedim kocamla yani, bir yaz balayı, bir yaz serbest tatilin ardından "çoğalmayacaksak niye evlendik bekar bekar rahattık", "biran önce doğurmalıyım ki göğüs kanseri riskim düşüversin" diyerekten çocuk yapmaya karar verdim. Her ne kadar "elli yaşında mı baba olacağım ben" diye beni darlamış ve aynı yaşta olmamızdan kelli elli yaşında baba olmasının benimle mümkün olmayacağını zaten biliyorsa da, arada bir "yaş ilerledikçe doğurganlık azalıyor, kalitemiz düşüyor" diyerekten de beni etkilemiş olsa da, çocuk yapma kararını ben verdim denilebilir. Zor bir karardı evet, zira biyolojik yaşı ruh yaşıyla tutmayan bir kadınım, çok uzun yıllar kendi başıma yaşadığımdan fazla rahat ve boşvermiş bir kadınım, örnek evi .ok götürse güzel bir kitap okuyorsam kalkıp da temizlemem, açlıktan midem kazınsa iyi bir film izliyorsam aç dururum kalkıp da yemek yapmam falan, bencil bir kadınım, örnek, kendime ayıracak yanlız günlerim saatlerim olmazsa çok pis yelloz olur, her ortamı her an gererim, sürekli şikayet ederim ama iş hayatını severim, çocuk için evde oturmam, çalışacağım diye tuttururum. Daha önce de yazdım çok, buzdolabındaki malzemelerle süper kekler yapan, herşeyi geri dönüştürüp vatana millete doğaya çiçeğe böceğe faydası dokunan, her ortamda her şeye sevgi duyaraktan sevgi pıtırcığı olan ve bunu akıllı akıllı oraya buraya yayan sıvayan prenses bir kadın değilim. Sabırsızım bir de..annelikte en çok ihtiyaç duyulan...neyse ki ya sabır öğrenilebilen ya da boşvermişlikle geliştirilebilen bir yeti, her neyse. Öyle ya da böyle anne oldum, çalışanından. İş, güç, karılık ve annelik keşmekeşinde kendime kavga dövüş de olsa vakit ayırabildim. Kuzu büyümeye başladı bu keşmekeşte, ben zaman nasıl geçti anlamadım. Ama konumuz birinci değil, konumuz ikinci...

Sevgilinle gezerken "eee ne zaman evlilik" diye bayan, evlendikten sonra "eeee çocuk ne zaman" diye soran, hamileyken "aaaa bunlar en güzel günler tadını çıkar" diye uyaran, bebek arabasında gezdirirken "aaaa şimdi işiniz kolay" diye gözdağı veren insanlar vardır hani, işte aman da hop kuzunun bir yaşı bitti diye debelenirken sen, tam da bu zamanlarda, "doğurdum, işe döndüm, kilolarımı verdim, sarkan göbeğimi toplamaya çalışırken ondan daha fazla sarkan ruh halimi de toplamaya çalıştım" derken bu akıllı bıdık insanlar "aaaa hadi hadi bu büyümeden ikinciyi doğur" derler. Zaten birinciyi "amanın da otuzu geçtik" diye can havliyle yapmışım, şimdi ikinci için mi panik olacağım. Ayrıca, birinci daha bir yaşındayken tekrar hamile kalmak, o ikiye yaklaşırken bir tane daha doğurmak için nasıl mazoşist bir insan olmalıyım. İki çocuklular kızabilirler, annemin ve diğer iki çocuklu tüm annelerin söylediği üzere "aaa biz nasıl yaptık" diyebilirler, onlar için bakınız paragraf 1. Ben devam edeyim...

İkinci çocuk konusunda baskı yaratan tüm ortamlardan ve insanlardan nefret ediyorum desem yeridir. Bana kendimi suçlu hissettiriyorlar. Anne olma durumu içinde zaten sürüyle kendini sürekli suçlu hissetme durumu barındırıyor, dahasına ne gerek var. Kendini suçlu hissetmek için bir sürü durum var ortada zaten, çalışıyorum suçluyum, kendime vakit ayırmak istiyorum suçluyum, kendimi düşünüyorum suçluyum, derken, evet başka çocuk doğurmak istemiyorum ve evet kızım hayatta yalnız kalacak, dolayısıyla yine suçluyum.Sadece kızımı düşünüp bir çocuk daha yapmak saçma geliyor, sırf yalnız kalmasın diye onca kiloyu tekrar almak, iş hayatını hafifletmek, sosyal hayata bir es vermek, dokuz aylık sinir stresi bir daha yaşamak istemiyorum. Bu devletin kadınları ezmek için daha neler yapabileceğine dair kafamda oluşan gerilim kuşağı film senaryoları beni bir kız annesi olarak ciddi ciddi etkiliyor, ve çocuğu nasıl bu ülkeden göndeririz konulu araştırmacı gazeteci senaryolara bırakıyor kendini. Haaa evet, çok para olsa, keyfime keyfime çalışsam, çocuklarıma evde yatılı bakacak kadınlarım, aldığım kiloları bir çırpıda verdirtecek diyetisyenlerim, yaşam koçlarım, estetik cerrahlarım, çocuklarımı istediğim anda yurtdışında yaşatacak imkanlarım olsa olur muydu... yine çok iddialı değilim, dünyanın başına gelmesi muhtemel sürüyle bilim kurgusal senaryolar kızımı yurtdışında da yakalayabilir, küresel ısınma vesaire vesaire. Yazarken farkettiğim üzere anne olmak demek hafiften paranoyak kişilik geliştirmek bir yandan da. Mazoşist paranoyak histerik kronik zamazingo bozukluğu diye diye bir hastalık var mı bilmem, bende olabilir belki. İşi gücü bırakıp ev hanımlığını seçip evde çocuk bakan kadınları anlamadığım gibi, tek maaşa ikinci çocuğu doğuranları da anlamıyorum, hem iş hayatında bomba, hem özel hayatında bomba, sosyal olarak sevgi pıtırcığı iki çocukluları da anlamıyorum ki zaten onlar benden zeki olmalılar ki hepsini bir arada yapabiliyorlar, aferin onlara.

Şimdi anne böyle düşünür de, çocuk ne düşünür. Çocuk dört yaşında oyuncak bebek sever, beş yaşında kardeş ister. Kardeşi olan çocuklar vardır etrafında, hele de burada yaşıyorsa. Yaşamın kolay olduğu yerlerde insanlar üremeye daha çok vakit bulmuşlardır, tüm yaşıtların en az iki çocuğu vardır, bu da benim küçük çaplı şehir yaşantısından ulu gözlemlerimle çıkardığım çıkarımlarından biridir. Ben kaaaaç senelik üniversite hayatından sonra kaaaç sene uzmanlık yapan bir kocayı beklerken, hayatı gezmesiyle tozmasıyla yemesiyle içmesiyle yaşamaya doyamazken, burada kadınlar hababam doğurmuş, olay o. Haaa büyük şehirde yaşayıp işi gücü bırakıp zengin kocalarla evlenip çocukları ikileyenler de yok değil tabii ama onlardan üçüncü paragrafta bahsetmiştim. Neyse, kardeşi olan çocuklar tek çocuğu gererler. Tek çocuklar da kardeşi olanları gererler o ayrı. Kardeşi olan çocuklar tek çocuğa sırtını dönüp gittiklerinde yanlarında kardeşleri vardır, bu yüzden tek çocuk bu duruma içerler. Kardeşi olanlar tek çocuğu biraz kıskanırlar, zira tek çocuk tek olduğundan kelli anne babayı çok germemiş, anne baba rahat ebeveynler olmuşlardır, tek çocuk odasını istediği gibi dağıtabilirken iki kardeş olanların annesi evi dağıtmalarına izin vermez ki kadın haklıdır, bu nedenle iki kardeşler hep tek çocuğun evine gelip oynamak isterler. Tek çocuk biraz sorar falan "niye kardeşim yok" diye, sonra eve hayvan ister. Kuş alınır beslenir, kuşun adı ponpon konur, tek çocuk eve gelenlere "ponpon benim kardeşim" der... Sonra kuş yetmez kedi ister tek çocuk, çocuk sevgi dolu ne yapsın içindeki sevgiyi anne çalışıyor baba çalışıyor her gün kreş her gün kreş işe gider gibi tatilleri milli eğitimden çok anne babanın iş durumuna bağlı. Kedi olamaz ama, annenin kedilere feci alerjisi var. Tek çocuk her gün annesine "annecim bugün alerjin geçmiş olabilir mi", "alerjin için bir doktora gitsen" diye sormakta da sormakta, her gördüğü kedi resmi dahil olmak üzere sokaktaki bütün hayvanları mıncıklamaya çalışmaktadır.

Tek çocuk delirmiş halde evcil hayvan isteyince, insanların hiç derdi tasası, kendileriyle ilgili düşünecek herhangi bir şeyi yokmuş gibi, kürtajın yasaklanmak üzere olduğu kadının neredeyse hiç sayılacağı bir ülkede bunların neden olduğunu merak etmek yerine habire ikinci çocuk düşünüp düşünmediğimi merak etmesi sonucunda eve yavru bir köpek almaya karar verdim. Nasıl olsa temiz pak evi olan bir kadın değilim, her yeri çamaşır suyuyla sileyim, deterjanın en doğalıyla çamaşırları yıkayayım, evimde herhangi bir yere bir toz tanesi dahi konamasın, konmaya kalkarsa elimde hep toz bezim olsun havada yakalayayım gibisinden bir kadın değilim ki köpek eve etse ne olur. Rahatım, böyle bir rahat insanım. Ponpon dan sonra Duman geldi eve. Bir aylık bir kız kurt köpeği. Duman biraz erkek ismi, ben Zeytin olsun diye diretiyorum ama bakalım. Şimdilik ufacık. Oraya buraya pisliyor. Elimde ıslak mendil, alanı içerisinde pislediği yerleri siliyorum. Benim kuzu şimdilik hafiften tırssa da kendisinden, en çok o sevecek muhtemelen. Zira Duman'ı türlü şirinlikler yapıp peşinden koşturup koşturup, Duman kendisini koklayınca tırsarak ve koşarak uzaklaşmakta. Ben de memnunum hayatımdan, evcil bir köpeğim hiç olmadı. Her on Türk annesinden dokuzunun yaptığı üzere benim annem de, küçükken eve kucağımda kediyle geldiğimde, kediyi kapı dışarı edip iyicene bir paylamıştır beni, bu nedenle evcil hayvanım hiç olmamıştır. Şimdi ben kalan o "bir adet" Türk annesi gibi yapmaya çalışıyorum. İkinci çocuğu yapmaya ..ötü yemediğinden eve evcil köpek alan bir anne. Şaka bir yana sevdiriyor da kendisini. Hatta ofiste özlüyorum ne yalan söyleyeyim. Benden öte, kuzunun arkadaşı olsun, kuzunun sorumluluk duygusunu geliştirsin, hayvanları seven bir insan olmaya devam etsin. Hoşgeldin Duman ya da Zeytin...

Bu arada sigarayı hala bırakamadım. Üç gün bırakıyorum, beş gün içiyorum. Çok iradesizim. 

İş fena değil, ayrıca yazacağım.

Hava sımsıcak, yüzüyorum.

8 Haziran 2012 Cuma

Veda...

Seni 17 yaşında körpecik, kafası karışık, taşradan büyük şehire okumaya gelmiş bir lolitayken benden daha körpecik yeni tanıştığım dayımla aynı sitede oturan ve hiç arkadaşım olmayan bir şehirde bana ilk arkadaş olan kız vasıtasıyla tanıdım. "Kız" diyorum farkettin mi bilmem zira o seneden sonra bir daha görmedim, cep telefonu olmayan senelerdi tabii onun da etkisi var, adını bile hatırlayamıyor olmam ne ironik değil mi, ama uzun bir süredir nefret de ediyorum kendisinden. Sebebi beni seninle tanıştırmış olması, daha ne olsun. Neyse, çok derdimiz var sanıyorduk, hele ben dertten geberiyordum. Oysa ne şanslıymışım, pek çok şeyden habersiz.

Pek kolay alışıveren bir ruh ve bünye var bende bir de. Değişiklere açık ama her türlü değişime anında bağlanıveren. Anladın mı? Anlamadın bence. Anlatayım...Deniz kokusunda bira içmeye bağımlı olmak mesela, her yeni evde her yeni eşyada yeniden doğmaya meyilli olmak mesela, her yeni işte umut dolu oluvermek, her sade şekersiz kahvenin yanında kitap okumak belki, güneş batışında müzik dinlemek...Saymakla bitmez desem, yer misin?

Bırakmaya çalışıyorum seni. Başaramıyorum. Anne olmaya karar verdiğim bir zamanda bıraktım seni...Hamile oldum, doğurdum...evet unutmuştum seni tam tamına üç sene...sana düşman kesilmiş, hatta karşıtında eylem yapacak boyutlara gelmiştim. Sonra ne oldu? Üç seneyi sensiz geçirdikten sonra, kokunu özledim...parmaklarıma yapışan kokun burnumda tütmeye başladı. Bir gece dışarda üç bira yuvarladıktan sonra bu sefer başka bir arkadaşım seni uzatınca bana...dayanamadım. Bir başka denemede dört ay ayrı kaldım senden...sonra yine dayanamadım.

Haa bir de seviyorum seni, dayanamamak ondan. İşin en kötü yanı da bu. Hani kendilerini sürekli üzen, sürekli yaralayan adamlara aşık olup peşinde koşmaya meyillidir ya bazı kadınlar, onun gibi işte. Bana verdiğin zararı artık açık ve net görebiliyorken bile ayrılamıyorum senden. Yirmilerde zararı farketmiyorsun, gençsin çünkü. Bir de sağlıklı bir genetik mirasım var benim. Sayende içine ettiğim bir genetik miras. Zaten o olmasa çoktan hasta etmiştin beni de...Şimdilerde nefes darlığıyla uyandığım geceler çoğaldı, kolumda ve boynumda geçmeyen alerjiler çıkmaya başladı. Haa söylemişmiydim sana, alerjik astım geçmişim var benim, senden uzak durması gereken kişiler arasında başta geliyorum yani. Bugün göründüğüm dermatolog "alerjiler geçmezse kortizon vereceğiz" dedi. Kortizon nedir tam bilmiyorum, ama kötü birşey, o kesin...kilo aldırıyor kıllandırıyor falan. Aslında bu alerjileri ben kendi çabamla geçiştirmeye çalışıyordum ama dün gece kaşınmaktan uyuyamadım ve kaşımaktan yara yapınca hepsini doktora gitmek zorunda kaldım.

Kısacası..seni seve seve içiyordum ama ..ke ...ke bırakmam gerekiyor sevgili sigara. Bugün itibariyle de seni bırakıyorum tamam mı? Artık sağlığıma bir çeki düzen vermem gerekiyor. Sağlıma verdiğin zararlar yetmiyormuş gibi bir de kendime güvenimi de zedeliyorsun biliyor musun? Ha bir de kendimi kızıma karşı suçlu hissettiriyorsun...yarın bir gün akciğer kanseri olsam...kızım uğraşacak benle...acı çekecek...akciğer kanseri olan birinin sona gidişinin ne kadar acılı olduğunu gördüm ben, açık açık, kanlı canlı. Hem ölene eziyet hem yaşayana... Cildimi bozuyorsun... senin yüzünden yaşlı görüneceğim...kırışıklarım artacak... Seni bırakmazsam kortizon almak zorunda kalacağım ve belki beş sene sonra merdiven çıkarken bile nefes nefes kalacağım... Bu yazı acımasız olmalıydı..hem kendime hem sana karşı... hoşçakal...

1 Mayıs 2012 Salı

Hayat değişmeye devam ediyor...

Google reader yediyüziki tane okunmamış blog yazısı gösterdi, zira ben neredeyse on gündür okuma namına hiçbir şey yapmamaktayım. Görünen o ki yazma namına da birşey yapmamaktayım. Peki ne yapmaktayım... Hep iflah olmayacağını söylediğim iş hayatıma yeni bir sayfa açmaya hazırlanmaktayım. Bu hazırlık ve bekleme aşamasında tamamen mala bağlamış, işin heyecanına kaptırarak kendimi, bir durmaktaydım. Hayatımda ilk defa ben başvurmadan gelen bir iş teklifini değerlendirmekteyim, hatta değerlendirme kısmını geçmiş, hayata geçirmek üzereyim. Çok heyecanlıyım. Şu iş hayatı bana otuzaltı yaşımda da heyecan getirdi ya pes doğrusu, ben hepten ümidi kesmiş, "bu iş hayatından bana bir halt olmaz, en azından günümü doldurayım emekli olayım" demiş noktayı da koymuşken, güzel oldu. Şimdi çok çalışmam gerekecek, hatta işle kafayı bozmam gerekecek...hadi bakalım...

5 Nisan 2012 Perşembe

Otuzbir Mart..

Evet doğumgünüm otuzbir marttı. Ve evet otuzu altı geçti, ve evet kırka dört kaldı. Evet kendimi çok daha genç hissediyorum, bu gerçeği görmezden gelemem, her ne kadar büyümemi beklese de insanlar içim fıkır fıkır mis gibiyim, ohh. Büyüyoruz işte öyle de böyle de. Otuzaltı. Büyümeye fırsatı olmayan arkadaşlarım oldu ama, benim büyümeye olduğu kadar büyütmek için de zamanım oldu, şanslıyım; yaptırdığım en son tetkiklere göre biyolojik olarak gayet sağlıklıyım şimdilik, güzel; ruh bazen panik bazen atak bazen hoppa bazen gamsız bazen takıntılı bazen hevesli bazen kursağında kısacası herkes de olduğu kadar dengesiz, en azından psikiyatrik hastalık boyutunda değil, anlatıyorum rahatlıyorum, bu da güzel; sevdiklerim sağlıklı, herkes bir şekil yaşıyor, uzaktakilerin kokularını almasam da seslerini duyabiliyorum, o da güzel. Alnımda iki tane derin çizgim, sağ ve sol yanaklarımda birer mimik çizgim var, göz kenarımda kırışığım, bacaklarımda selülitim yok henüz, mis mis. Yepyeni güzel mi güzel insanlar tanıdım, ben onları sevdim onlar beni sevdi, otuzbeşte yeni insanlarım oldu, ne güzel. O zaman otuzaltı  da en az böyle olsun.

Ha bu arada kuaförüme gittim "beni daha genç gösterecek bir saç rengi yapar mısın" dedim, "tamam otur" dedi, ve ben saçımı boyattım...

29 Mart 2012 Perşembe

Çok sıkılıyorum...

Bu bir sıkılma yazısı. Bugün beni böyle darlayan bir sıkıntı var içimde. Bahar bana iyi gelmiyor, sarı kantaron işe yaramıyor sanki, hoş onbeş gün içmek gerekliymiş. Kedi otu varmış bir de, onu denemeli. Sarı kantaronu melisa ile karıştırınca da etkili oluyormuş. Aman neyse, konumuz bitkiler sanki. Bir konu da yok ya ortada. Yine bahar çarpmış bir benle başbaşayım. Ne istediğini bilmez, bilse de anca hayal eder. O kadar çok hayali olunca insanın hayal kırıklıkları da çok oluyor haliyle. Her şeyi hayal edip bir zahmet kalkıp yapmazsan, korkarsan, tırsarsan o hayal dönüp sana kaçar, böyle çekmece çekmece hayal kırıklıkların olur. Bahar bu demek işte, böyle çekmeceleri açıp açıp hayal kırıklıklarını karıştırmak demek, karıştırmak da değil hatta eşelemek dersem daha iyi tanımlarım muhtemelen, onu bile yarım yarım yapıyorum çünkü. Karıştırmak daha ciddi bir iş, sonucu tutma olabilir, kazayla tutup, çekip çıkarıp kaldığı yerden baştan yaratabilirsin, karıştırırsan yeni bir şeyler öğrenebilirsin, belki çekmeceyi çekip çıkarıp ters çevirerek birden boşaltır, sonra oturur sabırla baştan yerleştirebilirsin ama, eşelemek şöyle parmağının ucuyla burnunun ucunu da havaya dikerekten, kaşlarını kaldırıp gözlerine "aman zaten size de ihtiyacım yoktu" diyen bir ifade takınaraktan yapılan bir tür dağıtmadır nihayetinde, zaten dağınık olanı dağıtmak. Bence durum böyle. Bir de olur olmaz herşeye dair hayal kurmak var, mesela yolda ayağıma takılan bir taşa bakıp "ayy ne güzel bir taş,alayım ben bunu benim olsun, sonra bu taşı alır boyar süslerim, sonra beraber güzel işler yaparız, hatta belki büyür kaya olmaya karar verir...." falan filan diye iki dakikada düşünüp, inanırım, sonra bu böyle uzar gider. Hayallere bir boy büyük elbise giydirmekle de alakalı durumlar var bir de. Hayal elbisenin içinde kayboluyor haberim yok, elini tutuyorum diye elbisenin sallanan kolunu tutuyorum yine haberim yok, hayal elbisenin içinden düşmüş, nerede düşmüş haberim yok. Neyse...şimdi bir hayalim daha var üzerinden düşen elbisesiyle...onunla uğraşıyorum...motivasyonum bir tavan yapıp bir yerlerde sürünerekten. Bu nedenle motivasyonun elinden tutmalı, belki foruma gidip hayale yeni, üstüne uygun bir elbise almalıyım ki birşeye benzesin.

Ofisteyim. Bir kahve alıp geliyorum, belki o zaman ruh halim değişir. Ben böyle yazıp duruyorum mutsuz mutsuz ama aslında minicik şeylerle de mutlu olabiliyorum ben ha. Bir de dengesizim. Doğumgünüme üç gün kala kimbilir hangi yıldızın ne tür bir halt etmesiyle böyleyim. Kahve alacaktım. 

Aldım kahvemi. Sade ve şekersiz. Çok uykum var, dün gece çok çok yattım. Bir şişe şarap içmiştim. Hem uykusuz hem akşamdan kalmayım. Haftaiçi kütük gibi içme yaşı ne zaman bitiyor acaba...

..................................

Ohooo kahvemi içtim,işten çıktım, eve gittim, kızımı sevdim, bir sürü eti cici bebe yedim.

Şimdi yine sabah. Dışarıda çok güzel bir hava var. Mis gibi. Mis. Deniz masmavi, engin. İşe ayaklarım geri geri giderekten geldim. Bu iş hayatım cidden iflah olmaz, onu anladım artık, biraz geç oldu ama. Moralim bozuluyor. Yine bir gazla başladığım işimden soğudum. Aslında ben komple iş hayatından soğudum galiba. Ne adamlar ne işler yapıyorlar burada, çok acaip.

Kuzunun okul durumu var. Seneye anaokuluna başlayacak, özel mi devlet mi, özelse hangisi devletse hangisi karmaşası. Ben liseden mezun olalı 19 yıl olmuş, oha. O günden bu yana o kadar çok şey değişmiş ki, inanılmaz. İnsan içinde olmayınca pek de ilgilenmiyormuş. Şimdi okul gezerken, eğitimciler "şimdi şöyle yeni bir sistem olacak" falan deyince, bön bön bakıyoruz. Kafa çok karışık, çok. Ayrı bir yazı olsun bu. Kafam azıcık ayınca, yazmalı. İnsan büyütmek ne zormuş ya, sorumluluk ne acaip birşey. Şimdi biz bir karar vereceğiz, belki kızımın eğitim hayatının en güzel kararı olacak, ya da belki de otuzbeş yaşını etkieleyecek. Anne olmak acaip, böyle herşeyi abarta abarta incik mincik düşünmek; çocuğu anaokuluna yazdıracağız ama bir bakıyorum ben okul müdürüne lisede şu nasıl bu nasıl diye soruyorum, kendisi yarın ne yapacağını düşünmemiş insanım ya ben şimdi garip geliyor beş yaşındaki çocuğun lise öğrenimini bile düşünmek. Öfff, okul zaten sıkıcı birşey, şimdi benim kuzu da böyle sıkıcı bir kurumun içinde...amannn. Eğitim şart ama. Böyle acaip bir ülkede de nasıl olacaksa.

Kafa karışık, sıkışık kısacası. Pratikte gülüp geçmeye, teoride buraya yazıp rahatlamaya devam.

Ne kadar çok "acaip" demişim.

Yüzmeli artık.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...