6 Ocak 2014 Pazartesi

Doğurdum üç ay oldu...iki çocuklu bir hayat... yeni bir yıl başladı...

İki çocuklu olmaya dair kitap yazabilirim. O kadar uzun anlatabilirim yani. Ama o kadar çok vaktim yok, bebe uyuyor şu anda, büyük de okulda, koca da işte, yıllardır işsiz olmadığımdan yapmak istediğim sürüyle aktivite var, sanki iki hafta sonra işe başlayacak gibi hepsini birkaç saate sığdırmaya çalışıyorum, ve hiçbirini tamamlayamıyorum, o kadar alışmışım ki çalışırken dar zamanlara çok iş, çok uğraş sığdırmaya ve hiçbirini bitirememeye, alışamadım henüz. Böyle iki ayağım bir pabuçta bir onu bir bunu yapmaya çalışırken, "dur ya ben artık çalışmıyorum ki, bugün yetişmezse yarın sabah yaparım sabah olmazsa öğlen yaparım ohhh" u hatırlayınca duyduğum rahatlama ve ferahlama kızgın kumlardan serin sulara atlamak gibi bir durum benim için. Son üç senedir farklı şehirlerde anneannesiz, babaannesiz, hatta temizlikçisiz yaşıyoruz çünkü. Hem çok rahat kendi kendinin efendisisin, hem çok zor efendiler de çok yorulabiliyorlarmış çünkü. Neyse uzattım yine, iki çocukluluk çok değişik bir deneyim hem duygusal hem de fiziksel olarak. İkinci benim için birinci anneliğimden çok farklı, belki herkes için öyle değildir ne bileyim. Duygularımı abartarak yaşıyorum bazen, neden öyle oluyor bilmiyorum ama duyargalarım çok açık, herşeyin çok çok farkında olarak yaşamaya karar vermiştim ya taaa ne zaman, ondan olabilir belki. İki çocuklu anne olmak, kısaca, birini bir tarafına diğerini diğer tarafına yatırıp, sonra sağ yanına mı yoksa sol yanına mı yatacağına karar verememek, ne yöne dönsen öbür yan için sızı duyduğun ve hiç rahat etmediğin hatta hiç sevmediğin halde sırtüsü yatmak zorunda kalmakmış, fiziken rahatsız ama duygusal olarak tam ve bütünleşmiş olmakmış. 

Ama yine de "agghhh annelik beni tümden değiştirdi böyle bir yeniden doğdum, kendime güvenim geldi" falan diyemeyeceğim tabi... Aksine iki çocukluluk bir zırdelilik hali zannımca. Birçok şeyin aynı anda kontrolden çıktığı bir hayatı olmaması gereken bir hızda yaşıyormuşum gibi geliyor şimdi bana.

Birinci çocuk kardeşsiz kalmasın diye bir çocuk daha yapılmazmış mesela, onu anladım. Sırf bu nedenle ikinci bir çocuk yapmış olsaydım eğer üzerimdeki stres ve yorgunluğu sanırım hiçbir şekilde kaldıramazdım. Kardeşsiz olmaz geyiği bence yalan yani, anne babaya hayat dar olacaksa kardeşsiz de elbette olur, özellikle anne dardaysa ilk çocuğun durumu fenadır. O yüzden özellikle anne bir bebek daha doğurmayı sadece kendi hür iradesiyle istemelidir, ben öyle yaptım. Büyük kuzu ne yerlere attı da kendini kardeş diye direndim, kardeşli evlerden çıkarken ağlamaktan morardı yine direndim ama gün geldi doğurasım bebek sevesim geldi, o günlerde neler yedim de hormonlarım fikirlerimi tam tersine çevirdi bilemedim.

6 yaş farkından küçüğü beni çok bunaltırmış mesela onu gördüm, böyle iki üç sene arayla çocuk yapanlar delirmiş olmalı diye düşündüm. Yani, benim gibi hiçbir aile büyüğünün olmadığı bir şehirde yaşıyorsan, haftada üç gün beş gün bakıcı, temizlikçi (temizlikçi demekte bir sıkıntı yok bence yardımcı diyerek bu kadınlara kelimelerde bir değer biçiyormuş gibi yapan zihniyeti kınıyorum) vesaire kadın için maddi durum çok da yetişmiyorsa herkesin ruh sağlığının yerinde ve afiyette olması için birincinin gündüzleri okulda (kreş değil) olması şart. 6 yaşından sonra veletler anne babadan sıyrılıp kendi sosyal çevrelerini oluşturuyorlar bunu gördüm ben, ne bileyim odasına gidip yalnız kalmak istiyorlar mesela, arkadaşlarıyla plan yapıyor falan filan. Etraftan gördüğüm ve kendi tecrübemle şunu söyleyebilirim ki kendi rahatınızı düşünüyorsanız yaş farkını az, çocuklarınızın rahatını düşünüyorsanız yaş farkını biraz fazla tutmalısınız ki bu da sanırım 5 yaş gibi birşey. Neyse, bilmişlik taslamayayım işte. İki çocuk bir köpek fazla delilik içeriyor, ama moralini bozmaya hiçbir şey için üzülmeye vakit bulamıyor insan, değişik.

Off yazacak çok şey var aslında. Mesela ben bu çalışmama durumunu giderek seviyorum, ondan bahsedeceğim. Sonra çocuğuna kendin bakmak ne kadar da muhteşem birşeymiş onu anlatırım biraz, bulurum işte, kayıp zamanı bulup yerine koymak lazım. Bu bir günlüktü neticede.

26 Eylül 2013 Perşembe

Deneme bir ki...

İki ay olmuş yazmayalı. İki ayda büyüdüm kocaman oldum, tartılmıyorum bile artık. Bildiğin öküz kadar oldum. Otuzyedinci haftadayım. 1 Ekim'de doğuracağım.

Aynı profilde blog adresimde değişiklik yaptım, birkaç saçma insana vermiştim adresimi, verdikten sonra saçma olduklarına karar verdiğimden okumalarını da istemiyorum. Ayrıca küçük bir şehirde yaşıyorum ve bu şehirden sürüyle insan okumaya başladı burayı, ben zaten o kadar önemli şeyler yazmıyorum okumalarına da gerek yok, biz böyle kendi kendimize iyiyiz diyerekten değiştirdim adresi. Malum şehre ilişkin yazılarımı da kaldırdım ki geri dönüp gelemesinler. O kadar açık olup da sonra kendim olmayan şeylerden bahsetmeyeyim değil mi, mesela yellozun biriysem evde falan burda da olmalı, öyle baby showerında naif ve son derece duru güzelliğiyle objektiflere gülümseyen hamile kadın gibi davranmaya başlarsam mesela olmaz, hiç olmaz. Öyle değilim çünkü. Baby showerları da zaten çok saçma buluyorum. Nereye para harcayacağını bilemeyen insanları tuzağına düşüren bir takım güçlerin oyunları bunlar, bence gelmesek bu oyunlara iyi olur da, olmuyor işte. Ben gelmem o ayrı. Zaten o kadar da para bırakmıyoruz tuvalete, yok parasız değiliz tabii kendimizce bir takım lükslerimiz var, süslü baby shower kekleriyle yarışamaz ama var yine de... de ben o tip partileri yapmacık buluyorum mesela o da var. Şimdi kalksam baby shower partisi yapıyorum desem beni tanıyanlar gülerler, neden, çünkü her türlü arızam ortada, o kadar şeker pembe bir kadın olmadığımı yedi alem biliyor, böyle naifmiş gibi yapamıyorum. Ayrıca süper arıza ve ağlak bir hamilelik geçirdim, duygusallığın dibine vurdum vurdum çıktım. Beyimin yıllar süren profesör olsam mı olmasam mı sorunsalı  bildiğin rock yıldızı olmasıyla sona erdi şimdilik, barlarda çalıyor falan, önünde böyle onsekizlik çıtırlar dansediyor, bildiğin gibi değil bir gör nelerle yarışmak zorundayım ve düşün bir de hamileyim üstüne, baştan yemişim sevişemeyen kutsal kadın damgasını... sakın çıkıp da "aaa hamileyken de sevişilir" deme, herkes biliyor aynı şey olmadığını. Öyle böyle geçti gitti işte hamilelik... ne idealisttim başta, her gün hamilelik notları alacaktım, haftalık bloğa yazacaktım onları falan filan, yalan oldu tabii. Öyle naif bir kadın da değilim işte, hamilelik hormonlarımla barış içinde yaşayıp her kadının gıptayla baktığı örnek bir hamile olamadım, ama hakkımı yememek lazım yine bir hamileye göre süper enerjiktim, belki de barış içinde olamamamın nedeni budur, içimde biriken enerjiyi hamileyken atamıyorum, kimbilir belki de. Neyse. Moda olduğu üzere hamile, doğum vs fotoğrafı çektireyim dedim, sonra ücretini duyunca "aman ben kendime o parayla şunu alırım" veya daha insaflı davranarak "çocuklara harcarım" dedim işte. Para olsaydı da saçımı boyatmaya üşenecektim büyük ihtimalle, zira saçımı uzatmaya karar verdim bir karış boyasız saçla kaşlarım birleşmiş halde geziyorum. Bir de yine o kadar naif bir kadın değilime gelecek olay belki sıkıldın ama poz vermek zor olacaktı bu yelloz halimle saçıma papatya takmış karnımı seviyorum yüzümde ultra kutsal bir tebessüm falan, hadi onu da geçtim, birinci çocukta yapmadık böyle bir şey büyüyünce demez  mi benim niye yok diye. Ama en önemlisi şu, şimdi bizim ev var ya öyle süslü bir ev değil, bildiğin öğrenci evinden biraz daha iyi modda, afilli araç gereçleri ve süsleri olmayan (küçük dokunuşlar mı diyorlar nedir işte onlardan), evde köpek olduğundan kelli kıl tüy içinde, ben de otuzyedi yaşında evli ve çocuklu bir kadına göre hiç titiz bir insan olmadığımdan kelli çoğunlukla tozlu ve kirli bir ev, o şıkımdırak fotoğrafları assak duvarlara ne kadar eğreti duracağı o kadar açık ki. Ya bir de şu bebek fotoğraflarının hepsi aynı be... o da var. Tüm bunların sonucunda ondan da vazgeçtim, çekerim ben kendi fotoğrafımı dedim ama tabii o fotoğraf makinalarından olmalı bende de, neyse.... 

Bu yazmadığım ama yukarıda yazdıklarımı düşündüğüm iki ayda çok önemli şeyler oldu aslında. Şu nefret ettiğim işim vardı ya, patronlarım bana bir iyilik yapıp ofisi kapattılar. Ne de iyi ettiler. Çocukları bakıcıya bırakmak istememenin yanında annemi ya da kayınvalidemi buraya çağırmak zorunda kalmak da istemediğimden yaşadığım ikilemi anlatmak sanırım çok uzun olacak ayrı bir konu başlığıyla yazmak lazım onu. Çocuklara annelerin bakmasını çok büyük bir nimet olarak görsem de herkes gibi, sadece bakıcıdan daha iyi olduğunu söyleyebilirim, aynı şehirde yaşamayınca sıkıntı bunlar hep, hoş bn aynı şehirde yaşasam yine sıkıntı olurdu da. Sonradan vıdı vıdılamamak için çocuğuna kendin bakacaksın sanırım, tek çözüm bu. Kariyer de yaparım çocuk da sanırım çok da doğru bir söylem değil be, en azından benim için. Ne onu isterim ne bunu isterim hallerindeydim hep, içten içe kendim bakmak istiyordum evet, birinci de alamadığım keyfi ya da çekemediğim çileyi bunda da kaçırmak istemiyordum ve en önemlisi de bu iş hayatında bir halt olamayacağım artık çok netti. E çok da para kazanmayınca hala çalışmakta diretip kendimi niye kandırayım ki, kazandığım para bakıcıya ve temizlikçiye gidecekse bu strese değmez sanırım. Bir de artık cidden yıldım yirmili yaşlarımdaki motivasyon yok bende. Yani çalış çalış ne olacak, kendime beş yıllık kalkınma planı yapsam daha mı mutlu olacağım, iş hayatı cidden sahte ve anlamsız gelirken geleceğe yönelik planlar yapmak nasıl da komik ve acıklı geliyor insana, çalışırken ciddi ciddi mutsuzum ben, müdür de olsam mutsuzum mesela onu biliyorum ez azından, bir maydonozdan farklı hissetmiyorum neticede o zaman da. Şimdilik koca parasıyla geçinebilecek durumdayken bütün iş hayatını bir tarafa bırakıyorum süreli ya da süresiz şimdilik bilemiyorum ve çok da memnunum. Herkes sıkılacağımı düşünüyor, bunalacağımı falan, çalışmamanın ve çocuklarla birlikte olmamın beni asosyalleştireceğinden dem vuruyorlar çoğunlukla, çalışmanın kadına verdiği dinamizmden bahsediyorlar evde olunca bunu kaybedeceğimi vurguluyorlar satır aralarında kelimelere dökmeden, ama, bunlardan bahsedenlerin çoğunluğu da bir gün ben bunlardan şikayet edecek olursam ki eğer böyle bıyık altından gülecekler "ahahaha biz demiştik" falan diye şiddetle onu hissediyorum; Duman bizimle yaşamaya başladığı günlerdeki gibi aynı, "bakalım ne zaman bakamayıp geri verecekler?" diye içten içe dört gözle bakan insanlar vardı, böyle şeylerle mutlu olan insanlar var ya "ben demiştimlerle" mutlu olan, halbuki biz Duman'la yaşamayı beceremeseydik bu işten en çok Duman zararlı çıkacaktı kimse bunu düşünmüyordu sanırım; aynı çatlak meraklar ben hamile kalınca çıkmaya başladı "hamile hamile ne yapacak evde köpekle bakalım?" ne mi yaptım doğumuma sadece 6 gün var ve ben hala sokakta köpek gezdirebiliyorum, şimdi aynı çatlaklar "bebekle köpek birarada ne yapacaklar bakalım bu sefer kesin verecekler" diye düşünüyorlar eminim ama ben çok inat bir insanımdır. Sırf inat olsun diye bile bırakmam o köpeği, şaka be şaka ne takacağım seviyorum köpeği kendi çocuğum gibi nasıl bırakayım da.... Böyle şeylerle mutlu olmayın kardeşim milletin köpeğinden işinden sana ne iyi dileklerini dile nasihat etme bu insan 37 yaşında bilmem anlatabildim mi.... haz etmiyorum bu fikrini söylerken sonucunu merakla ve hasetle bekleyen insanlardan... 

Yazacak çok şey varmış, devamı sonra olsun....

18 Haziran 2013 Salı

Ne güzelsin duran adam...

Bu kadar sinir bozucu bir ülkede yaşanan haksızlıklara içerleyip dururken, belki de en çok kızımın büyüdüğünde duran adam gibi adamların öğrencisi olacağını umarak mutlu oluyorum... umarım bir gün bu insanlar tarafından yönetilen bir devlette genç kız olur kızlarım...

12 Haziran 2013 Çarşamba

12.06.2013...

Bu tarihi not etmeliyim. Bütün gece dürüst yayın yapmaya çalışıp bugün cezayı yiyen bir kanalın başında, elimde telefon facebook, twitter takip ederekten, gece üçte artık ayaklarımın ağrısına dayanamayıp nasıl bir sabaha uyanacağımı bilmeden girdim yatağa. 

5 Haziran 2013 Çarşamba

Ankara'ya sadece perinataloğa gitmiştim oysa...

Son dört gündür Ankara'daydım. Doktor kontrolünü arkadaşları da görüp sevme planıyla birleştirince dört gün oldu. Daha önce planlanmamış şekliyle Ankara karıştı, kendimizi eyleme gidiyor gibi hissettik. Hayır, halen biber gazı kokusu nasıldır bilmiyorum maalesef. Çocukluktan beri beraber yaşadığım alerjik astımım ve 21 haftalık göbeğimle benim eylemlere katılamayacağım aşikar olsa da aynı havayı solumuş olmak, mahalle arası yürüyüşleri görmek, Ankara sokaklarına tencere tava çalmak, altı yaşındaki kuzuya bunların neden yapıldığını bir bir anlatmak da çok güzeldi. Bütün bunlar olurken Erendiz Atasü'den Dağın Öteki Yüzü'nü okuyor olmam bile gözlerimin yaşarmasına yetiyordu. Onu sonra yazayım zira mis gibi bir roman kendisi.

Yıllardır bu ülkede olanlara kimsenin gıkının çıkmadığından, bütün karşı çıkışların, onaylamamaların ise sosyal paylaşım ortamlarında yapılan bir paylaşımdan öteye gidemediğinden, insanların giderek yozlaşmasından ve kapitalizmin kölesi, hükümetin yalakası olup işlerini halledenlerin giderek çoğalmasından şikayet eder yakınırken, artık ciddi ciddi "yurtdışına nasıl gideriz" konulu araştırmalar yaparken olanlar sanırım olmasını istediğim olaylardı. Ama keşke can yanmasaydı ama zaten bu da beklenen bir durumdu bana göre. İstanbul'da hiç yaşamadım, çok gezdim ama yaşamadım, bilmem oraları, yaşanmadan bilinmez tanınmaz. Ama Ankara'yı bilirim. Ankara'da öğrenci olmuş herkes bilir. Ankara'da polis denen bir acı gerçek vardır, ve bu acı gerçekten Ankara'da öğrenci olmuş hiç kimse hoşlanmaz. Dolayısıyla Ankara'da öğrenci olmuş kimseler olanlara pek de şaşırmamış olmalı... Olanlara tanık olurken öğrenciliğim geldi gözümün önüne çok çok, çıkan olaylar neticesinde kantinde kapalı kalışım mesela, polislerin bizi sıraya dizişi, kimlik bilgilerimizi kontrol esnasında hepimize pislikmişiz gibi bakışı, cep telefonumuz bile yok ki bırak internetten sosyal medyayı çağıralım kapıya... neyse... 

Ülkenin gidişatından, hatta abartmak gerekirse tüm dünyadaki gidişattan endişeliyim. Evrensel yozlaşma... evrensel endişe... ben apolitik bile değil de politika fobik büyütülmüş bir insanım... annesi babası 80 dönemini gayet güzel yaşamış belki de bu nedenle de kızını oğlunu koruma altına almış bir ailede büyüdüm, şöyle ki annemler beni onyedi yaşımda üniversite okumaya büyük şehire göndermişti ama her olay çıktığında ve dahası benden haber alınamadığında, ve televizyonlar dtcf de eylemcilerin okulu nasıl dağıttığını anlatırken ve cep telefonu yokken (evet medya o zaman olması gerektiği gibiydi) okulun kapısına Ankaralı bir yakınımızı dikerlerdi misal. "Aaaa İsmail Amca senin ne işi var burda" diye kalakalırdım okulun kapısında... "Aman kızım olaylara dikkat et" diye diye okudum ve büyüdüm işte, o yüzden ahkam kesemem politika siyaset vesaire üstüne ama çok okurum söylemesi ayıp, bir fikrim vardır benim de.

Bir sosyolog edasıyla yazamayacağım affet günlük, son zamanlarda yapılan eylemlerin olması gerekiyordu, çok da iyi oldu.

Evet, mesele üç beş ağaç değil elbet ama sadece üç beş ağaç için olsa ne olur ki zaten, sadece onun için bile eylem yapılabilir bence. Hatta AOÇ bu hale gelirken neden susmuşuz mesela, gözlerim yaşardı görünce. AVM yapmak yememiş de kendine saray yapıyormuş AOÇ nin göbeğine. Güzelim AOÇ ormanının tepesinde bir saray... etrafı büyük büyük yollar ve köprüler geçiyor... AOÇ nin yanında Gezi Parkı nedir ki aslında... AOÇ ye denk gelmedi işte direniş..yazık oldu.

Mesele çok, bütün bu meseleleri nasıl halledecekler belli değil henüz.

Mesele bence sadece diktatör olmasın, ılımlı olsun meselesi de değil, ne yani ılımlı olsa Arapça'nın okullarda seçmeli ders olmasını kabul mu edeceğim, ya da hamile kalıp kromozomları bozuk olması muhtemel bir cenini doğurmak zorunda kalmayı kabul mü edeceğim, sağlık sistemindeki sorunları ise doktor yakını olanlar bilebilir bir durumdayız mesela, büyük şehirleri bilemem ama buralarda aldığı gazla firmasının girişine cami maketi koyan firmalar var, yarın bir gün kızım bana "anne biz niye türban takmıyoruz, herkes takıyor" diye soracak ve hatta belki de suçlayacak kadar normalleşecek mesela bu kafa, ben bütün bunları "ılımlı" da olsa kabul edemem kimse kusura bakmasın, o kadar hümanist değilim maalesef. Dedim ya politikadan çok çakmam ama kendi tarafımdan bakacak olursam, alışveriş merkezine gitmiyorum, son 3 senede hepi topu en fazla on defa gitmişimdir o da mecburiyetten (tabii bunda ılıman iklimli denizli bir şehirde yaşıyor olmamın da etkisi var), televizyon izlemiyorum dolayısıyla hürrem'i, acun'u, kuzey'i  ve/ya binbir türlü reklamı sadece sosyal medyadaki bilgi kirliliğinden duyuyorum, Türkçe'yi kötü kullanan hiçbir kitabı veya yayını komik de olsa yok da satsa moda da olsa almıyorum, bunları bu eylemlerden önce de yapıyordum, yapmaya da devam edeceğim elimden geldiğince. Çünkü bunların hepsi birer zincir, şimdi haberleri net vermediği için kızdığımız medyaya hürrem seyrederek yeterince para kazandırmıyor muyduk mesela....dedim ya ben izlemiyorum. Bu tip dizi ve yarışmaların insanlar salaklaştırdığını düşündüğüm için ama sadece.

Sen de izleme olur mu... Bütün bu eylemleri unutup olağan hayatına geri dönme bence... ve bir daha oy verme, tadından yenmez ılımlı mı ılımlı bir insan dahi olsa kendisi kafa aynı kafa çünkü. Kadınlara erken emeklilik vermesi bile çalışmayalım diye...ona göre...

Bu arada, Ankara'da detaylı ultrasonumu oldum, büyük ihtimalle bir sorun olmayacağını amniyosenteze gerek olmadığını bilimsel kesirlerle açıkladı doktor, "bazen tıpta oluruna bırakmak da gerekir" diye de ekledi... sonra bende "Siz doktorsanız Adana'daki adam neydi acaba?" demek istedim...

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Bir doktor macerası...

Yarısı bitti bile. Ben keyfini çıkartacağım derken nasıl geçtiğini anlamadım hamileliğin yarısının. Zaten bana hayat ne olduğunu anlamadan geçiyor sanki hep. Birşeyleri yaşarken bedenen oradayım da ruhen orada yokum sanki, herşeye ilişkin bir nasıl geçtiğini anlayamama vakası yaşıyorum sürekli, hafıza kaybına benzer nitelikte. Neyse... Hayır, bir daha hasta olmadım neyse ki. Detaylı ultrasona girdim, bebeğin kalbinde görülen ekojenik kardiyak odak dışında herşey normal görünüyor. Aslında evdeki doktora, kendi doktoruma ve detaylı ultrasonumu yapan perinataloğa göre herşey normal. "Ekojenik kardiyak odak tek başına bir aksilik göstergesi değil, kaldı ki ikili testim düşük riskte, sadece ileri yaş da bir risk değeri değil, malum 35 yaş üstü bir hamileyim, sonuçta amniyosentez önermiyoruz"; bunlar onlara, doktorlara göre tabii, haa bu arada perinatalog arada "isterseniz de yaptırabilirsiniz tabii" demeyi de ihmal etmedi, olaki kusurlu bir doğum yaptınız bana gelip hesap sormayın der gibi. Ben ekojenik kardiyak odak tanımını duyduğum andan itibaren nette sörfteyim, ilk hamileliğimde de internette abuk subuk şeyleri okuyup doktorumu fitil ediyordum ve doktorum kelli felli kadın doğum üzerine ne varsa yapmış bir profesördü, her muayenede nette okuyup sorduğum abuk sorulara cevap veriyordu, ikili testim düşük riskli çıktığında "üçlü teste gerek yok, ikili test daha güvenilir" demişti de ben itiraz etmiştim "yok ben yaptıracağım" diye de, benimkinden azarı bir güzel işitmiştim "koskoca profesör gerek yok diyor sen kalkmış yaptıracağım diyorsun" diye, zira tonton doktorum koca kişisinin de hocasıydı. Sonra tonton beni uyardı okuma oradan buradan diye de bıraktım ben de okumayı sonra mis gibi tatlı mı tatlı geçti hamileliğim. Çok da hafıza kaybım yokmuş ya bak hatırlıyorum güzel güzel, ama sanki başkası bana anlatmış gibi. Birinci ve ikinci hamilelik arasındaki en büyük fark, ikinci hamilelikteki farkındalık sanırım. Neyse... dedim ya içim rahat etmedi, Adana'dan bir profesör araştırdım, bugün ona gideceğim. Bakalım o ne diyecek, hayatta en nefret ettiğim şey başıma geldi... doktor doktor gezmek. Elini sallasan tıp fakültesine çarparsa böyle olur işte, sanki heryerde eğitim aynı kalitedeymiş gibi, hasta ameliyat etmeden uzmanlık alan cerrahlar var bu ülkede be. Bak kızdım yine. Tabii bugün gideceğim doktor da şöyle diyebilir, "isterseniz amniyosentez yapalım", bu amniyosentez işi de anladığım kadarıyla artık hasta talep ederse yapılan bir müdahele olmuş, zaman benim ilk hamileliğimden bu yana değişmiş. Doktorlar sanki biraz daha fazlaca şirketler gibi davranıyorlar ya da davranmak zorunda mı bırakılıyorlar, normal doğum diye hastaneye giren hiçbir arkadaşımın normal doğum yapamamış olması gibi, "isterseniz amniyosentez yaparız"... ben ne isteyeceğim kardeşim yapalım mı yapmayalım mı sen bileceksin, sen okumuşsun o kadar sene, ben buna karar verecek olsam sana ne gereği var. Değil mi? Bu arada bir doktorla evli olan doktor olmayan kişinin en zor anları da bir başka doktorun muayenesi esnasında yaşanmaktadır, zira ortamda bir doktor olduğundan bütün kontroller tıp dilinde dile getirilir, sen de hiçbir şey anlamazsın, bu da ayrı gıcık bir durumdur da bunları anlatmanın yeri burası değil, konu başlığı farklı.

Bu arada yarın oldu. Ben yazıyı yayınlamadım, akşamına profesöre gittim, yattım kalktım işe geldim, devam ediyorum.

O profesöre gittiğime gideceğime bin pişman oldum. Koca lafı dinlemez, hep burnunun dikine dikine gidersen böyle olur işte. Gittiğim profesör artık yaş itibariyle mi yoksa medyanın başına gelen bir olayı bu sene başında abartmasından dolayı mı nedir kendini paranoyaya teslim etmiş bir adamdı. Daha adamın yüzünü görmeden sekreteri ultrasonografinin bebekteki bütün anomalileri görmek için yeterli olmadığına dair bir yazı imzalattı. Evet, ülkemizdeki bir takım insan profilini, ve kocanın yanına uğradığım birkaç seferde gördüğüm bazı hasta profillerini düşününce bunu haklı bulabilirdim tabii de, doktorun odasına girdiğimizde yaşımın 37 olduğu öğrendiğinde verdiği tepkiyi ve daha hiçbir muayene yapmadan ve hasta hikayemi almadan 35 yaş üstüne amniyosentez önerdiğini söylemesini ise hiç de haklı bulamadım. Zira, doktorun üzerindeki paranoyak haller burada da kendini gösteriyordu. Neyse, kendisine zahmet olacaktı ama nihayet ultrasona geçebildik. Ultrasonda herşeyi birbir anlattı, hem de Türkçe olarak, buna şaşırdım doğrusu. Sonuç herşey normal. Bunun üzerine biz dayanamadık, kalpte odak vardı dedik, tekrar baktı, yok çok ufak o kaybolur önemli değil dedi, evet odak küçülmüştü. "Bu tek başına bir bulgu değil zaten" dedi bir zahmet, evet onu biz de biliyoruz demedik zaten. Neyse, adam sürekli kendini garantiye almak peşinde olmaya devam etti, "ultrason kesin bilgi vermez", "ikili testi çöpe at bir işe yaramaz, bak yaş riski var", "çocuk down sendromlu olmayabilir ama başka zeka özrü olabilir biz ultrasonda zekayı göremiyoruz" diye ekledi de ekledi, "yaş riski var amniyosentez öneriyorum ama tabii sen bilirsin" dedi, ben "19 haftalıkken hafif bir kanamam oldu, amniyosentez riskli olur mu?" diye sordum, o da devam etti "e tabii amniyosentez den sonra düşük olabilir, suyun gelebilir, sen enfeksiyon kapabilirsin bunları kabul etmen gerekiyor, riski var tabii sen bilirsin" dedi. Ben "gerekiyor mu, gerekmiyor mu" dedim, "sen bilirsin tabii, ben sadece öneriyorum" dedi. Ben "Düşüneceğim" dedim. Arkasından sekreteri bir kağıt getirdi ve adam bana "yaz bakalım buraya amniyosentez istemiyorum, çocuğumu doğurmak istiyorum diye imzala" dedi. Kuzu kuzu imzaladım. "Peki dedim amniyosenteze olur dersem de çocuğumu düşürebilirim, kendimi enfekte edebilirim diye mi yazı imzalayacağım" dedim, "evet" dedi. "Evet". Amniyosentez kararı bana kalmış yani, istersem yaptırım istemezsem yaptırmam, bu mudur? Olması gereken, yaptırıp yaptırmamam gerektiğini doktorun söylemesi değil midir, önermek değil de yapılması gerektiğini söylemek değil midir? Ayrıca bu doktorların söyledikleri neden birbirini tutmaz, biri yaş tek başına bağlayıcı değil büyük şehirlerde insanlar gecikebiliyorlar diyor diğeri 35 yaş üstüne kesin öneririm  Amerika'da da böyle diyor. Bir müdahele yapılması gerekiyorsa yapılır zaten, itiraz etmeyiz herhalde. Neyse, bana Ankara yolları göründü kısacası. Tonton doktoruma gideceğim, o ne derse onu yapacağım... o mutlaka ne yapmam gerektiğini kesin bir dille söyler böyle yavşaklık yapmaz, böyle tırsmaz başıma bir olay gelir mi diye...


14 Mayıs 2013 Salı

Son zamanlarda....

Yine hasta oldum. Grip oldum hem de öyle böyle değil... Bütün hamileliğim boyunca sürekli hasta oldum, oysa çok çok keyfini çıkarmayı koymuştum kafaya. Zaten ne istersen hep tersi olur şu hayatta...neyse, iyileştim şimdi, bir daha olmamasını ve bundan sonrasında keyifli bir hamilelik geçirmeyi umut ediyorum. Şöyle hamile kalınca, anne olunca falan tadından yenmez, şeker, olgun, ermiş, bilmiş, bütün dünyayla barışık  vesaire kadınlar oluyor, onlardan olmak istiyorum bir süre mümkünse.
....

Hatay'da patlama olunca çok şaşırdınız değil mi? Birden bire aylar öncesine döndünüz, hükümetin tavrını hatırladınız, söylenenleri belki, etkisi birkaç gün sürdü zaten. Sonra araya bir sürü olay daha karıştı unutturuldunuz, malum biz ve bizim gibilerin unutması ve düşünmemesi için uyutulmaları, unutturulmaları gerek. Biz unutmadık ve biz hiç şaşırmadık... Biz dediğim bu taraflarda yaşayanlar. Olaylar ilk patlak verdiğinde ve gündem o şekilde çalkanırken, biz sahile bakıp "Suriye'de karşısı, adamlar ordan sallasa küt tepemize iner" diyorduk, traji komik esprimsiler. O gün bugündür, şimdilik yollardaki on arabadan üçünün Suriye plakalı olması ve giderek çoğalmasına, Arapça konuşan ve Arapça yaşayan nüfusun, yüzü gözü örtülü kadınların giderek artmasına ve bu şehirde doğup büyümüş olanların oturamadığı sahil sitelerine bir bir yerleşmelerine tanık oluyoruz. Zaten karışık olan bir toplumun daha da karıştığına şahit oluyoruz, ve kendimiz burada yaşadığımız halde "burası Türkiye'mi" diyecek hale geliyoruz. Hatay'lı çok arkadaşımız var... onlardan duyuyoruz karışıklıkları, zaten burada bu derece bir karışma var ise, oraları tahmin etmek güç değil. Demem o ki, kısaca, Reyhanlı' daki patlama beni şaşırtmadı. Adamlar ülkenin içine ediyorlar, bunu görmemek için ahmak olmak lazım ama her geçen gün rabbimciler, hayırlı cumacılar çoğalıyor, ben de bunu anlamıyorum... 
....

Bir doktorla evli olmak beni bu aralar çok geriyor. Ne bitmez tükenmez bir kariyer hevesiymiş bu anlamadım ki. Sanki senden para sıçmanı isteyen mi var ana fikriyle yeni bir yazı daha yazıp içimdekileri dökmeliyim hastalıklardan başımı kaldırabilirsem eğer. 
....

Ha, bu arada bir kız daha doğuracakmışım. Ne sevindim ne sevindim. "Aman kız olsun, ilkinin eskilerini giydiririz masraf olmaz" mı desem, "kız çocuk nasıl bakılır biliyorum kız olsun benim için kolay olur" mu desem... o hastalıklı ana oğul ilişkisini yaşamak, sürekli eleştirdiğim bir cinsiyeti yetiştirip sonra nefret ettiğim erkek triplerine tanık olunca onları hoşgörmek zorunda kalarak tükürdüğümü yalamak istemediğimden, ve gerçekten de erkek çocuklar çok yaramaz olduğundan ve benim bu yaramazlığa dayanma gücümün çok zayıf olmasından kelli kız istiyordum... tabii önce sağlıklı olsundu, ama sonra hemen de kız olsundu. Gönlüme göre oldu. Şimdi iki tane kendim gibi yelloz yetiştireceğim işte, ohhhh.
....

Duman bugün yatak odasındaki halının üzerine kakasını, hatta kakalarını yaptı. Bu yeni kardeş onu da mı daraltıyor nedir? Hoş, birinci kuzunun kardeş gazını almak için şuan çok iyi gidiyorum denebilir. Bunları onun günlüğüne yazıyorum şimdilik.
....

Çok fena kitap okuyorum bu aralar. Ahmet Altan ve Livaneli'nin yeni kitaplarını okudum bile. Nasıl bir tesadüf bilemiyorum ama Ahmet Altan'ı bitirip de Livaneli'ye başlayınca, sanki aynı mekanda bir evden diğerine geçmiş gibi oluyorsunuz. Birbirinin devamı gibi... çok ilginç geldi bana. Üst üste okumanızı tavsiye ederim, detayları sonra yazacağım.

Benden bu kadar şimdilik....
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...