28 Ocak 2007 Pazar

Buz Patenli Pazar

Başlıktan buz pateni yapmaya gittiğimiz anlaşılmasın, bunu bir kere yapmıştık; ben sürekli kenara tutunup anca iki adım atabilmiştim, koca ise iyi kötü kaymıştı ama yine de komikti, düşeceğim korkusuyla popo dışarda, kollar açık ne kadar komik olunabilirse o kadar. Sonra da her yerimiz tutulmuştu. Bir daha da gitmedik zaten. Eurosport da Avrupa Şampiyonası kapanış gösterileri var şuanda. İki saattir yan gelip yatarak buz pateni seyrediyorum (tembelliğin de böylesi, kalk yemek falan yap be kadın, neyse..). Buz patenini böyle imrenerek seyretmeyen Türk çocuğu yoktur herhalde, eskiden TRT 1 sürekli şampiyonaları verirdi, aslında hala veriyor, ve biz de böyle avuçlarımız yanaklarımızda seyrederdik, hiç Türk yarışmacı olmadığından mıdır nedir çoook uzak gelirdi bu spor bana. Artık ışıltılı kıyafetler mi desem, buzun üstündeki estetik görüntüler mi desem, sahne ışıkları mı yoksa havalara atılıp tutulan kadınlar, onları düşürmeden tutan adamlar mı desem... Hatta evin içinde buz patencilik oynadığımı bile bilirim, ama çok küçüktüm valla. Neyse, ben hala seyrediyorum her kış yakaladıkça tv de, yine buz patencisi olasım geliyor. Ama 30 a geldik, kalas olduk, nasıl yapacağız o hareketleri...

Bir de Türk kanallarından birinde buz pateni yarışması var.Ne kanalın ne de yarışmanın adını hatırlıyorum. Zaten zihnimde yer kaplamasına gerek de yok. Böyle, hani şu bir sürü garip insanın katıldığı şarkıcılık yarışmaları var ya, o yarışmaların bir de dansözlük versiyonu var hani (pardon oryantal dansçılığı), işte o yarışmaların buz pateni versiyonu bu yarışma ; tek fark komik duruma düşenler ünlü kişiler. Bu ünlülere böyle bir yarışma yapacağız gel katıl demişler, yarışma başlayınca da bu ünlü kişiler bir ciddiye almış buz patenini bir ciddiye almış, ağlarsınız. Aslında, buz patenine özendirir mi acaba küçükleri ve onların ailelerini diye de düşünmedim değil, zaten ünlülerin ağzında sürekli bu var; ama bilemiyorum, hiç bilemiyorum; evde bir sürü kişiyle iyi anlaşanları seçtiler, şarkıcılar seçtiler, dansözler seçtiler, kaynanalar gelin seçti,eee ne oldu o insanlara, nerdeler? Küçük yaşamları alıp, bir sürü kandırmacanın içinde onlardan büyük yaşam hayalleri yaratıp sonra da buruşturup atıyor hissi verdi hep bu yarışmalar bana. Şimdi bir spor dalına el attılar, iyi mi oldu kötü mü oldu, kimbilir.

En estetik, en şirin, en komik ve eğlenceli gösterileri yapan en sevdiğim buz patencisi ise Plushenko. Adam o kadar estetik ki, kadınsı da değil kesinlikle, bu adama buz pateni yapmak çok yakışıyor. Yanlış bilmiyorsam düştüğü halde dünya şampiyonu olan tek sporcu. Aşağıda da süper eğlenceli gösterilerinden biri :var :)

Ton Ton Anneanneler

Geçen Perşembe günü Melih anneannesini kaybetti. Cenazeye yetişemedik ama ziyarete gittik köye. Anneannemiz 96 yaşındaydı ve herhangi bir kronik hastalığı olmadan sadece yaşlılıktan, yaşlanmaktan vefat etti. Kendisini 2 yada 3 defadan fazla görmedim ama yine de birkaç güzel hatıram var: ilk evlendiğimizde köye ziyarete gittiğimizde bizim bavulu kimseye çaktırmadan arabadan alıp eve taşımıştı ve bana kenarları oyalı bir yemeni vermişti "al bak bunu ben kendi ellerimle işledim" diyerek. 94 yaşında kendisi oya yapabiliyordu, ve bavul taşıyabiliyordu. Eski toprak demek bu olsa gerek. Tabii oraya gidince kendi anneannem de düştü aklıma, onu kaybedeli de 2 sene olacak, o da 85 yaşındaydı vefat ettiğinde. Onun da kronik bir hastalığı yoktu, sadece yaşlılıktan kaynaklanan şikayetler hariç. Ona dair hatıralarım çok fazla tabii, anlatsam bitmez; zaten çok da özledim. Bu iki ton ton, nasıl yaşadılar bu yaşa kadar, hem de bu kadar sağlıklı olarak; insan düşünmeden edemiyor. Elden ayaktan düşmeden, hafızaları gayet yerinde ortalama 90 sene nasıl yaşanır? Ben yaşamak isterim açıkçası o yaşa kadar. Yaşlanmaktan korkuyorum ama yine de o yaşı görmek istiyorum. Çünkü bu iki ton ton un 80 yaşlarında bile yapacakları, alacakları, bekledikleri vardı. Her bir beklenti gerçekleştiğinde, yenisi hemen geliyor ve ikisininde ağzından "şunu da görsem...." diye dökülüyor. Yaşlandıkça daha mı fazla bağlanıyor insan hayata, sanıyorum öyle.

Bu iki ton ton bize çok iyi ve sağlıklı genler bıraktılar. Ve ben 13 sene sigara içtim utanmadan.....

23 Ocak 2007 Salı

Ne Anlatayım Ben Sana! - Ece Temelkuran

"Pek kederli bir sözcüktür "umut". Çünkü bütün sözcüklerden daha hızlı çağırır umutsuzluğu. Hele "Umut var mı?" diye sormuşsa aramızdan biri, bilin ki çoktan düşmüştür omuzlar." diye başlıyor Ne Anlatayım Ben Sana! "Gel toprak kardeşim! Geçelim şöyle memleketi söküldüğümüz yerlerden. Yürüyelim, yürüdükçe kendimizi yeniden bu memlekete dikelim. Korkma, seni tekinsiz yerlere götürmem. Yolumuz tekinsiz yerlere düşerse eğer, bırakma elimi. Çünkü ben çok korksam da bırakmam seninkini.Düşünsene, bir de ben seni bırakırsam...Sen de beni bırakırsan...Elsiz kalırız, dilsiz kalırız, bir başımıza yaşar, yalnız başımıza ölürüz. Düşünsene, o zaman yaşamış olur muyuz? O yüzden "Bu yolda umut var mı?" diye sorma bana. Bu ülkeyi anlamaktan başka çaremiz yok, anlasana!" diye bitiyor İnsanlık Üzerine bir Giriş bölümü. Bundan sonra okuyucuya değil genç bir stajyer bir gazeteci Gökçe'ye hitaben ve onunla birlikte tanıklık yaparak anlatılıyor F tipi cezaevleri, açlık grevleri, ölüm oruçları. Konu insanların konuşmaya, tartışmaya çekindikleri bir konu; kimilerine göre ölüm orucunda ölenler bu ülkeyi parçalamaya çalışan teröristler ve yandaşları, kimilerine göre ise ölenler insan bu yetmez mi, ölüm çok ağır bir bedel değil mi. Ece Temelkuran'ın okuduğum ilk romanıydı bu. Kendisinin adını çok duydum, ama herhangi bir romanını okumamıştım, bu son romanında konunun ağırlığı altında ezilmeyen üslubunu beğendim, diğer romanlarını da almayı planlıyorum.
Roman Everest yayınlarından, 1. Basım Ağustos 2006.


Not: Herşeyin akılda ilk günkü gibi kalmadığından,bazı şeyleri istemesem de unuttuğumdan şikayet etmeye başladığımda okuduğum kitaplara ilişkin bir word dosyası tutmaya başlamıştım, bazen sadece altı çizilmişleri, bazen sadece konusu, bazen sadece hissettirdiklerine ilişkin notlar alıyordum; sevsem de sevmesem de hatta nefret bile etsem aldığım küçük notlar. Şimdi bu notlarımı bloğuma taşımam lazım, çünkü bu blog artık üşenmeden yaptığım işlerden biri oldu.

Yeşil Çay Sigarayı Bıraktırıyor !?

Sigarayı bırakma serüvenim mi desem, yoksa sigarayı bırakma işkencesi mi desem ne desem, hala sürmekte, türlü türlü yollar denemekteyim. Uzun bir süredir, yaklaşık 1 aydır (sigara içmeyince zaman daha yavaş geçiyor sanıyorum yoksa 1 ayın nesi uzun, e o zaman ben daha mı uzun yaşıyorum içmeyince, kendimi mi avutuyorum, ay deliricim, neyse) “kademeli sigara bırakma tedavisi” uyguluyorum kendi çapımda. Böyle bir tedavi tıbben yok, tamamen benim uydurmam. 2 hafta boyunca 9 tane içtim, yuh deme hemen, günde 1 paket içtiğim düşünülürse gayet makul bir sayı; sonra 7 ye düştü, en son 5 e düşürdüm derken geçen hafta cumartesi gecesi yaklaşık 15 tane içtim, sonra boğazım şişti. O kadar şişti ki boğazım vücudum grip oluyorum sandı, ateşlenmeye falan çalıştı ama yapamadı. Ben nedenini bildiğimden hiç ilaç içmedim, çünkü boğazım sigarayı az içmeye alışmış, bir gece aniden abartınca o da kendini şaşırmıştı; sigara içmedim bende, hala içmiyorum, bol bol elma yiyip, yeşil çay içiyorum. Bu vesile ile başlık konusuna da gelmiş olduk, bu başlık da tamamen benim uydurmam. Yeşil çayın tadı o kadar kötü ki, bırak yanında sigara içmek, şöyle güzel çikolatalı pastanın yanında bile gitmez. Ama ne yapayım, bütün faydalarını bir kenara bıraktım, yeşil çay içerken canım sigara içmek istemiyor, e bu da güzel bir şey. Tabii ben sonradan öğrendim ki 3 fincandan fazla içmemek lazımmış. Zaten tadı o kadar kötü ki daha fazla da içilmez. Bir de aktarlarda bu yeşil çayın poşetsiz ot hali satılıyormuş, böyle normal çay gibi demliyormuşsun, pek bir güzel oluyormuş. Daha önce katı tarçın almak için girdiğimiz bir aktar dükkânındaki adam başka bir müşterisine “kanseri de tedavi ediyor” deyince az daha adama saldırıp bizi karakolluk yapacak olan kocayla da paylaştım bu konuyu bir akşam, neme lazım sonra demlikteki otları koca görünce aktarın ve benim başıma geleceklerden kim sorumlu olacak. Neyse, koca aynen şöyle dedi: “Aktarlardaki abuk subuk otları kaynatıp, içip sonra da hastaneye düşen bir sürü adam geliyor acile; sen poşetlilerden iç” dedi. Aman dikkat… Haaa, bu arada evde sigara içmeyi de yasakladım, sigara içenler balkonda içiyorlar, bu da iyi bir adım değil mi? Yeşil çay için de, böyle yeşil çay içme takımı almak istiyorum, nerede satılır acaba?

19 Ocak 2007 Cuma

Eski ve Yeni




Ortaokul ve lise çağlarında aile dostlarının çocukları ile toplanır, korku filmi videoları alır, ışıkları kapatıp kucağımıza da yastıklarımızı alarak kaç tane kiraladıysak hepsini bir oturuşta seyrederdik, hala bu hastalığım sürmüyor değil... Tabii bu kadar çok korku-gerilim filmi seyredince de bir süre sonra bu filmlerden bazıları komik ve eğlenceli gelmeye başlıyor, kan mide bulandırmıyor, sapıklar korkutmuyor, yatağın altından Freddy çıktı rüyaları görülmüyor (ama Freddy ve Norman’ın yeri ayrıdır). Ama iş şeytan temalı filmlere geldiğinde her zaman tırsmışımdır. Özellikle The Omen serisi geçmiş yıllarda ışık açık uyumama bile sebep olmuştur. Elimize 2006 yılı John Moore yapımı The Omen 666 gecince aynı telasla oturduk seyrettik. Kafamızda 1976 yapımı The Omen olduğundan tabii ki de önyargılıydık, bir filmin yeniden çekilmesi oldukça büyük bir risk hele de bir önceki versiyonu akıllarda yer etmiş korku klasiklerinin başlarında yer alıyorsa . Bir yandan da ticari olarak büyük bir akıllılık, çünkü The Omen geçmiş serilerini her zaman endişe ile ananlar sanıyorum bu yeni versiyonuna da giderek filmin iyi bir kazanç sağlamasına katkıda bulunmuşlardır. Öte yandan saygı duyduğun, sevdiğin bir filmi tekrar çekmeye soyunmak yönetmeni için heyecanlı bir durumdur mutlaka diye düşünüyorum, heveslenmeden edemiyorum. Öncelikle şunu söylemeliyim, aslına sadık kalarak çekilmiş. Bu sefer şeytanın oğlu politik sebepler nedeniyle ABD Büyükelçisine verilmiş (oldukça ironik değil mi). Son yıllarda yaşanan felaketlere ve siyasi olaylara şeytani göndermeler yapılmış :) Sonunda Damien’ın ABD Başkanının elini tutarken arkaya dönüp izleyiciye fırlattığı tehdit bakışı son noktayı koyuyor zaten. Bütün eskilerin yenilere nazaran daha iyi olduğu fikrinden yola çıkarak 1976 yapımı daha tedirgin ve rahatsız ediciydi diyebilirim. Oyuncular çok daha iyiydi, özellikle baba rolünde Gregory Peck çok daha iyi bir oyun sergiliyordu, yeni baba ise oldukça donuk ve tüm filmde tek bir yüz ifadesi ile oynamış. Adam korktuğunda, endişelendiğinde, sevindiğinde hep aynı yüz ifadesi. Anne ise ilk başta hayalkırıklığı yaratıyor, sonra biraz toparlıyor ama yine de olmuyor. Şeytanın oğlu Damien tip olarak oturmuş, bakışlar süper; ama yine de ilkini aratıyor. Bunlara rağmen ürkütücü sahne tasarımları görülmeye, Damien’ın saklandığı park sahnesi, baba ve pederin buluştuğu köprüaltı sahnesi seyre değer; kırmızı rengin neredeyse her sahnede vurgulanması hoşuma gitti, çok da göze batırmadan vurgulanmış, hoş olmuş. Ani ses efektleriyle seyirciyi zıplatma ise az kullanılmış, bazı filmlere gitmiyor, buna da gitmezdi. Bir Cuma gecesi evde toplanılıp çıtır çerezle güzel güzel izlenebilir derim ben.

14 Ocak 2007 Pazar

Nip/Tuck bize daha neler gösterecek?


Carver (Oymacı) kim onu da öğrendik, Matt in başı yine beladan belaya girdi, Julia hayatın bir sillesini daha yedi, Christian ve Sean az kalsın sakat kalıyordu... diken üstünde, bazı sahnelerde midem de kalkarak seyrettim sezon finalini; merak ettiğim ailenin küçük Annie'sini büyütüp başına bir işler getirecekler mi? En uç noktalarda irdelenmeyen hangi insanoğlu hali ve hesaplaşması kaldı geriye, düşünüyorum.

Neyse, bu sapkın, +18 diziyi severek izliyorum. Hatta downloadcular kralı kardeşim bütün bölümleri indirip bana verince kendimi çocuklar gibi şen hissettim, oturdum kaçırdığım bölümleri bir bir seyrettim hatta arada çok da sevdiğim bölümlere bir de cila attım. Ama bu öyle bir dizi ki üstüste sürekli seyredince bir sapkınlık hali bir psikopatlık geliyor böyle insanın üstüne uyarmalıyım. Cnbc-e de haftalık seyredin yeterli.

11 Ocak 2007 Perşembe

Mutfak Krizi

Yemek yapmanın öğrenilemeyeceğine ve tamamen yetenek işi olduğuna inanıyorum artık. İnsan 13 yıldır yanlız yaşayıp hele bir de 30 yaşına gelip evlenip barklandığı halde yemek, pasta, börek, çörek yapamıyorsa bu yetenek işidir diyorum artık. Ne zaman yemek yapmaya kalksam tarifi 50 kere okumama rağmen mutlaka birşeyi yanlış yapıyorum, mutlaka mutfak batıyor, ve mutlaka yemek yaparken beynim yoruluyor. Mutfakta organizasyon yeteneğim ve hayalgücüm çok zayıf artık buna eminim.

Çikolatalı Pandispanya
Daha önce Eylem arkadaşımla yaptığımız kendisinin iddia ettiği üzere çok da kolay olan pandispanya pastasından yapıp yeniyıl kutlaması için kocanın nöbetine götüreyim dedim. Ama tabii nasıl yapıldığını aklımda tutamadığımdan Eylem arkadaşıma mail attırdım tarifi. Ofiste bir güzel okudum, eve geldiğimde internette problem olduğundan mailime de bakamadım ve tabii ki de yine aklımda tutamamıştım tarifi. Eylem arkadaşımla canlı bağlantı kurmak suretiyle yapmaya başladım. Neyse pandispanyanın, üzerine ve arasına sürülecek pudingin yapılmasını ve içine serpiştirilecek cevizlerin unufak edilmesini mutfağı batıraraktan tamamladım. Pandispanya soğudu, ortadan ikiye kestim, üst tarafı bir kaldırdım ki alt kısmın ortası üste yapışmış ve pastanın alt tarafının ortası tamamen delik, çünkü içi soğumamış. alt tarafı mecburen üst taraf yapıp, ortada aslında diğer kısmın parçası olan bölümleri koparıp koparıp sonra üst tarafa monte ettim; o kaadaar çirkin oldu ki. Puding nerneyse hepsini üstüne döktüm üstteki rezillik kapansın diye, kapandı da.Bolca da ceviz dökünce ortadaki rezil cerrahiden eser kalmadı. Sadece üstü biraz engebeli oldu ama kimse çakmadı yerken. Başarılı bir tadı vardı, onu da çikolatalı pudinge borçluydu bana değil.


Havuçlu Kek
Ömrümde hiç yapmamışım. Baktım tarif kolay, yapayım dedim. Neyse, yine bir mutfak batırma durumuyla birlikte ve her zamanki gibi mikseri karışımın dışındayken çalıştırıp üstüme de sıçratarak tarifte 2 adet yazan havuçları ben de 2 adet olarak rendeledim, kekin içine bir döktüm ki havuçlar biraz büyükmüş sanıyorum, kaskatı birşey oldu. Ama ben anlamadım tabii, herhalde böyledir normali de, ben tarife uygun yaptım dedim. Fırından çıkardığımda tadı güzeldi ama biraz sertti. Üzerine çikolata eritip döktüm biraz yumuşasın diye ama onu da az dökmüşüm, hiçbir işe yaramadı. Sonuçta kekte ne havuç tadı ne de çikolata tadı vardı, garipti.

Yok yok bu yetenek işi, anladım ben.

9 Ocak 2007 Salı

Blog Yazmak Üzerine


Aramızdaki bu tartışmayı, ben aslında protesto mu ediyoruz demiştim ama, Umut arkadaşım tartışıyoruz dedi, peki tartışalım ama ben bu yazının içeriğinden çok üslubuna da sinirlendim o yüzden biraz saldırgan olabilirim; neyse lafım yarım kaldı aramızdaki bu tartışma dün başladı ben katkımı bugün yapabildim çünkü Radikal2 deki yazının tamamını okumadan yorum yapmak istemedim. Saldırgan olabilirim dedim ya, şimdi olacağım, bence eğer Türkiye’nin önde gelen gazetelerinden birine yazı gönderiliyorsa önce “ben” olunmalı, daha sonra “biz” olmaya çalışılmalı ki o “biz”in içinde okuyan diğer insanlar da kendi “ben”lerini görebilsinler, akıllı bıdık olunmamalı önce, yoksa aynen bu yazı gibi fazlaca samimiyetsiz olurlar diye düşünüyorum.

Ben seviyorum blog yazmayı, yazanları da seviyorum; kimliklileri de seviyorum kimliksizleri de. Blog okumak ya da yazmak bir nevi gözetlemek ya da gözetlenmekse kitap da okumayalım o zaman, sonuçta hiç tanımadığımız birilerinin hikâyelerine dalmıyor muyuz roman okurken. Hiç fotoğraf çekmeyelim mesela, çektiğimiz fotoğraflar sadece kendi hayatımızdaki mutluluk anlarının fotoğrafları olsun aman yoksa gözetlemiş oluruz, ressamlar resmetmesin mesela o da bir nevi gözetleme değil mi? Bu liste uzar gider, iyisi mi ben buna “gözetleme” demeyeyim. Çünkü kitap okuyorum, fotoğraf çekiyorum, blog yazıyorum ve okuyorum.

“Sanal Yıldız”, evet ben kendi hayatımın aktristiyim, yazarıyım, eleştirmeniyim, fotoğrafçısıyım…….ve kendi tarihimi yazıyorum. Anneanneme ilişkin hepi topu bilgim yaşlılığıydı, gençliğine dair bildiklerim ise eski fotoğraflarından gördüklerim, şimdi düşünüyorum da anneannemin bir bloğu olsaymış da o fotoğraflar çekildiği zamanlardaki yaşananları, hislerini yazabilseymiş, biz torunları da onları defalarca okusaymışız, ya da neleri severmiş ne okurmuş çocuklarından değil de kendisinden bilseydik, öğrenseydik. Hafızamın bana oyunlar oynamaya başladığı yaşlara geldiğimde yazılı kanıt bulabilmek için yazıyorum. Eğer birgün torunlarım falan olursa, 3-5 fotoğrafa tıkılı kalıp kendilerince o fotoğraflara hikayeler yazıp avunmasınlar diye belki de. Çok mu bencilce oldu, o zaman……. Okuduklarımıza, seyrettiklerimize, gördüklerimize ilişkin yorumlarımızı düşündüklerimizi yazıyoruz, okuyoruz. Tavsiyeler alıyoruz, eleştiriler alıyoruz. Buna göre belki bir roman daha okuyup bir film daha seyrediyoruz, bir tiyatro oyununa daha gidiyoruz; çektiğimiz fotoğrafı başka açılardan da çekmeye çalışıyoruz.

Maalesef saf ve iyi niyetli bir paylaşma isteğiyle karşı karşıyasın Fulya Hanım. Benim buna inancım var, saf ve iyi niyetli olduğuna. İnsanın fikri neyse zikri de odur denir ya…öyle işte.

Şuanda farkına varamadığım daha bir sürü nedenim daha vardır, ya da olacaktır. Didem’in dediği gibi “Bu konuyu elimizde çay bardaklarıyla karşılıklı tartışmayı ben de çok isterdim elbette ancak bu pek sık mümkün olmuyor.”

7 Ocak 2007 Pazar

Ara'dan Yetmiş Yedi Yıl Geçti - Fotografevi

Fotografevi'nin Ara Güler'in 77. yaşgünü için düzenlediği Ara Güler'in 77 adet fotografının yeraldığı sergi sonrasında hazırlanan fotograf albümünü edindim. Albümde kendisi ve fotografları üzerine sözlerinden alıntılar ve fotoğraflı biyografisi de yeralmakta. Albüm, Klasikler,Röportajlar, Portreler, Ara Güler'in Foto Albümü başlıklarından oluşuyor. Çok kapsamlı bir albüm değil, yine de ben en çok portreler bölümünü sevdim. Albümde yeralan portre fotoğraflarının hemen yan sayfasında fotografların hangi koşullarda çekildiği ya da çekimin hemen öncesindeki hislerinden bahseden sözlerinden alıntılar var, oldukça hoş. Fotoğraflarına baktığımda teknoloji kokusu almadığım, fotoğrafları ve fotoğrafçılık üzerine akıllı bıdık, entel dantel konuşmalar yapmadığı için de ayrıca seviyorum Ara Güler'i sanıyorum. Söylemeden edemeyeceğim, bu albümü bu kadar pahalı satmasalarmış iyiymiş. En çok sevdiğim fotografı da aşağıdadır kendisinin..... Ekmek ve Tabanca, 1970, Ankara, Kaleiçi

2 Ocak 2007 Salı

Nasıl girilirse öyle mi gider?


Yeni yıla nasıl girdiysem hep öyle gitse ne iyi olur, ne güzel olur. Annecim ve teyşimin yaptığı güzel yemekler sonrası vapura biniş, kordonda denize karşı bira, sonrasında Mavi de süper eğlence, kardeşim de yanımda, offf yaaa ne güzel ne rahat şehir burası. Sokak eğlencesinde bile Mercan Dede çalıyor, hava bahar havası........insan bi tazeleniyor İzmir'de. Ankara'ya da dönesi gelmiyor ki insanın :(

O zaman nasıl girdiysem öyle gitsin de İzmir'e taşınalım :)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...