26 Aralık 2008 Cuma

Ankara Blues Bar..

Ankara'dan bu kadar çok gitmek isterken ama nereye gitmek istediğimi de çok bilmezken (koç burcu mevzuu sonra tartışılsın) geçenlerde bir gece canımız sıkılınca evden çıkıp Sakarya'ya Blues'a gidince, Ankara'yı, insanın doğduğu yerli mi yoksa doyduğu yerli mi olduğunu, burada doyup doymadığımı, Ankara'lı sayılıp sayılmayacağımı veya bunu isteyip istemediğimi düşünürken birden bire farkettim ki ben hayatımın neredeyse yarısını burada geçirmişim. Yaaaaa öyle olmuş vallahi, ben buraya 1993 yılında geldim. Şimdi 2009 desek 16 yıl olmuş, eee 32 yaşındayım, kıt matematik zekamla da hesaplayabildim ki, hayatımın neredeyse yarısı burada geçmiş ve birçok eski şeyi biliyorum. Ne bileyim, Blues'u, LightBar'ı, Graffiti'yi, Atakule'nin tek alışveriş merkezi olduğu zamanları, hatta bitmek bilmeyen metro inşaatını ve heryerin kazılmış halini, ve belki şimdi aklıma gelmeyen daha bir sürü şey daha, şuanda varolmayan, veya çok değişmiş olan yerlerin eski zamanlarını biliyormuşum. Vay be.

Blues 1989 da açılmış, Sakarya'da yıllardır aynı yerde hizmet veren, ve mekan tadilat yapılarak şuan farklı hallere bürünmüş olsa da ne çaldığı müzik türünü ne de ismini hiç değiştirmemiş bir rock bardır, bizim jenerasyon çok iyi bilir ki, Blues Ankara'nın itfaiye meydanından alınmış yıpranmış deri montlu, uzun saçlı, küpeli, her daim düşünceli oğlanlarının ve saçları dağınık, uzun etekli, koyu renk ojeli, çok takılı, pek düşünceli kızlarının yani bütün rocker fucker tayfanın takıldığı en ünlü barlarından biriydi, o zamanlar sanıyorum 1989 ile 1998 arası felandı, ben o zamanlarda Blues'u çaldığı müzikler ve takılan yakışıklı oğlanları ile pek severdim de, piknik masası tarzı siyah oturakları ve masaları, çok karanlık ortamı, küçücük ve her daim pis olan tuvaleti nedeniyle pek sevmezdim. Sonradan Blues mekanını komple yeniledi, iç dizaynı çok güzel oldu, in gibi karanlık ortam hafif ışıklarla aydınlatıldı, bütün duvarlar ahşap kaplama oldu, masalar sandalyeler duvarlarla uyumlu ahşaba döndü, bu şehrin popo dondurucu soğuğunda Sakarya'ya keyifle bakacak bir bar oldu (zaten öyleydi de..biraz daha öyle oldu) fakat kabusum olan tuvalet değişmedi, temizlikçi değişmiş olacak ki biraz daha temizdi fakat küçüklüğünden hiçbir şey kaybetmemişti. Dedim ya geçenlerde gittik diye, sanıyorum el değiştirmiş, zira yıllar yılı görmeye aşina olduğumuz adamlar yoktular. Bu el değiştirmeyle, Blues'a logo yapılmış, bu logoya uygun güzel ve şatafatsız aydınlatmalar asılmış, yeni fotoğraflar asılmış ve yan taraftaki dükkan alınarak mekan genişletilmiş. Genişletilen tarafla birlikte tuvalet büyümüş (yaşasııın), ve bir köşeye 2 adet dart asılmış. Çok yakışmış çok güzel olmuş. Artık bizden başka hiçbir arkadaşımızın takılmadığı Sakarya'da (evlenenler evlenmenin evde oturmak olduğunu sandılar, çalışmaya başlayanlar çok yorulduklarını ifade ettiler, bence hepsi boştu ama...), Blues çok daha güzel olmuş, tam olarak nasıl ifade edebilirim bilmiyorum ama çok daha dost bir ortam olmuş, çok daha huzur dolu olmuş, çok daha 30 lu yaşlar olmuş. Etrafa hayretle baktığımızı gören sahiplerinden biri olduğu düşündüğümüz adam nooldu gibisinden bakınca, "değiştirmişsiniz güzel olmuş" dedik, adam "baya oldu" dedi ukelaca, hani "amma da az dışarı çıkıyormuşsunuz siz de" diyen bir ifade ile, biz de soktuk tabii lafı "biz buranın 15 sene önceki halini biliriz" diye... Herşeye rağmen ben Sakarya'yı seviyorum yahuu.....

22 Aralık 2008 Pazartesi

Bu Kitabı Çalın - Murat Gülsoy

Çok farklı olduğunu söyleyemeyeceğim, tabii bunu söyleyemiyor olmak bu kitaptan keyif almadığımı da göstermiyor, bilakis, oldukça keyifli bir okuma oldu. Çok çok sade bir dil ile yazılmış olması okumayı rahatlatırken, olayların ordan burdan (aslında demek istediğim hayatın ta kendisi olabilecek yerlerden) çıkmış olması öykü karakterlerine yakınlaşmamı sağladı, bir de tabii merak uyandıran gizemli durumlar sürekli uyanık kalmamı sağladı. Kısacası evde, serviste hatta ofiste bile elimden bırakamadım. Yine itiraf ediyorum ki bu kitabı da ismine bakıp aldım, ama iyi ki de öyle yapmışım zira iyi bir yazarla daha tanışmış oldum, diğer kitaplarını da mutlaka okuyacağım. Bu postu okuyanlar da bu kitabı okusunlar tavsiye ederim. En sevdiğim öykü ise "54 Numara'nın Esrarı" oldu.


İçindekiler
Bu Kitabı Çalın
Kayıp Eşyalar Bürosu
Hindistan Yolculuğu
Hızlı Düşünme Sanatı
54 Numara'nın Esrarı
Kötü Yola Düşen Ev
Yazarın Belleği
Hasta Bir Konak
Birkaç Dolar İçin
Kukla
Sakla Beni
Yasadışı Öyküler
Can Yayınları, 4. Basım Nisan 2007 (1.2000), 189 sayfa

12 Aralık 2008 Cuma

Kırmızı Bisiklet - Can Dündar

Daha önce hiç okumamıştım Can Dündar’ı, Atatürk belgeseli üzerine –henüz onu da seyretmedim ya- bu kadar söz söylenirken aklıma düştü ve ne yalan söyleyeyim ismi ilk etapta dikkatimi çeken kitabını edindim. Şimdiye kadar kendisini neden okumamışım bilemiyorum belki de elden ele dolaşmaktan spam mail haline gelmiş olan, birtakım dersler çıkarttıran fazla duygusal alıntı metinlerden kaynaklanmış olabilir. “Kırmızı Bisiklet” Can Dündar’ın oğlu olduktan sonra, babasının oğlu olmak ve oğlunun babası olmak üzerine edindiği duygu ve düşüncelerini paylaştığı, kapitalist düzenin çocukları hedef alarak onları nasıl küçük birer tüketiciye dönüştürdüğü ve büyüklerin para kazanma hırsı için belki de farkında bile olmadan buna nasıl katkıda bulunduğu üzerine sesli düşünüyor, buna kişisel olarak nasıl karşı koyabileceğimiz üzerine fikir yürütüyor. Büyüklerin hayatlarından etkilenen küçükler ve gençlerle ilgili örnekler üzerinde tartışıyor. Buradan yola çıkarak bazı ünlü isimlerin çocuklarından örnekler vererek onların sorunlu ilişkilerini ve nedenlerini sorguluyor. Savaşlarda, töre cinayetlerinde kurban edilen çocukların üzerine yazıyor. Bütün bunlardan bir baba gözüyle bahsediyor. Ve en çok çocukları daha ilkokul sıralarından başlayarak sınav stresi ile yoğunlaşan bir rekabete iterek ne denli sorunlu ve mahrum bir nesil yetiştiği üzerine yazıyor. Geçmişe duyulan hüzünlü bir özlemin yanında, yeniliklere açık bir baba portresi çiziyor. Fakat, eninde sonunda bu yenilikler onu şaşırtıyor ve hayal kırıklığına uğratıyor. Kullanılan dilin bazen aşırı duygusal olması, verilen örneklerin arada bir oldukça burjuva kaçması bana yer yer itici gelse de genel olarak sevdim, ve kendime bir takım dersler çıkardım diyebilirim. Deniz'le birlikte yapacaklarım arasında beraber bir masal yazma veya anlatarak sesimizi kaydetme gibi çok da şekillendirmediğim bir fikir vardı kafamda, kendisi oğluyla benzer birşey yapmış, bir cümle oğlu bir cümle de kendisi yazmış ve bir masal yaratmışlar, bu da yapılabilir, burada not olsun.

İmge Kitabevi Yayınları, 18. Baskı Eylül 2008 (1.Şubat 2005), 169 sayfa

9 Aralık 2008 Salı

Adapazarı veyahut Sakarya...

Zavallı bir doktor karısı olaraktan (koca bayramın 2. ve 4.günü nöbetçi) ve ayrıca doğru dürüst bir şirkette iş bulamamış bir kişi olaraktan da (tatil 9 gün felan olmadı, iş yok ama işe gitmek gerekiyor) bu bayram tatilini de çok fazla uzaklaşamadan yaşadık diyebilirim. 2009 yılında bütün bayramların haftasonuna gelmesiyle de daha bir süre kafadan tatil de yapamayacağım demektir (burada araştırılması gereken konu, işsizken bunu stres yapan kadın işi olunca neden şikayet eder, bu kadın doyumsuz mudur, yoksa salak mıdır nedir..) tabii bu kriz nedeniyle işten kovulmazsam, neyse. Konu çok fena saptı yine.. Beraber geçireceğimiz bu 3 güncük de kocanın Adapazarı'na kocanın ailesini ziyarete gittik. Her türlü basılı materyalde Sakarya olarak geçen bu şehre orada yaşayan herkes Adapazarı diyor, hatta kısaltıp Ada diyorlar, ilçenin sonradan il olmasıyla ilgili sanıyorum bu iki adlılık.Adapazarı'na ilk gittiğimde çok şaşırmıştım, küçük, mütevazı bir taşra ili beklerken, envai çeşit markanın bulunduğu, bayramlarda dükkanların sabaha kadar açık olduğu kocaman çarşısı, çok güzel yemekler yediğim birçok restoranı ile oldukça büyük bir şehirdi. Şimdi ise daha da büyüdü, 99 depreminden sonra şehrin çabuk toparlandığını ve güzelleştirildiğini söylüyor orada yaşayanlar. Yaklaşık 5 yıllık geçmişini bildiğim bu şehrin nasıl geliştiğini ben de fark edebiliyorum aslında. Istanbul'a 1 saatlik mesafede olması, birçok otomotiv, ilaç ve gıda fabrikasının bu şehirde olması, hızla gelişmesi nedeniyle oldukça yaşanabilir gözüküyor bir de insanları da aynı doğrultuda gelişmiş olsa. Adapazarı'nda yaşayan insanların %90 ı kapalı, sadece görünüşte değil fikir olarak da öyleler, batıda yeralan ve hızla gelişen bir şehrin içinde bir takım geleneklerin halen sürüyor olması, maalesef bir taşra olmaktan öteye gitmemiş olması da üzüyor insanı. Adapazarı'na ilk girdiğiniz anda bile burada yaşayan insanların farklılığını (!) dikkatinizi çekiyor, trafikte herkes kafasına göre gidiyor, ana caddede motorsiklet kullanan gençler tek ayak üstünde akrobasi hareketleri yaparak geziyor, tam bir trafik kuralsızlığı hakim. "Ada" isimli güzel bir alışveriş merkezi açılmış bu sene, bayram ve yeniyıl nedeniyle çok güzel süslemişler, ama içerisi alabildiğine duman, tabii ki sigara dumanı, ülkemin her yerinde kapalı alanlarda sigara içmeyi yasaklamışlar ama sanırım Adapazarı halkını bu yasaktan muaf tutmuşlar ki herkes gayet rahat sigara içiyor. Kimseye laf da söylenmez ki herkes kavgaya hazır. Havası ise çok nemli, her gittiğimde alerjim azıyor nefes darlığı ve gözlerimde oluşan sürekli kaşıntı hali beni mahvediyor, ilaç kullanmak zorunda kalıyorum. Ankara'nın belki de bana en iyi gelen yeri havası, kuru kuru kara iklimi. 3 gün kaldık Adapazarı'nda, kurbanımızı kestik, bayramlaştık, torun mıncıklattık ve geldik Ankara'ya, sonraki 3 günün tüm saatlerinde kızımlayım.

2 Aralık 2008 Salı

LCD TV

Evde taa evlenirken aldığımız 84 ekran tüplü tv miz vardı, böyle deniz anası gibi birşeydi, pek az seyrettiğimiz tv ye, evimiz de küçük olduğundan, Deniz yakından yakından bakmaya çalışıp, kapalıyken de olsa gidip şap şap ekranına vurduğundan ve birgün bu şapların etkisiyle o tv nin bulunduğu yerden töngürdek düşeceğinden de tırsarak, bütün bunların üzerine 100 hertz den az olan tv lerin çocuklarda epilepsiyi tetiklediği yönünde e-maili de alınca, yavaş yavaş bakmakta olduğumuz lcd tv yi bütün krize ve boğazımıza kadar olan borcumuza rağmen, borç yiğidin kamçısıdır diyerekten aldık. Zaten evlendik evleneli belimiz doğrulmadı ya neyse, o başka bir yazının konusu olsun, susmayabilirim. Samsung 7 serisi lcd aldık, özellikleri fiyatına göre iyiydi, en sevdiğim özellik ise, flash diski direkt olarak tv ye takıp avi formatında film seyredilebiliyor, fiyatlar düşmüş, alım gücümüz de düştü aynı oranda ama napalım artık doğalgazdan kesip lcd yi ödeyeceğiz. Tabii teknolojinin sonu yok, şimdi bu tv full hd olduğundan kelli, full hd şeyler seyredebilmek için ayrıcana bir alet almak gerekiyormuş, off yaa...neyse lcd aldık diye de Deniz'e hala tv seyrettirmiyoruz, oyun oynuyoruz, kitap okuyoruz, zaman geçiyor, nasıl olsa bir zaman sonra kendisi seyretmek isteyecek, o zamana kadar korumadayız...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...