28 Şubat 2007 Çarşamba

İnsanlığımı Yitirirken - Osamu Dazai

Bazı kitaplar vardır, arka kapağa öyle şeyler yazarlar ki daha kitabı okumaya başlarken bile yargılamaya ve itiraza hazır durursunuz, "İnsanlığımı Yitirirken" in arkasındaki ilk cümlede Osamu Dazai'nin intihar ederek yaşamına son verdiği yazıyor. Ve ben büyük bir önyargıyla okumaya başlıyorum bu kitabı. İntihar, bence bir yazarın niteliğini ortaya koymaz ve niye bahsedilir bundan ilk satırda. İntihar etme eyleminin aynen bu yazar kadar kendisine uzak olan birinin yazdığını düşünüyorum arka kapak yazısını.

"İnsanlığımı Yitirirken", Yozo'nun çocukluğundan başlayarak, sonunda çok açık belirtilmese de, genç yaşta ölümüne kadar süren yaşam öyküsünü anlatıyor. Internetten araştırdığım kadarı ile Yozo'nun hikayesi Dazai'nin yaşamış olduğu olaylarla paralel, dolayısıyla Dazai'nin yaşamından kesitleri okuduğumuz söyleniyor. Hikaye ilerledikçe ve Yozo'ya kanım kaynadıkça başta edindiğim tüm önyargılarım dağıldı ve üzüldüm. Dazai kendinden nefret edercesine anlatsa da hikayesini, hatta okuyucu olarak ben de nefret etsem kendisinden arada bir, Dazai'nin saflığına ve dürüstlüğüne saygı duyup, hem yaşadıkları için hem de hayata ve kendine karşı elinde olmadığını hissettiğim kaderci yaklaşımı için üzülmek kaçınılmaz oluyor.

Dazai sonlara doğru soruyor:

"Acaba, güven dolu saf bir yürek suç mudur?"
"Direnç göstermemek suç mudur?"

Bu sorulara hem kendimce hem de Yozo (Dazai) açısından cevaplar vermeye çalışırken Dazai cevapları bize bırakıp, son olarak özetliyor:

"Şu an ben ne mutluyum ne de mutsuz.
Sadece herşey geçip gidiyor.
Benim şimdiye kadar pandomim sayesinde yaşamayı sürdürdüğüm bu "İnsan" dünyasında, gerçek olduğunu düşündüğüm tek şey bu.
Sadece herşey geçip gidiyor."

Dil çok yalın, tabii ana dilinden okuyamıyoruz maalesef. Tercümede bazı sorunlar olsa da Japonca'nın ne kadar zor bir dil olduğunu bildiğimden saygı duydum. Dazai'nin Türkçe'ye çevrilmiş diğer eserlerini de alıp okuyacağım.

KaraKutu Yayınları, Türkçe 1. Baskı 2006 (Orjinal 1948), 120 sayfa

27 Şubat 2007 Salı

Klavye Temizliği

Ben öyle çok temiz, derli toplu biri sayılmam, temiz biri değilim derken öyle pis gezerim değil tabii ki, fakat, standart ve sürekli düzenlilik, derli topluluk yoktur. Öyle aman şurda toz var gidip bir toz bezi kapıp sileyim, aman eve bir elektrik süpürgesi tutayım demem, etrafta dağınık duran eşyalar beni çok rahatsız etmez, ofiste masam her daim dağınıktır. Ama temizlik damarım tutarsa da, ki kırk yılda bir anca olur bu, sanki temizlik hastası panik atak insanlar gibi davranırım. Buna bir örnek çok yakın zamanlarda oldu, klavyemin tuşlarının bağlı olduğu zeminin aslında simit susamı desenli olmadığını ve aslında o susamların benim yaklaşık 1 senedir tüketmiş olduğum simitlerin susamları olduğunu farkedince ben bu klavyeyi yıkarım dedim. Tabii ki de kendi başıma yapmadım yoksa halim hani şu reklamda tabureye çıkıp dizüstü bilgisayarı lavaboda deterjanla yıkayan kız çocuğu var ya, işte aynen öyle olabilirdi. Temizlik ve düzenlilik işini standart ve sürekli olarak başarıyla yürüten bir iş arkadaşımdan destek aldım tabii.

Klavye temizliği için gerekli malzemeler,
- 1 adet temizlik işinden anlayan bir arkadaş,
- 1 adet poşet (ben çöp torbası poşeti kullandım)
- 1 adet deterjan (Mio olması şart değil tabii, bizim elimizde o vardı)
- 1 adet makarna süzgeci
- Bir tutam kağıt peçete
- 1 adet sökülmemiş klavye (ki sonra debelenmeyelim Ö harfi nerde diye)





25 Şubat 2007 Pazar

Haftasonu



Bir süredir Ankara'dan uzaklaşasım vardı, aslında amacım şöyle bir haftasonu bir yerlere kaçmaktı ama bir doktorla evli olunca hayat çok farklı seyrediyor. Biz de Cumartesi sabah erken kalkıp İncek'e gittik kahvaltıya. Kalkınca ben netten bir bakındım nereye gidebiliriz diye, Çardak Cennet Bahçesi diye bir yer buldum. Aldık adresi çıktık yola. İncek'e gitmeyeli en az 5-6 ay olmuştur. Yeni yol yapıldığını görmüş ve çok beğenmiştim, o zamandan bu zamana yerleşim inanılmaz artmış tabii. Yerleşim derken sıra sıra lüks villa ve villalı site dolmuş, ne kadar çok zengin varmış Ankara'da diye düşünmeden edemedim. Trafik de yoğunlaşmış. İncek aslında bir köy(dü), böyle dağ manzaralı, açık havalı, sessiz mi sessiz bir yerdi. Ama yol yapıldıktan sonra inanılmaz büyümüş, şehir olmuş. Şehir yaşamından kaçmak istiyoruz diyen villacıların istilasına uğramış ve eski güzelliğini, sakinliğini kaybetmiş. Bundan, çok değil 1-2 sene sonra, taş yığını olarak yerini alacak. Kahvaltı yaptığımız Çardak'ı gördüğümde ise biraz şaşırdım, çünkü ben gözleme yiyip, ballı kaymaklı kahvaltı yapabileceğimiz daha çok köyevi gibi bir yer beklerken, Çardak kokoş bir restaurant çıktı. Ama hakkını da yememek lazım, ballı kaymaklı kahvaltımızı yaptık, gözlemelerimizi yedik. Kalabalık da yoktu, sessiz ve sakindi, bahçesi çok güzeldi ama soğuk olduğu için biz içerde yedik, kahvaltı amacına ulaştı sonuçta. Ama yine de bir defa daha gitmeyeceğim, ben daha çok bu tip yerlerin samimiyeti açısından salaş olması tarafındayım.

Sonra, Necatibey'deki ikinci el fotoğraf makinaları ve aksesuarları satan dükkanların olduğu pasaja gittik. Amaç sadece pazar araştırması yapmaktı, öyle olmadı tabii. 18 mm geniş açı objektifi oldukça makul bir fiyata bulununca bütün kredi kartı borçları unutulup objektif alındı. Aslında istediğim 12 mm bir geniş açıydı ama ikinci eli yoktu maalesef. Zaten sıfırları o kadar pahalı ki, ikinci elinin bile pahalı olacağından emindim, satıcı da öyle dedi tabii. Bu şimdilik işimi görecek. Bir sonraki hedefim makro objektif. Haydi hayırlısı.

Ailemizin müzik aleti dükkanı Kıvılcım'a da gittik. Müzik aletleri ve aksesuarları fotoğrafdan çok daha pahalı. İnsanın tv seyretmek yerine ilgilendiği, yaratmaya çabaladığı, kendince bir sanatı var ama pahalı, garip. Aslında hem fotoğrafta hem de müzikte bütçene göre birşeyler edinebiliyorsun ama ilerledikçe onlar seni kesmiyor ve hedefin yükseliyor maalesef. Kocanın istediği bir pedal seti var ki akıllara zarar bir fiyatı var. Zaten ellerinde de yokmuş, sonra bakacağız tekrar.

Bir süredir haftasonları yürüyüşe çıkma planları yapıyordum. Fakat, bu konuda inanılmaz üşengeç davranıyordum maalesef, sigarayı bırakmanın verdiği gazla Pazar sabahı 8 de Kurtuluş Parkı'nda yürüyenlerin arasına ben de katıldım. Hem sporumu yaptım hem de fotoğraf çektim. Aslında planım parkda yürümek değildi, çünkü Kurtuluş Parkı son zamanlarda sapıkların yerleşim merkezi olduğundan tırsıyordum biraz ama oradan geçerken bir baktım ki sabah yürüyüşü yapan bir sürü insan varmış. Ben sanıyorum ki herkes uyuyor benim gibi öğlene kadar. Bakalım yürüyüşlerimin devamı gelecek mi yoksa üşengeçliğin ve tembelliğin ağına mı düşecek.

23 Şubat 2007 Cuma

Dek Hor - Songyos Sugmakanan

2006 yılı Thailand yapımı Dek Hor (Dorm) son zamanlarda seyrettiğim, her zaman hafızamda canlı kalacak sahnelere sahip en iyi sinema filmlerden biri oldu bu akşam. İlk bakışta oldukça başarılı çekilmiş fakat çok da sıradışı olmayan bir konuyu işliyor gibi görünmesine rağmen kesinlikle öyle değil. Başlangıçta çok güzel bir gerilim, sonralarında sembolik anlatımları bol bol ve çok çok başarılı kullanılmış, mutlu sona varan bir hikaye. Sahneler fotograf gibi, o kadar estetik, o kadar etkileyici. Oyuncuların neredeyse tümü çocuk, ve inanılmaz başarılılar. Birden çok tekrarlanan havuz sahnesini asla unutmayacağım. Çoktandır içim hüzün ve gerilimle karışık "hık" etmemişti. Tam da Japon edebiyatına Osamu Dazai ile giriş yapmışken bugün, Thai sineması da tuz biber oldu üstüne, güzel oldu. Dek Hor un yönetmeni Songyos Sugmakanan, diğer filmlerini de mutlaka seyredeceğim. Hatta bu akşam abartıp Uzakdoğu sinemasına ilişkin seyredilmesi gereken birkaç yönetmenin filmini not aldım bile. Zaten daha önce "Ring" in orjinal yapımını seyrettiğimde de Doğu kültürü gözünün ne kadar farklı ve güzel baktığını görmüş, ve çok beğenmiştim. E o zaman seyredebildiğim ve okuyabildiğim kadar devam diyeyim.

21 Şubat 2007 Çarşamba

Aşkın Sınır Noktası - Ertuğrul Odabaşı

Mustafa ve Serra birbirine çok aşık, sürekli birlikte olmak isteyen fakat iş yaşamları yüzünden aşklarını çok da yaşayamayan iki sevgilidir, sonra Serra "yeter artık, bize para lazım ki kaçıp gidelim buralardan" diyerek zengin bir adamı tuzağına düşürür, sevgilisi de ona katılır ve olaylar böylelikle gelişir. Hem onların duygularına tanık oluruz, hem de olaydan haberleri olmayan arkadaşlarının kendi hayatlarında yaşadıklarına. Sevemedim bu romanı, çok açık söylemem lazım. Alelacele yazılmış gibi bir havası var, ne karakterlerin ne de olayların içine giremedim, hatta hiçbir yakınlık ya da uzaklık hissedemedim, öyle nötr bir şekilde tepeden okudum maalesef. Karakterlere yakınlık duyamadığım için de, üzerlerine giydirilenleri biraz eğreti buldum. Oysa ki, "Yeni bir hayat mümkün olabilir mi?" gibi güzel de bir soru vardı arka kapakda. Yazım şeklinin olay örgüsünü bastırmasını dilerdim ama o da olmadı.

Kekeme Yayıncılık, 1. Basım 2005, 175 sayfa

Sıkıldım...

Hayatımda yeri olan ufacıcık minicik şeylerin üzerinde bile değişiklik yapma isteğim, büyük değişiklikler yap(a)mayacağım anlamına mı geliyor, kendimi kandırdığım anlamına mı, yoksa en azından kendimi iyi hissetmek için elimden ne geliyorsa yaptığım anlamına mı? Yoksa, annemle kardeşim gidiyorlar, ondan mı sıkıldım da zırvalıyorum böyle.

Off sıkıldım da bloğumun şeklini şemalini değiştirdim.

20 Şubat 2007 Salı

Hem Dekoratif Hem de Ucuz

Annemle Koçtaş'ta gezerken aldık bu şirin süsleri. Ben fayans ve lavaboda denedim, yapışkan falan yok üzerinde malzemesinden kaynaklı fayansa ve lavaboya koyduğunuz anda yapışıyor; istediğinizde çıkartıp başka bir yere yapıştırıyorsunuz, yapışkanı olmadığından iz falan da kalmıyor. Temizlik esnasında da çıkıp durmuyorlar. Benim gibi zırt pırt evde birşeylerin yerini değiştirmeyi sevenler için birebir. Gitti gidiyor da da satılıyor, orada daha güzelleri de var böyle renkli renkli, hem de çok ucuzlar.

17 Şubat 2007 Cumartesi

Park edebilme Cuması

Uzun zamandır süregelen bir araba sürebilme çabam var; bu çaba, hayatında hiç araba kullanmamış ben ve uzun süredir araba kullanan kocam arasında bir o yana bir bu yana savrulmakta ve bazen de bir kabusa dönüşmektedir çünkü ben arabayı sürmeye, oraya buraya çarpmamaya çalışırken o sürekli bağırır, sanki araba kullanmak doğuştan bize verilmiş bir yetenek ama ben o yeteneği bir türlü geliştirememişim. O kadar büyük bir savaş verdim ve o kadar sabırlı davrandım ki koca bile şaşırdı. Çünkü çoğu kadın kocasının, sevgilisinin veya babasının çığlıklarına dayanamaz araba sürmeyi bırakır. Ben uzun bir süre yanımda oturup sürekli bağıran adamı duymamazlıktan geldim, bazen ben de ona bağırdım böyle avaz avaz, zaten biri size bağırıyorsa ya susacaksınız ya da daha çok bağıracaksınız ki sussun, ben böyle bir taktik uyguluyorum :) Araba kullanma konusunda ise baktınız araba size yanlız kullanmanız için verilmiyor, hep kendisinin himayesinde, kabusa dönüşen yolculuklar yapmak zorunda kalıyorsunuz, arabayı kaçıracaksınız. Ben yaptım, kendisi uyurken aldım anahtarı düştüm yola, daha çooook acemiyken. Her neyse, benim bu araba kullanma çabalarımın hikayeleri anlatmakla bitmez, Cuma gecesi çok yoğun bir trafik yaşadık. Misafirleri aldık bıraktık, biri bebek sevme diğeri doğumgünü olan gezmelerimize gittik, yaaani ben bütün gece araba kullandım, hem de kocasız; kardeşimle. Gecenin önemli anı ise: Park ettim. Bu, neden önemli; bizim sokak biraz yokuş ve park yeri yok, arabayı sokağa iki araba arasına park etmek ya da kaldırıma çıkmak zorunda kalıyorsunuz, ee tabii bu da biraz "upper intermediate" manevralar gerektiriyor, en son park etmeye çalıştığımda koca dışarda arabanın tekerini tekmeliyordu (çok ciddiyim, yaptı). Şimdi canım kardeşim bana gaza basmadan kavramayla kalkmayı felan öğretti, park süper kolay oldu. Artık bizim sokakta park da edebiliyorum, kimse tutmasın beni :)



16 Şubat 2007 Cuma

2 Tekne, Arkadaşlar, Kavga, Fırtına

Biri yaklaşık 25 mt. diğeri ise çok küçük, nerdeyse kayık boyutunda 2 tekne kiralamışız; masmavi denizde, tahminimce nereye gittiğimizin önemli olmadığı, sadece denizde olmanın ayrıcalığına sahip bir yolculuktayız. Hatta içimde “ben uzun zamandır her şeyi boşverdim böyle denizde yaşıyorum” hissi. Deniz bir mavi bir yeşil, öyle rahat, öyle keyifli... İşyerinden arkadaşlar var, diğer başka arkadaşlarımız var, hatta Tunç bile var. 2 ayrı teknede 2 ayrı gruba bölünmüşüz, nedenini bir türlü anlayamadım. Tekneler birbirine yaklaşınca, o tekneden bu tekneye atlıyoruz, konuşuyoruz, güneşleniyoruz. Ama sürekli bir arbede, bir gerginlik var iki teknenin insanları arasında. Sürekli bir şeyi tartışıyoruz, bir şeyleri paylaşamıyoruz; sanki savaş çıkacak. En sinirlimiz ise Tunç, elinde kazmaya benzer kesici bir alet var, böyle ortalıkta herkesi tehdit ediyor. Ama gece olunca ayışığında bir huzurla oturuyoruz ki, ayışığında bir güneşleniyoruz ki, insanın bu rüyadan uyanası, çıkası gelmiyor. Sonra sabah oluyor, deniz dalgalanıyor, bir fırtına bir fırtına. Teknede ayakta duramıyoruz, küçük tekne bize yaklaşıyor, oradakileri de alıyoruz büzüm büyük tekneye, çünkü fırtına çok feci, o tekne bu fırtınaya dayanamaz. O tekneden aldıklarımız içinde bir tek Tunç yok, bakınıyorum böyle etrafa adam yok ortada, neyse diyorum bir yolunu bulmuştur, diğer arkadaşları kontrol ediyorum; herkes oturuyor, büyük tekne birden şenlenmiş, kalabalıklaşmış, herkes mutlu. Teknenin ön tarafında daire yapmış oturmuşuz, hani bu gündüzleri güneşlenilen ve bizim bu tatilde gece de uyuduğumuz yer var ya, hafif yüksek, kaptanın hemen ön tarafında, orada işte. Ben teknenin sol yanına denk gelen tarafta oturuyorum ve kafamı çevirip denize baktığımda küçücük bir teknenin, neredeyse kayık boyutunda, o koskocaman dalgaların arasından hiçbir sorum yaşamadan geçtiğini görüyorum, ama benden başka kimse görmüyor. Küçük teknenin üstündekiler çok sakin, sessiz; “demek ki” diyorum, “küçük bir tekneyle de bu dalgalar geçilebiliyormuş, biz abartmışız, e Tunç da bir yolunu bulmuştur o zaman” diyorum.

Bu rüyayı görmemin nedenleri ne olabilir?

- Dün gece Risk oynadım bilgisayarda. Mavi takıma neredeyse bütün ülkeleri kaptırdım. Ama ilk oynayışımdı, çalışacağım.
- Kon-Tiki yi okudum.
- Geçen gün dolmuşta Tunç’u düşünmüştüm.

14 Şubat 2007 Çarşamba

Elinde çiçekle sokaklarda fink atanların günü kutlu olsun :)

Valentine’nın anlamını sevgili sanırdım ben. “Valentine’s Day” ya, “Sevgililer Günü” , sevgililerin günü anlamında, Valentine = Sevgili, Day = Gün. Ben ne bileyim ki Valentine isimli bir adam varmış, onun üstüne bir sürü rivayet de varmış. Sonra öğrendiğimde çok gülmüştüm. Sonraları, sevgililer günü kutlamayan insanlar olarak, Valentine’ın aslında kim ve ne olduğuna dair bir sürü geyik de çevirdik tabii. Hatta daha bugün bile yaptık bunun geyiğini, ama buraya yazarsam geçici olarak kapatılabiliriz. Şimdi, akşam kazayla dışarı falan çıkarsak, ortalıkta ellerinde çiçeklerle gezen bir sürü bayan ve erkek göreceğiz, çok komik bulmuşumdur bu manzarayı her zaman. Gülün tanesi de bu vesileyle herhalde tavan yapmıştır. Evet, bu günle dalgamızı da geçtik kendi çapımızda hafif hafif, kutlu olsun o zaman herkese. Kimse kimseye çiçek, hediye falan almasın bugün. Sıradan bir günde hediye, çiçek alınca daha fazla puan eder diye düşünüyorum sevgilinin gözünde, hatta bonus puanlar bile alırsınız; harca harca bitmez o puanlar sonra :) oooohhhhh.

13 Şubat 2007 Salı

Nostaljik Sabah

Bu sabah savcılık kağıdı, temiz kağıdı gibi isimlerle bildiğimiz belgeden almaya Sıhhiye'ye gittim. 8.30 da çıktım evden, Kolejin oradan dörtyola geldim, karşıya geçtim, Kurtuluş Parkı’nın yanından yürüdüm, sonra pazarın oradan geçerek Sıhhiye parkına girdim, pazar aynı, park aynı. Parktan geçerek Sıhhiye köprüsünün altındaki dükkanların önünden yürüdüm, dükkanlar aynı, fotokopici aynı. Dükkanların bitiminden sağa döndüm, döner ve kebap kokusunun karıştığı ağır kokulu, çok gürültülü köprü altından geçtim, köprüaltı aynı, koku aynı, gürültü aynı. Sağ tarafta köprüye çıkan merdivenlerden, hemen ilerisinde çeşmenin oradan geçtim, merdivenler aynı, çeşme aynı. Poğaçacılar 3 tanesi 1 ytl ye poğaça satıyorlar, mantık aynı, para birimi farklı. Köprü bitince otobüs duraklarının oradan geçtim, çok kalabalık herkes sıra bekliyor durakta, sıra aynı, duraklar aynı, Ankara’nın amblemi farklı. Sağ tarafta okulum DTCF, kapısı aynı, girişi aynı, bahçesi aynı, güzelliği aynı. DTCF nin önünde bir polis minibüsü beklemekte, içinde bir sürü coplu polis, aynı. 5 sene teptiğim yollardandı bu yol, bir de varış noktasının yine DTCF olduğu başka bir yolum vardı o da Mithatpaşa Caddesinden gelir; o yoldan aşağıya kadar yürüyerek geçmeyeli de çok oldu. 9 sene önce yine bu saatte buralardan geçer, okuldan içeri girer, doğruca kantine gidip poğaça ve kahvemi alır, avluda biraz oturur, bölüme çıkıp derslerime girerdim. Öğrenciliğin kıymetini şuan ki kadar bilmediğim, farkında olmadığım zamanlardı. Sabah sabah nostalji yaptım kendi kendime, moralim bozuldu, çünkü Ankara benim için öğrencilik, öğrenci hayatı demekti ve Ankara’yı artık sevmiyor olmamın nedenlerinden biri de sanıyorum buydu. Bunu ilk defa şuan fark etmiyorum, o da ayrı.

Savcılık kağıdını üniversiteye kayıt olurken almıştım ilk, adliyenin dışına kadar sıra vardı, dilekçeyi dolduruyor sonra da ertesi gün gidip belgenizi alıyordunuz. Belge alma ise şöyle oluyordu, adamın biri elinde onaylanmış belge tomarıyla adliyenin avlusunda yüksek bir yere çıkıyor ve sırayla belge üzerinde ismi çığırıyordu, birsürü insan da bu adamın etrafında birbirini itiyor, adını güç bela duyabilenler elden ele kendisine ulaşan belgesini alıp gidiyordu. Sonraları, yaklaşık 3 sene önce falan, ehliyet için yine belge almaya gitmiştim. Kalabalık aynıydı ama bu sefer adliyenin avlusuna çay bahçesi yapmışlardı, insanlar güzel güzel beklesinler, beklerken çay-kahve içsinler diye. Sanki hergün savcılık kağıdı alıyor gibi sevinmiş, orada oturup çay içerek 1 saat kadar belge beklemiştik, sonra yine bir adam yüksek bir yere çıkıp…….. Artık dilekçenizi bir camdan veriyorsunuz, ve aynı camdan yaklaşık 1 dakika içinde alıyorsunuz, sonra yandaki cama gidip ücretini ödeyip toplam 10 dakikada terk ediyorsunuz adliyeyi. Online sistemin gözünün yağını yiyeyim :)

11 Şubat 2007 Pazar

Kon-Tiki - Thor Heyerdahl

Güney denizi adalarındaki insanların Peru'dan geldikleri konusundaki bir kuramı güçlendirmek amacıyla, Peru'dan yola çıkıp Büyük Okyanus'u salla geçtik ve biraz önce Tahiti'de son buldu yolculuğumuz :) Dayanıklı bir salın nasıl yapılacağını, hangi ağacın suya en dayanıklı olduğunu, dahası bu ağacı nerede bulacağımızı öğrendim; yunuslar, köpekbalıkları, ahtapotlar, mürekkep balıkları, planktonlar, uçanbalıklar üzerine bilgilendim, okyanus fırtınalarını ve mercan kayalıklarını geçecebilecek birçok teknik de öğrendim. Thor Heyerdahl bu yolculuğu 1947 yılında gerçekleştirmiş, Markiz adalarında görev yaparken Latin Amerika'da yetişen tatlı patates ve ananasın nasıl olup da bu adalarda da yetiştiğinden, bu adalarda eski zamanlardan kalma insan heykellerinin Güney Amerika'daki eski uygarlıklardan kalma monilitlere benzemesinden yola çıkarak bu yolculuğu planlıyor. Eski zamanlarda insanların okyanusu geçebileceğini ispatlamak için de sadece yelken ve dümeni olan bir ağaç salla yola çıkıyor. Salının ismi ise Kon-Tiki, Polinezyalıların inanışında güneş tanrısı. Roman oldukça basit ve heyecanlı bir dille çevrilmiş (yazılmış), çocuk klasiği olarak geçmesinden kaynaklanıyor olabilir. Engin Yayıncılık tarafından basılmış olan romanda çok fazla yazım hatası var maalesef. Büyük bir kararlığa tanık olmak, okyanus üzerinde heyecanlı bir yolculuğa çıkmak isteyenler için güzel bir serüven.

"Sanki havaya asılı taze tuz kokusuyla, çevremizi saran saf mavilik hem bedenlerimizi hem ruhlarımızı yıkayıp arıtmış gidiydi. Biz salın üzerinde bulunanlara, uygar insanların sorunları sahte, yalancı ve insan kafasının yarattığı bozuk ürünler gibi geliyordu. bizi sadece doğanın güçleri ilgilendiriyordu. Doğa güçleri ise salla hiç ilgilenmiyor gibiydi."

Engin Yayınları, 1. Baskı 1991, 283 sayfa.

5 Şubat 2007 Pazartesi

Gururla sunarım: Sigarasız 2 hafta !!!

Şimdilik bu son paketin fotoğrafı kaldı sigaradan geriye ve hayatımda belki de ilk defa bir paketin sonu gelmeden, “bu paket de bitsin, bırakacağım” demeden uzaklaşıverdim sigaradan. Henüz bıraktım demiyorum, uzaklaştım veya içmiyorum demek daha uygun. “Bıraktım” demek çok iddialı, henüz o kadar iddialı değilim ben, sadece kararlıyım diyelim. 1 sene kadar sonra bıraktım diyeceğim, çünkü 1 sene dolana kadar tekrar içme ihtimalim çok yüksek. Bu yüzden çok yüksekten atmamak lazım. Daha önce birçok başarısız girişimim olmuştu sigara bırakmaya dair, hepsini anlatmıştım ya, hepsinde de ilk 3 günde sigarasızlıktan meydana gelen baş dönmesi, ağrısı ve dikkat dağınıklığına fazla dayanamamış, pes etmiştim. Bu sefer tam tersi oldu, ilk hafta oluşan tüm kötü etkileri kolaylıkla atlattım fakat ikinci hafta zor geçti, hala da zor geliyor. Hatta rüyamda fosur fosur sigara içtiğimi bile gördüm geçen hafta, hayır rüyamda madem sigara içiyorum, atayım sigarayı yere çarpayım falan değil mi, yok, bir keyifle içiyorum bir keyifle içiyorum kâbus gibi. Bir de, başkalarının sigara dumanından rahatsız olmasına oluyorum ama biran geliyor böyle içime çekiyorum ortalıktaki dumanı, çok iğrencim. En kötüsü de, henüz sigarayı nereye ve ne zamana kadar bırakacağımı düşünüyorum; mesela diyet yaparken şu kiloya düşene kadar sadece şu kadar yiyeceğim denir ya onun gibi, sonra sigara için böyle bir durum olmadığı ve mümkünse bir daha hiç içmeyeceğim aklıma gelince bozuluyorum, ne zamanki bu his gider işte o zaman bıraktım diyebileceğim sanıyorum. Neyse, bu iki haftada edindiğim engin tecrübem:

Zorunluluklar:

- Kahve ve alkolün de bırakılması, en azından sigarasızlığa alışana kadar uzak durulması şart. İlk haftanın sonunda votka portakal içilebiliyor, ben portakal tadının yanında sigara tadını hiç sevmem oldum olası, belki faydası olabilir. Bir kere kahve içmek istedim sigara da istedi canım hemen döktüm.
- Çayın şekersiz içilmesi şart gibi görünüyor. Şekersiz çay ile sigara istemiyor insanın canı. Zaten kahve azalınca çay çoğalıyor ister istemez kilo almamak için şekersiz içmek lazım o kadar bardak çayı.
- Sigara içen arkadaşlarla görüşmemek lazım maalesef, en azından alışana kadar, ya da uyarmak lazım “ben sigara içmiyorum, sen de içme” demek lazım.
-Abur cuburu abartmamak lazım, sigara içmiyorum diye ne bulunursa yememek lazım. Sigara isteğine mümkün mertebe şekersiz siyah çay veya yeşil çayla direnmek, eğer olmuyorsa portakal, elma veya mandalina yemek lazım. Kuruyemiş, cips gibi yiyeceklerden uzak durmak lazım.
-Sinirler çok gergin oluyor, etrafa çok bağırıp çağırmamak lazım.

Lazımlar çok lazım. Zor ama işte kazançları:

- Sabahları daha dinç uyanıyorum, az ama çok verimli uyuyorum,
- Meyvelerin tadı çok güzelmiş aslında,
- Cildim de düzeliyor mu ne?,
- Ooooh, derin nefes alabiliyorum,
- Merdiven çıkarken eskisi gibi nefes nefese kalmıyorum (yine biraz kalıyorum ama olsun, herşey de biranda olmaz ki)
- Günde 3.25 YTL den hesap yaparsak, 2 haftada 48.75 YTL kardayım :)
- Kendim için ne güzel bir şey yaptım, (canımın çok sigara istediği zamanlarda kendi kendimi gaza getirmek için)

İşte böyle, bir sigara içmeme serüvenim daha başladı; çok kararlıyım bu sefer, bakalım ne olacak?

Annemin Ispanaklı Keki

Ispanaklı kek olur mu; oluyor oluyor, hem de pek bir güzel oluyor. Biz bayıldık, çok durmadı, hemen midelere indi. Görüntüsü yemyeşil, fıstıklı kek gibi görünse de aslında ıspanaklı kendisi. Annem gelince bizim mutfak da mutlu oldu yazık, bizim de midelerimiz şenlik yapıyor tabii. Bu haftasonu yemek yeme haftasonu oldu, zeytinyağlı sarmalar mı desem, lahana dolmaları mı desem, mantılar mı desem...diyorum ya bizim mutfak bile şaşırdı. Çok sevdiğim ve çok hafif olan annemin ıspanaklı kekinin tarifini henüz veremeyeceğim, annem anlattı ama ben pek gözümde canladıramadım nasıl yapıldığını, dedim ya mutfak hayalgücüm sıfırın altında. Kendim yaptığımda hemen tarifi de fotograflı olarak vereceğim, tabii bunun kadar şık olamayabilir, bakarız artık.

2 Şubat 2007 Cuma

Lapa Lapa Kar

Sabahları uyuyarak kalktığımdan ve işe gelip çayımı içene kadar da uyanamadığımdan bu sabah da camdan bakmadan çıktım evden. Lapa lapa kar yağıyor, her yer bembeyaz olmuş bile. Apartmanın kapısında durmuş ayakkabılarıma bakıyorum, paltomun altındaki kıyafetimi hatırlamaya çalışıyorum. Neyse ki eve dönmemi gerektirecek bir topuklu ayakkabı ve ince bir gömlek vakası yok. Ankara kış koşullarına uygun olarak gayet sıkı ve karda buzda yürünebilir giyinmişim. Kardeşim ve annem geldi ya İzmir’den, kardeşimin msn resminde 2 gündür kardan adam var, adam bekliyor kar yağsın diye. Sabahın köründe aradım kardeşi kalk da camdan bak diye, adam üşenmedi kalktı, bir “ooooh ne güzel” dedi. O İzmir’de kara hasret kalıyor, ben Ankara’da denizi, güneşi özlüyorum. Ne Ankaralı ne de İzmirliyiz o ayrı. Ben denizi olan bir şehirde bile büyümedim ya. Neyse, düştüm yola işe doğru, geçen kıştan biliyorum ki Kırkkonaklar yine afet bölgesi olacak. Şehir merkezine bu kadar yakın olup da hava durumu bu kadar farklı olan bir semt yok sanıyorum Ankara’da. Araçlar geçerken su sıçratıyor, herkes koşuyor, birbirine çarpıyor; insanlarda kar paniği var, sanki burası doğuda bir köy ve biz karda mahsur kalacağız; dolmuş şöförü pek bi sinirli, Köroğlu’na çıkışta dolmuş durursa bir daha kalkamayacak o derece kar yağıyor, bir bayan inmek istiyor ve dolmuş şöförü patlıyor “burada inilir mi, ya aşağıda in ya yukarıda in vıdı vıdı vıdı vıdı” bağırıyor da bağırıyor, yokuş bitene kadar da bağırıyor adam, sonra başka biri de şöföre bağırıyor, dolmuşda kıyamet kopuyor, ve bu kıyamet Kırkkonaklar’a kadar da sürüyor. Kırkkonaklar afet bölgesi olmuş bir karış kar, hala da yağıyor, akşama nasıl bir komediyle döneceğiz belli değil. Ne zor bir sabah oldu bu yahu. İnsanlarda kar paniği var, sanki burası doğuda bir köy ve biz karda mahsur kalıp hastaneye yetişemeyip yolda doğuracağız. İşte ben bu yüzden kar yağmasını sevmiyorum artık, kar yağınca yeni yıl kartpostallarındaki huzur dolu manzara gerçekleşmiyorsa veya ben sımsıcak bir dağ evinde manzaraya karşı kahvemi içemiyorsam, mümkünse deniz kenarında yaşayalım ve hava hep güneşli olsun.

Bu arada Şubat’a kadar neredeyse bahar mevsimi yaşadıysak Temmuz’a kadar kar mı yağacak???
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...