30 Eylül 2010 Perşembe

Müşteri memnuniyeti üzerine..

Son birkaç yıldır Ankara’da birbiri ardına Liva açılıyor. Neredeyse Ankara’ya özgü bir marka oldular bile diyebilirim. Konsept biraz karışık, hem pastane, hem restoran, hem cafe modunda hizmet ediyorlar. Çukurambar’da açtıkları yerlerinde haftasonları verdikleri geç kahvaltı hizmetini arkadaşlar öve öve bitiremiyorlardı. Bir arkadaşımın davetiyle bir Pazar günü kahvaltıya gittik oraya. Oldukça büyük bir yer ama ben pek de sevimli bulmadım, kendine özgü bir dekorasyonu veya havası yok. Yemeklere gelince çok bol çeşitli, sınırsız yeme özgürlüğü var, öğleden sonra kahvaltı modundan yemek moduna geçip tek bir fiyata yemeye devam edebiliyorsunuz, ama herşey dahil otel restoranları gibi iki tabak peynirin önünde elimde tabak sıra beklemek bana komik geliyor. Bütün bir Pazar gününü orada sürekli yiyip içerek geçirmek bence manasız, yer büyük olmasına büyük ama o kadar kalabalık ki, neredeyse herkes yan yana kahvaltı ediyor. Bunun dışında palyaço falan var, çocuklu aileler için iyi oluyor, çocukları götürüp yüz boyama yapıyorlar azıcık nefes alacak zamanınız oluyor. Ama yine de ben sevmedim, sevmedim derken bir daha gitmemi sağlayacak özel ve değişik bir konsepte sahip değil, herkes doluşup tıka basa yiyor işte olay bu. Bunun dışında Esat caddesindeki küçücük Liva’yı seviyorum, mahalle pastanesi kıvamında, çok da kalabalık olmayan yol kenarında otur, çayını iç pastanı ye, üst kattan aşağıya çay içmeye inmiş hasta teyzeyi dinle . Şimdi bu Liva'nın, Özsüt  ve Mado gibi pastanelerden bir farkı var mı diye sorarsanız, buna 2 gün önce “aman bir farkı yok, zaten pahalı diğerlerine göre” derdim. Fakat dün gece saat 21.00 de pasta siparişi vermem gerekince, göndereceğim yere de yakın olması bakımından ilk Hacettepe Liva’yı aradım. Saat dokuzu geçmişti bile, çıkan beyefendi çok kibardı ve telaşlı sesimi analiz edip ona göre davranacak kadar rahatlatıcıydı , dedim ki siparişi bir yere verip ödemeyi başka bir yerden yapacağım olur mu? Beyefendi demez mi tamam siz verin adresi biz bir gönderelim siparişi iş görülsün önce, sonra ödemeyi konuşuruz, kapatma saatimiz yaklaşıyor, kapatmadan yetiştirelim biz bu pastayı. Ben öyle hönk diye kaldım tabii, kuzu kuzu teslim adresini verdim. Neyse, sonra telefonumu aldı. Pastayı 22.00 gibi teslim ettikten sonra aradı, teslim ettik dedi, ödemeyi artık yarın alırız sorun değil, tabii sizin için de uygunsa dedi. Ben yine hönk diye kaldım. Telefonu ve adresi aldıktan sonra siz yarın müsait olduğunuz saatte bizi arayın biz gelir alırız ödemeyi dedi. Ertesi gün tam bir öküz müşteriye uygun bir hareket yaparak ben unuttum aramayı öğlene kadar, ve adamlar aramadılar bile. Neyse, sonra aklım başıma geldi de öğleden sonra aradım. Sonuç olarak, işim aceleydi, saat geç olmuştu ve hiç yokuşa sürülmeden halledildi, hem de geç bir saatte, bundan sonra ben her siparişimde Liva’yı aramaz mıyım? Ararım. Müşteri memnuniyeti bu mudur, bence budur.

26 Eylül 2010 Pazar

Fala İnanma Falsız Kalma...

Hani böyle bazen insana garip şeyler olur, birini düşünürken seni arar, aklından geçen biri küt diye karşına çıkar, yapmayı istediğin alakasız bir şeyi yapmak için yine alakasız zamanda alakasız bir fırsat bulursun, rüyaların çıkar, gibi, gibi...işte bana onlardan çok sık olur. Benim bunların çok sık olduğunu dile getirmem arkadaşlar arasında çoğu zaman alay konusu oluyor o ayrı. Örnekli açıklamaları dile getirmek gerekirse (örneklerin hepsini yazmak uzun olur, bu gibi olaylar sürekli yaşanmaktadır),

- Hayatımın herhangi bir döneminde, herhangi bir yerde yakın iletişim halinde olduğum insanlarla kozmik bir bağ kuruyorum farkında olmadan. İletişim derken, farkında olmaksızın yoğunlaştığım ilişkilerde olduğu gibi hayatımın bir döneminde sık sık görüştüğüm ama o dönem bitince telefon defterimde bir isim olan kişilerle de oluyor bu. Kozmik bağa açıklık getirmem gerekirse, alakalı alakasız zamanlarda, ortada hiçbir neden yokken, düşündüğümde beni arıyor bu insanlar. Bu bazen günde 3-4 kez olabiliyor. Bir de tam tersi olmak üzere, yine alakalı alakasız zamanlarda bu insanlar aklıma düşüyor, arıyorum, şok oluyorlar, o sırada bir sorunla uğraştıklarını veya beni düşündüklerini falan söylüyorlar. Son 1 senedir alıştım ben bu duruma, olağan karşılıyorum artık.

- Birşeyi yapmamam gerekiyorsa, yani, yaparsam kötü sonuçları olacak bazı durumlarda, mutlaka beni tökezletecek, uyarı mahiyetinde olaylar oluyor. Örneğin, gidersem sorun olacak bir yere giderken neredeyse kaza yapmak gibi.

- Birşeyi safça ve içten istersem, böyle kalbimden gelerek, %85 olur, böyle hop diye önüme düşer. Buna yakın zamanda başıma gelen bir olayla açıklayayım, bir gece koca dışarı çıktı, ben uyudum yatıp, sonra karabasan bastı beni uyandım, kocayı aradım, korktum; konuştuk kapattım sonra canım çikolata istedi, dolaba baktım yok, kocayı aradım "bana kırmızı gofretlerden al" dedim, koca "oha" dedi, "şu anda bakkaldayım, ve kırmızı gofretlerin önünde duruyorum", "haa öölemi, tamam al işte", bu kadar da alıştım bu duruma aslında. Bunun gibi bazısı büyük bazısı ufak tefek olaylar dizisi başıma gelir.

- Nazarım değer, gözüm kalır. Evet, burada bir cadılık söz konusu, vallahi de kötü, hin gözle bakmıyorum. Bir örnek vereyim hemen, ayakkabı seçimi konusunda çok takdir ettiğim bir arkadaşımın aldığı yeni ayakkabısına kıskançlıkla bakıp "off ayakkabıların çok güzelmiş, gıcık" dedim, akşamına topuğu kırıldı, hem de oldukça sağlam bir markadan almıştı.

- Rüyalarda sembolik abuk nesneler, olaylar görme. Saçma sapan rüyalar görüp anlamlarını farkına varmıyor, sonrasında yorumlarına baktığımda "oha" olduğum durumlar oluyordu. Sonradan farkına vardım, artık hep bakıyorum yorumlarına, ama bel bağlamıyorum bu yorumlara hala. Örnekleyelim hemen, pantolonumun paçalarını kestiğimi gördüğüm bir rüyanın akabinde işten çıkarılmıştım kel alaka bir şekilde, pantolon paçası kesmek işten atılmak demekmiş; denizde yüzdüğümü gördüğüm her rüyanın ertesinde kel alaka güzel şeyler yaşarım, eski işlerimden birinde tüm ekibi nuhun gemisinde görmüştüm, fırtına çıkmış, fırtınayla savaşmıştık, sonrasında patronum geminin baş tarafından el sallamıştı, sonrasında yine kel alaka bir şekilde ortaklar birbirine girip şirketi batırdılar falan filan.

- Karabasanlar... İlk başlarda beni çok korkutan, uykularımı kaçıran karabasanlara artık alışmış durumdayım. Gece uyurken gözlerimi açtığımda ayaklarını gördüğüm ve kafamı kaldırdığımda o ayakların kendini asmış tepemde duran adamın ayaklarını görmemle başlayan karabasan anılarım anlatmakla bitmez derecede. Yurtdışında katıldığımız bir fuarın son gününde kendimi bedenimden çıkarttığımı görmem ve akabinde tüm bedenimin deli gibi ağrıması, sırtüstü yatarken üstüme çöken karabasan kişisinin bana tecavüze kalkması ve uyanınca oramı buramı kontrol etmem, sıklıkla kollarımı felan çekiştirmesi, karnımda debelenmesi, koluma ve kafama bastırıp kulağıma neidüğü belirsiz şeyler fısıldamasına alıştım artık.Bazıları halen çok korkutsa ve çırpınmama neden olsa da, arada aklımı başıma devşirip "bekle geçecek" diyorum artık, geçiyor. Sonrasında oramda buramda ağrıları kalıyor, artık nasıl kasıyorsam kendimi.

- İlk defa gördüğüm, yeni tanıştığım insanlara ilişkin öngörülerim yüzde doksan doğru çıkar. Bazı insanlara bu yüzden hiç yanaşmam. Arkadaşlarımın bazı erkek arkadaşları için "buna yanaşma" derim mesela. Ya da çok fena yapışırım, bırakmam. Yapıştıklarımda yanıldığım oldu tabii onlara sonsuz güven duyduğum için, ama sezgilerim güçlü onu biliyorum. Yahu kaç arkadaşıma dedim bu adama yanaşma diye, yanaştılar, gördüler :)

Şimdi tüm bunlar psikolojide bir takım kırıklıklar olarak yorumlanabilir, orasını bilemiyorum tabii. Ama madem dedim ben bu kadar ahmak şey yaşıyorum, bu bir enerjiyse yönlendirmek lazım. Kahve içip kendi falıma bakmaya başladım. Açtım kahve falı sözlüğünü, baktım allah baktım. Öncelikle itiraf edeyim, kahve falı bakmak çok zevkli, ve kafayı zorlayan bir olay. Böyle şekillerin arasında debelendikçe birşeyler çıkarıyor, anlamlarına baktıkça hayalgücünüzü zorluyorsunuz, bir de acaip konsantrasyon sağlamak zorunda kalıyorsunuz. Bu hafta bir iş arkadaşım türk kahvesi içerken "kapat falına bakayım" dedim, "yok artık" dedi, "acemiyim ama atıyorum biraz" dedim. Falında hepi topu 4-5 şekil gördüm yorumladım, "potansiyel var" deyince, başka bir iş akadaşıma da baktım, o da olumladı potansiyeli hafif de şaşıraraktan, vallaha da bildim. Şimdi birkaç psişik siteden okuyorum nasıl bakacağım diye. Fincanın sapını baz alarak fincanın içini tam ortadan olmak kaydıyla dikey ve yatay olarak ikiye bölüp....neyse bakarım bir ara falınıza...

22 Eylül 2010 Çarşamba

Depresif...

Ben rahat yatagimda uyurken sanki buyuk bir felaket olmus,dunya uzerindeki tum binalar yikilmis, tum agaclar yanmis, tum denizler kurumus, tum insanlar olmus de, ben dunyanin sonuna uyanmisim...iste bu kadar yalniz hissediyorum kendimi bugun.

8 Eylül 2010 Çarşamba

U2 360° Tour Istanbul'daydım...

Hiç abartmadan olduğu gibi yazacağım, kıskanmaca çekememece yok, tamam mı okur kişisi...  Geçen sene Kasım'da biletlerini aldığım bu konsere allem ettim kallem ettim, gittim. Bir sürü U2 konseri seyrettim DVD den, biliyorum ki bir konserden öte müthiş bir show bekleyecek bizi, kaçırmamalıyım. Allem kallem durumuna özellikle değinmek arzusundayım. Konser pazartesi gecesiydi, pazartesi iş günüydü, ramazandı, stadyuma erken gitmek gerekiyordu. Çarşamba bayram arefesiydi, bizim şirkette bayram tatilini birleştirmeye uyuz olunurdu, dolayısıyla Salı işe gitmek zorunluluğu vardı. Koca izin alamıyordu. Ben bu konsere nasıl gideceğim nasıl gideceğim derken, pazartesi tam gün izni tereyağından kıl çeker gibi aldım. Kocayla prensip anlaşması yaptım, biletini kardeşime hediye ettim. Gidiş dönüş uçak biletimi abuk saatler seçerek süper ucuza getirdim. Çok yoruldum, çok bittim, çok üşüdüm, konser sonrası serum yiyecek derecede grip oldum ama yine olsun yine giderim.

Günler öncesinden konserle ilgili sürekli haberler çıkmaya başladı. Ben hemen facebookdaki U2 360° Tour Istanbul grubuna üye oldum gelişmeleri anbean takip etmek istiyordum. Sahnenin (The Claw) kurulmaya başladığının duyurulması ve her gün fotograflarının yayınlanması heyecanı arttırıyordu. Tabii ki de sahnenin nasıl bir görüntüsü olduğunu konser afişlerinden falan biliyordum ama bu "oha" dedirten sahnenin Istanbul'da kuruluyor olması ayrı heyecanlandırıyordu. Sahnenin kurulma anlarını fotoğraflardan takip ederken stadyumdaki yerimizi düşünüp hayıflanmaya başladım, "allaaaah, biz sahneye çok uzağız".Bu endişenin ne derece yersiz ve saçma olduğunu stadyuma girene kadar anlamayacaktım tabii.Sahne kuruldu, Bono henüz Tukiye'ye gelmeden seyircilerine gaz verici selamlar göndermeye başladı, gazeteler, TV ler bas bas U2 Istanbul'a geliyor diye bağırınırken, vay Bono şunu dedi, vay Bono bize küfretti polemikleri boy gösterdi. Pek severiz zaten ülkemize gelen müzisyenler, sanatçılar bize şöyle bok attı böyle bok attı diye ortalığı velveleye vermeyi. Toplum olarak  hem sosyal hem de bireysel yaşantımızda hep negatifliklere odaklanmak bir alışkanlık olmuş bizim için. Kim ne derse desin bu konsere gidiyorum ve bunun için de çok mutluyum.

Derken U2 Cuma gecesi geldi Istanbul'a. U2 hayranları (tabii ki de Istanbul'da ikamet edenler) havalimanı önünde karşıladılar, imzalarını aldılar, sarıldılar, öptüler. Ben Ankara'da kıskançlığımdan çatladım.

Pazar gittim Istanbul'a. Nasıl bir heyecan nasıl bir heyecan, önüme gelene "biliyor musun U2 konserine gidiyorum ben" demek istiyorum falan, o derece. Istanbul'da sokaklarda hep U2 konser afişleri, sokak lambalarında koca koca "U2 Istanbul'da" pankartları asılı, bunları gördükçe gaza geldim tabii. 13.00 de yapılması planlanan boğaz köprüsü yürüyüşüne uzaktan da olsa bakabilmek adına oralardan geçtik ama bir gün önce günlük güneşlik olan Istanbul havası bana inat şakır şakır yağmurlu ve soğuktu. Baktık hiç hareket yok, bir de kaldıkları Çırağan otelinin önünden geçelim dedik, malum hayranlar sürekli otelin önünde toplanıyorlar, ama orada da kimse yoktu. Şansımıza küstük. Boğaz köprüsünde yağmur dinince akşamüstüne doğru yürüdüler, kaçırdık tabii. Zaten bir sürü siyasiyle yapılan yürüyüş amacından sapıp kara çarşaf partisinin referandum gösterisine dönünce gitmemek hayırlı olmuş dedik, zavallım Bono köprünün güzelliğine doyamadan ve bir kıtadan diğerine yürüyerek geçmenin kendisinde yarattığı hislerin tadına varamadan siyasetçilerin kuklası durumuna düştü, zaten çekilen fotoğrafların çoğunda da "anam noluyo ya bu ne, bunlar kim" yüz ifadesi hakimdi kendisinde.

Pazartesi gelip çatınca, marul gibi kat kat giyinip yollara düştüm, bu Atatürk Olimpiyat Stadyumu denen yerin hiçliğin ortasında inşa edilmiş, dünyanın bu kadar çok rüzgar alan tek olimpiyat stadyumu olma ünvanını elinde tuttuğu konusunda uyardı arkadaşlar sağolsunlar. Istanbullu arkadaşlarla buluştuk. Stadyum hiçliğin ortasında dedik ya, doğru dürüst yolu da yokmuş meğersem, tüm gazeteler, web grupları "bas bas bağırıyor erken gidin, toplu taşıma kullanın" diye. Biz de dinledik tabii. 15.30 gibi yollara düştük. Beşiktaş'tan metrobüs ile Yenibosna'ya gittik. Yenibosna'dan U2 konseri için belediye otobüs kaldırıyormuş, onlara bineceğiz. Yenibosna'da indik, nerden kalkar bu otobüsler belli değil, tamam IBB ne iyi etmiş otobüs koymuşsun da, bir de o hengamede insanlar yolunu bulsun diye bir tabela, ok mok birşey koy di mi, yok. Bu otobüsler nerede diye soran eblek yüz ifadeli insan grupları, "konsere mi?" diye sorarak, toplu halde hareket ediyorlar falan. Biz de öyle birkaç kader arkadaşıyla geçtik karşıya. Otobüsün kapısından sarkıp "konseeerrreee giderr, konserrrre giderrr" diye acı acı bağıran muavini duyunca atlayıverdik tıka basa dolu otobüse (Türkiye gerçeği no.1). Bir gıdım adım atacak yer olmayan otobüste muavin başladı halk otobüsü uygulamasına, "6 tl bilet ücretlerini alalım" , millet "oha" oldu tabii, cazgır Istanbul halkı muavini tefe koydu ama muavin de cazgırdı yemedi, "dönüşte vermeyeceksiniz gardeşim, binip geleceksiniz işteaa" diye cevabı yapıştırıverdi (Türkiye gerçeği no.2). Erken yola düşmüş olmamızın tek avantajı çok fazla trafiğe takılmamamızı sağladı ama, sadece İkitelli'de acaip bir sıkışıklık yaşadık. Yaklaşık 35 dakika sonra stadyumdaydık. Otobüslerden inince keyfimiz yerine geldi, konser enerjisi her yerdeydi. Herkes hoplaya zıplaya girişe doğru gidiyordu. Biz de nasıl ağzımız kulaklarımızda yürüyoruz, durup durup birbirimize sarılıyoruz, öyle bir salak teenage hallerinde mutluluk sarhoşuyuz. Stadyum uzaktan tamamıyla görüş alanımıza girince, "The Claw"ın oradan bile görünüyor olması bizi şoke etti, bir süre öyle kaldık. Hemen stadyum önünde fotograflarımızı çektirdik. Ve işte hazırız, kalabalığa, TV kameralarına doğru gidiyoruz.

Stadyuma gelince, ben böyle çirkin çevre düzenlemesi görmedim, hatta çevre düzenlemesi yoktu zaten. Güzel güzel koca olimpiyat stadı yapmışsın, etrafa az ağaç dik, çimen ek, güzel ışıklarla süsle di mi, yok, heryer toz toprak içinde, otoparkın bir kısmına çevre düzenlemesi yapılmış, bir kısmı böyle kel toful duruyor, stadın etrafında asfalt bile yok, tali yol modunda. İğrenç yani, tek kelimeyle iğrenç.

Neyse biz mutluluk sarhoşluğumuzu alkolle desteklemek için bira arayışına girdik. Değil bira, ne su alacak, ne mendil alacak bir büfe var. Nerede bu organizatörler kardeşim derken. Çantasına biraları doldurmuş işporta bira, su ve çakma U2 tour tişörtü satıcıları kaçak kaçak satış yapıyor, bıyıklı göbekli kıllı kıro amcalar ve ellerinde U2 tour tişörtleri, bir de tur ambleminin altına yıldız koymuşlar, ülkücü U2 tur tişörtü konsepti olmuş (Türkiye Gerçeği no.3). 5 tl den aldık biralarımızı, kuzey giriş kapısında asılı koca stadyum tabelasından sandıkki o kapıdan gireceğiz, sonra bir sıra gördük orada, ee herhalde bu sıraya gireceğiz dedik, sorduk öndekilere, "bilmiyoruz ki kimse birşey demiyor, buradan giriliyor herhalde" dediler, biz de aynını arkamızdan gelenlere söyledik, onlar öbürlerine söyledi vsvs. Biz böyle 1 saat sırada durduk sohbet muhabbet içtik falan derken sıra kısaldı kısaldı kapıya yaklaştı. Demezler mi "burası saha içinin girişi, tribünler şu tarafa" diye. Kızmak istesen etrafta kızacak görevli de yok, zaten mutluluk sarhoşuyuz kızmak da gelmiyor içimizden, burası Türkiye diyip gittik güzel güzel kapımıza. Tribün girişi rahatmış meğersem, biletini okutup elini kolunu sallaya sallaya giriyorsun. Bu arada günlerdir yapılan duyurularda, stadyum etrafında bir sürü standlar olacağı, bir nevi festival alanı yaratıldığı falan yazıyordu, yalan. 2 sandviç köfte büfesi, bir de bira büfesi koymuşlar 3 tribün başına, festival alanı oymuş. Efes her konserde, her festivalde yaptığı üzere karton bardakta içirtti birayı, hem de 10 tl ye, oha. O kadar konsere geldik tur tişörtü alıp da giymezsem olmaz. Eeee nerede satılıyor tişörtler. Her yerde mavi U2 tişörtlü prezantıbıl diye tabir ettiğimiz tipten delikanlılar ve genç kızlar yer göstermeye çalışıyorlar, sorulara cevap veriyorlar. Gittik sorduk tur tişörtünü nereden alacağımızı. (şimdi Türkiye gerçeği no.4 sahne alıyor) Bilmiyorlarmış, kardeşim seni niye koydular oraya, etrafa caka satasın diye mi. Güvenlikçilere sorun diyorlar. Heryer güvenlikçi, tribün aşağısında duran güvenlikçiye soruyoruz, sahaya doğru olanlara, bilmiyorlar, yukarı giriş kapısına sorun diyorlar, tribünlerdeki 100 merdiveni çıkıyoruz, kapıya gidiyoruz, bilmiyorlar ve diyorlar ki "dışarda satıyorlar", Türk sabrı içimizde, "onlar çakma" diyoruz, "zaten çıkamazsınız ki, biletlerinizin barkodu okutuldu, gişeden geçtiniz". Şef kılıklı bir adam saha içinde satılıyor onlar diyor, "gidin siz aşağıdaki güvenlikçilere alıp gelirsiniz". 100 merdiveni iniyoruz. Ve bizi saha içine almıyorlar, dayanamıyor kavga çıkarıyoruz, sonra kös kös yerimize dönüyoruz. Koskoca stadyumda tişört sadece saha içinde satılıyor, oha. Biz tişörtsüz kalıyoruz....Organizasyona lanet ediyoruz.

Şimdi burada az başa sarıp gişelerden geçtiğimiz ana geri dönmek istiyorum. Gişelerden geçip de, karşımızda dev gibi "The Claw" u görünce şöyle bir apışıp kaldık. Büyük bir sahne falan diyorlardı ama biz karşımızda dev bir uzay gemisi bulduk. Zaten manzara çok komikti, her giren öyle bir apışıp kalıyordu. Yol boyunca "yap şu konseri İnönü'de bok mu var" diye hayıflanan arkadaşımız sahneyi görünce mel mel bakıp "hööööö bu zaten sığmazmışki oraya" deyip olayı özetledi. Sahne arkamızda, ağzımız kulaklarımızda "biz U2 konserine gittik vallaha" temalı fotoğraflarımızı çektirdik, teknoloji sağolsun hemen netten profillerimize koyup gidemeyenleri uyuz ettik. Bu dev sahneyle ilgili bilgiler şöyle: genişlik 78 metre, yükseklik 50 metre, ağırlık 180 ton, kapladığı alan 2200 metrekare, üzerinde bir milyon parçadan oluşmuş beş yüz bin piksel kapasiteli silindir ekran ve sahnenin her ayağında 72 adet bağımsız “subwoofer” varmış. Bu sahneden üç tane varmış. U2’nun konser vereceği stad ve sonraki iki şehirde aynı anda kuruluyormuş sahneler. Stadyumun dışında bekleyen bir sürü tır vardı, meğer 150 tır bütün bu araç gereci taşıyormuş. Sahne montajında 400 kişi çalışıyormuş. Tabiri caizse bir U2 şirketi var ortada. Sahne tasarımı bütün stadyumun olan biteni seyredebilmesi için yuvarlak yapılmış. Sonradan anladık ki, her açıdan olan bitene hakim kılıyor sahne seyirciyi, tamamen keyif aldırmaya yönelik tasarlanmış. İlk bakışta bu sahne bize nasıl bir görsel show sunacak kesinlikle anlaşılmıyor, 4 ayaklı dev gibi birşey var, ayakların tepelerinde yuvarlak baloncuk gibi şeyler var, tepesinde antene benzeyen metal bir çubuk var sonuçta. Bir de müzik aletlerinin olduğu orta sahnenin dışında, Bono'nun yürüdüğü dansettiği bir daire var, bu daire ile orta sahne arasında da red zone var zaten (bu format bütün U2 sahnelerinde var), bu daire ile orta sahne arasına oynar köprüler koymuşlar, elemanlar bu köprülerin üzerinde hareket edebiliyorlar, tasvir yeterli oldu mu bilmem artık.

İlk önce Snow Patrol grubu çıktı sahneye. Silindir ekran ön grupla birlikte çalıştı. Gerçekten de her yerden gayet net bir şekilde görünüyordu. Fakat tabii sahneyi tümden çalıştırmadılar U2 beklediler. Ben daha önce hiç dinlememiştim grubu, ama çok ünlü olmasalar da hatırı sayılır bir hayran kitlesi varmış. Gayet güzel eğlendirdiler, biz daha ön grupta coştuk zaten eğlenmeye programlanmış tipler olarak. Snow Patrol solisti acaip şekerdi, Türkiye konseri U2 nun ön grubu olarak çıktıkları son konsermiş, o yüzden kırmızı gömlek üzerine beyaz kravat taktığını söyledi, son şarkılarında U2 nun ekibine teşekkür edip tüm ekibi sahneye çağırdılar, hep beraber şarkıyı söylediler, güzel duygusal bir an oldu. Biz de baktık böyle adamlardaki şansa bak U2 ekibinde çalışıyorlar, ne işler meslekler var diyip kendi kendimize uyuz olup kıskandık.

Bu arada hava iyicene soğudu, rüzgar iliklerimize işledi derken bir de üstüne yağmur başlamaz mı. Tişörtle girdiğimiz stadyumda üstümüze 2 kat montumuzu giydik, yine ıslandık, yine üşüdük, ama tabii pek umrumuzda değildi, tek korkumuz yağmurun dinmeyip konserin tadının çıkmaması ve hatta iptal falan edilmesiydi. Bu arada saat 21.00 olmuştu ve stad hala dolmamıştı, allah dedik biletler satılmadı mı, buncacık kişi mi olacağız derken yavaş yavaş doldu bütün tribünler ve sahaiçi. Meğer trafik felç olmuş dandik stadyum yolunda. 21.00 de çıkacakları söyleniyordu fakat çıkmadılar, stadın dolmasını beklediler söylentisi var bilemiyorum artık. Saat 22.00 oldu. Bütün ışıklar söndü. David Bowie "Space Oddity" çalmaya başladı, çaldı, çaldı, çaldı, alkışlar başladı ve U2 geldi. Bütün stad çığlık çığlığa, herkes bağırıyor, alkışlıyor, her beraber delirdik. Bono'nun sesini duyunca böyle bir içim gıcıklandı, "allaaaahhhhh" dedim, "canlı canlı dinliyorum ben yaaaaaa" diye bağırırken buldum kendimi. Sonra "The Claw" atraksiyona başladı, bütün ışıklar, spotlar yandı, ohaa dedik, bir kal gelme anı yaşadık, sonra keyfine baktık. Ya sanırım kelimelerle anlatmak zor olacak, abartmıyorum, ya da evet abartmada tavan yapıyorum çünkü bu sahne gerçekten de inanılmazdı. Ve ben o dakika anladım ki sahne kurulurken "biz uzak mıyız sahneye ne" endişem o kadar yersizmiş ki, stadyumun neresinde olursanız olun farklı bir açıdan ama aynı güzellikte gösterilere şahit oluyorsunuz. Sahne önüne yakınsanız Bono'yu öpme mesafesindesiniz ayrı bir keyif fakat dev sahne yukarınızda kaldığı için gösterileri göremiyorsunuz, tribünlerdeyseniz grubu uzaktan görüyorsunuz, 360 ledlerden seyrediyorsunuz, zaten bu ledlerde envai çeşit kurgu da gösteriliyor ve sahnedeki tüm gösterilere hakim oluyorsunuz. Konserin en güzel detaylarından biri de Bono'nun tüm söyledikleri led ekranlarda anında Türkçe'ye çevrilerek gösteriliyordu, tüm mesaj içerikli yazılar, konuşmalar hepsi Türkçe'ye de çevriliyordu.

Konser günün anlam ve önemine uygun olarak "Beautiful Day" ile başladı. Albümlerinde ne dinlediysek aynı onu dinledik, cidden çok güzel çaldılar. Bono desen, azıcık yaşlan be adam, bir kere bi sesin çatallansın di mi, yook, hem sesi hem endamı hala güzel hala etkileyici.

Gelelim yuhlama olayına, gazete ve TV lerde yansıtıldığı gibi abartı birşey değildi. Bono "Bugün boğaz köprüsünde yürüdüm, Egemen Bağış'a teşekkurler" falan diyordu tam, tam diyemedi zaten,  bir yuuh sesi yükseldi, yuhlanan Bono değil bahsi geçen bakandı zaten. Bono'da güldü, politikacılardan bahsetmeyelim, sadece köprüden, güzelliğinden bahsedelim" felan dedi, gülümsedi, sonra alkış koptu. Oyle dakikalarca yuhalama olmadı. Abarttılar. Yok neymiş Bono başbakanla görüşmüş bilmem ne, niye görüşmüş işte, destekliyor muymuş, bir sürü polemik oldu, ya AKP nin pazar günü mitingi vardı, başbakanda U2 olayını kullandı, bizim başbakan ne çakacak U2dan yoksa. Pazar günü Kadir Gecesi olduğu için bu konser Pazartesi yapıldı. Şimdi Bono çıksaydı da ben başbakanınızla görüşemem deseydi, vay sen kimsin de Türkiye'nin başbakanıyla görüşmüyorsun diye yermeyecek miydik bu sefer. Bırak allasen. Zaten diğer konserlerine nazaran daha az konuştu Bono, seyirciyle daha az iletişim kurduğunu düşünüyorum bu olaydan sonra. Bir de zaten seyirci perfomansı düşük bir konserdi, bu da Türklerden kaynaklanıyordu. Böyle bir coşku eksikliği vardı, anlamadığım. Bana farketmez zaten ben şarkı söylemesini istiyordum, konuşmasın, polemik olmasın, sadece o güzel sesiyle şarkı söylesin bize yeter.


Yıllardır dinlediğim, üstüne bir sürü anı yapıp çok sevdiğim şarkıların çoğunu çaldılar, Mysterious Ways, In a Little While, Sunday Bloody Sunday, Where the Streets Have No Name, I Still Haven't Found What I'm Looking For, Desire, With or Without You, Hold Me Thrill Me Kiss Me, One, Vertigo. Hepsini çok güzel çaldılar, çok güzel söylediler.

In A Little While çalarken, bir konser ritüeli olan olay gerçekleşti. Bono seyircilerin arasından bir hatunu çekti yanına. Onun dizlerine yatıp söyledi şarkıyı, dansettiler, sahnede yürüdüler birlikte. Ben kızı biraz uyuz buldum açıkçası, böyle çok heyecanlı falan görünmüyordu, hatta biraz eblek görünüyordu bile diyebilirim, böyle bir heyecan yoksunu, bir kazma. Bono dizlerine yatmış, bir saçını sev, bir sarıl bulmuşsun adamı, bir ye bitir di mi, yok, kazma işte, Türk kızı, utandı herhalde. Beni çekecek çıkaracak valla Bono, çok deli olur. Zaten çok kıskandık hatunu, resmen çekemedik, ayağı takılsın düşsün rezil olsun istedik. Kötüyüm di mi?

En bomba anlardan biri Bono'nun Zülfü Livaneli'yi sahneye çağırmasıydı ve beraber şarkı söylemeleriydi. Gerçekten de acaip sürpriz oldu. Zülfü Livaneli çok misafirperver ve yakın davrandı Bono'ya, çok samimiydi. Aralarında güzel bir iletişim vardı. Sonra Zülfü Livaneli "Bono'ya bir hediye verelim mi?" dedi ve Yiğidim Aslanım şarkısını söylemeye başladı. Bütün stad inledi resmen, Zülfü Livaneli sustu, bütün stad inliyor böyle acaip bir andı. Bono'ya biraz ayıp oldu burada, çünkü biz her ne kadar bütün U2 şarkılarının sözlerini bilsek ve Bono'yla birlikte söylesek de daha önce dediğim gibi seyircilerin çoğu kazmaydı ve şarkı sözlerini bilmiyordu. Zaten bu konsere U2 sevdiği ve dinlediği için gelen insan sayısı çok fazla değildi. Hiç dinlemeyip bahsi geçtiği için meraktan gelen tipler falan çoğunluktaydı bence, ne kazma milletiz biz yaa. Bir de bütün konserlerinde biten biletler bir tek ülkemizde bitmemiş, bir de turnenin en ucuz biletleri bu konserdeydi. Kimse pahalıymış falan demesin Duman konser biletlerinden daha ucuz biletler vardı.

Hani TV de felan görürüz böyle konserlerde kendini paralayan, bağırıp ağlayan, bir nevi kendinden geçen kızlar vardır ya, bildiniz mi? Onlar gerçekmiş. Bağırdık, kendimizi paraladık, ağladık, cırladık.

En unutulmaz anlardan biri de sahnenin tüm ışıklarının yanması ve tepesinden bir sürü spotun gökyüzüne uzandığı andı. Çok büyülüydü. Buna ilişkin fotoğrafı Facebook daki U2 360° Tour  Istanbul grubundan aldım, Özkan Uğurlu çekmiş. Teşekkürler.

Kazma diyorum ya seyircilere, trafiğe kalmamak için henüz konser bitmeden çıkan bir sürü insan oldu. Ya ne ayıp birşey yaa, adamlar daha çalıp söylüyor, sen çıkmaya başlıyorsun, bir de görüyorlar çünkü saha çıkışı tam sahne karşısında. Terbiyesizler yaa, terbiyesiz kazma seyirci, senin yüzünden bir daha gelmeyecekler.
Konser bitmesin hep sürsün, Bono hep benle kalsın, olimpiyat stadyumunda yaşayıp gidelim istedim ama olmadı. Bitti.... Güzel anıları, hisleri benle kaldı, torunlarıma anlatacak süper bir anım oldu.

Dönüş yolu nasıldı? Ne siz sorun ne ben söyleyeyim, 24.30 da biten konserin ardından 2.30 da gidebildik eve. Yarın bir gün kazayla olimpiyatları bize verirlerse, çok büyük rezalet olacak.

2 Eylül 2010 Perşembe

Sadakat -İnci Aral

Bu yaz tatilimde okumayı seçtiğim kitap çıktığından beri almak istediğim fakat uygun zamanını beklediğim Sadakat romanıydı. Uygun zamanın yaz tatili olduğunu hissettim, İnci Aral romanları beni çok etkilendiğinden düşünecek başka birşeyin olmadığı, yan gelip yatacağım, roman karakterleri beni daralltığında denize dalabileceğim bir zaman dilimi seçtim. Herşeyden önce Sadakat mükemmel bir İnci Aral romanı. Herbir kelimesi, herbir satırı İnci Aral. Safran Sarı'yı beğenmemiştim, eksik bulmuş İnci Aral bu değil demiştim (ne haddimeyse, o ayrı..) Ardından çıkan Sadakat özlediğim İnci Aral'ı bana geri getirdi. Bir kez daha hayran kaldım kendisine.

Tüm hikayeyi romanın baş kahramanı Azra'dan dinliyoruz. Azra hapishanede, kocasını öldürmekle suçlandığını, fakat ona göre öldürmediğini ve suçsuz olduğunu öğreniyoruz ilk sayfalarda. Adam nasıl ölmüş veya öldürülmüş, Azra neler yaşamış nasıl bu hale düşmüş bilemiyoruz, merak ettiğimiz tüm hikayeyi Azra geçmişe dönerek anlatmaya başlıyor. Azra eczacılık yapan okumuş etmiş bir kadın, okuyup etmenin erkeklerle olan ilişkilerde hiçbir etken olmadığının bir örneği kendisi. Geçmişinde evliyken başka bir adama aşık olmuş bir anne, başı önde ses çıkarmamış sonrasında çocukları tarafından çilesinden öldüğü düşünülen bir baba ile büyümüş iki kız çocuğundan biri Azra. Bir türlü doğru erkeği (ne demekse..) bulamamış, bulsa da sömürüp bezdirecek denli aşka muhtaç bir kadın aynı zamanda. Sanki babasına sadık olamamış anneden öc alırcasına, sanki hiç sesini çıkarmamış babasına inat. Ve Azra'nın geçmiş başarısız evlilik olayına, çocuğuna anne olmayı aşk uğruna ertelemesine, takıntılarına, acizliklerine, saflığına, umutlarına, kadınlığına ilişkin bir sürü olaya tanık oluruz. Azra'yı uzun, dalgalı, kahverengi saçlı buğday tenli, balık etli, güzel gözlü, hafif tombul yanaklı, büyük göğüslü bir kadın olarak canlandırmışım ben.

Romanın ikinci kadın kahramanı ise kızkardeşi Aliye. Aliye, Azra'nın tam tersi karakterde bir kadın. Eğitimsiz, geçimini ya kocası ya annesi ya da ablası üzerinden sağlamış, buna rağmen çok güzel, alımlı, cazibeli, ağzı laf yapan bir kadın. Sürekli ayrılıp barıştığı, tekme tokat birbirine girdiği, hastalıklı bir ilişkisi olan (buna aşk denebilir mi tartışılır..) bir kocası, doyumsuz bir ruhu var. Azra ve Aliye'nin birbirinden çok farklı görünen karakterlerinin kesişme noktası ise bir türlü tek başlarına, erkeksiz ve aşksız ayakta durma güçlerinin olmayışı, bunun uğruna anneliklerini ertelemeleridir sanıyorum. Aliye'yi, uzun, dalgalı, sarı saçlı, buğday tenli, balık etli, çıkık elmacık kemikli, ufak tefek, çıtı pıtı bir kadın olarak canlandırmışım ben.
 
Gelelim Ferda'ya. Biraz kaba olacak ama tam anlamıyla bu iki kadının hayatlarının içine tükürmüş baş erkek kahramanıdır romanın, iğrenç bir adamdır. Kadınların hiç mi parmağı yok, hep tüküren taraf mı arsız, var tabii olmaz mı, ama yine Ferda denen ahlaksız şerefsiz, bir takım erkeklerin de aşkı nasıl kolay ve arsızca sömürebileceklerini alenen göstermekte. Sadakat, ihanet ve özgürlüğe ilişkin sorular ve sorunlar Ferda'nın hareketlerinde hatta dayatmalarında dile gelir, ayyuka çıkar, sıkar, boğar. Ama bütün hayvanlığına rağmen o da alır aşktan payını, kalır öyle. İşin burada en acıtan noktalarından biri ise Ferda gibi hayvan sayısı o kadar büyük bir hızla artmakta ki, insan yeni nesil kızların onlardan hayvan olmasına üzülemiyor bile. Ferda annesiz büyüdüğü gibi iki ikiz kadınla yaşayan bir babayla büyümüş, Ferda'nın Ferda olmasına pek de şaşırmıyoruz sonrasında bu yüzden, sapkınlıkları, karmaşalarına tanık oldukça. Ferda'yı esmer, kıvırcık uzun saçlı (ama çok uzun değil), önleri açılmış, saçlarını arkadan bağlayan, V yaka kazak veya tişört giyen, biraz göbekli, kısa boylu bir adam olarak canlandırmışım ben.
 
Azra'nın annesi evliyken başkasına aşık olmuş namussuz kadın, ama yok aşk bu ne yapsın kadın elinde olmayabilir, babası sesinin çıkarmamış yuh, ama yok ne yapsın adam o da karısına aşık, Azra salak mı Ferda'nın çıkıp çıkıp gitmelerine, başka kadınlarına bile bile göz yumuyor, ama yok bir şans daha veriyor işte, güvensiz bir ailede büyümüş elinden gelmez aşka aşık, Aliye amma da kaltak bir kadınmış ya, ama yok hayat koşullarına bir bak, başka ne beklenirki ondan, müstahak buna oh oldu, aman onun ne suçu vardı ufacık, Ferda ne iğrenç ne bayağı bir adammış yaa, ama izin veriliyor başka ne beklenir..... vs...vs... Bu tip arada kaldığım, yargılayamadığım, neyin doğru neyin yanlış ayırdına varamadığım iki ucu boklu değnek durumlar beni o kadar sıkıştırdı ki bu romanda. Bir de o durumları böyle şairane, böyle iç gıcıklatıcı kelimerle anlatmak, çok beğendim, çok.
 
Yazarların artık gazetelerin 3. sayfalarında yayınlanan aile faciası niteliğindeki haberleri konu aldıkları şeklinde bazı yorumlara ilişti gözüm. Bu haberlere konu kişiler eskiden, tabirim kaba kaçabilir ama, kenar mahalle sakini eğitimsiz cahil kişilerken, bu tip facialarda başroller teknolojinin, ve belki getirdiklerinin, ve belki sindiremediklerimizin, ve belki bu derece modern ve açık olmamızın hatalı yorumu ve sunumu sonucu okumuş tabir ettiğimiz kişilerce paylaşılmaya başlandıysa, yazarların bunu incelemesi gerek diyorum. Türkiye'nin en büyük özel üniversitesinden mezun bir gençkız doktor annesini öldürüyorsa, bu 3. sayfa haberi olmaktan öteye geçmiştir artık. Sadakat romanı da basit bir sadakat-ihanet-aşk üçgeni romanı olmaktan ötedir bence bu yüzden.

S.18.. Ellerim üşüyor en çok. Çoktandır, tarihe mal olmuş bir zaman parçasından beri üşümekte zaten. Salondan gelen düm teke düm tek feryadın sahibi gibi, kor ateşlerde yanacak biriyken her nasılsa don yemişim.

S.19.. Herkesin olmuştur böyle anları. Issız bir sokaktaki bir kapı girişinde peşinize düşmüş bir abazandan saklanıp korkunuzu yenebilmek için soluklanırken bir sokak köpeği sokulmuştur yanınıza örneğin. Sizi dünyanın verebileceği zararlardan korumak istercesine nemli, fındık rengi dost gözlerle bakmıştır yüzünüze. Eğilip kafasını okşamışsınızdır hayvancığın, o da bacaklarınızın arasına sokulmuştur kalbi kırık bir yoldaş gibi.

S.145...Sesi olmayan bir ağzım olduğunu bilmiyordum. Sessizliğimin ne kadar yırtıcı olduğunu. Benim değildi o ses. Konuşan ben değildim. O yükselen alçalan, çözülen, fırıl fırıl dönen ve çıkış arayan haykırışlar benim olamazdı.
Sözcükler yuvarlanıp yerlere düşüyordu ve ben nasıl olup da hep birlikte baş aşağı, aşağı, aşağı düştüğümüzü anlayamıyordum.
Yeryüzünün neresinde bulunduğumu bilmiyordum.
İçimi bulandıran nefretle kapıyı dövüyordum ve ellerimle boğmak, öldürmek istiyordum onları.
Sadakatin yalnızca iyimserlik ve umuttan ibaret olduğunu böyle, kanatlarım ateşe tutularak öğrendim.

S.153...İhanete kurban gitmeyenler, hele bu en yakınlarının ve sevdiklerinin çifte kavrulmuş ihanetiyse, bağış ve hoşgörü ölçütleri ne kadar yüksek olursa olsun bunun ne demek olduğunu anlayamaz, o dehşeti tahmin bile edemezler. Kör edici bir ışığa sürekli bakmaya çalışmak gibi bir şey bu! İhanet asla bağışlanmaz, geçiştirilebilir belki ama iğrenç yüzü belleğe o kadar derin çizgilerle kazınır ki unutmak için ölmek gerekir.

Turkuvaz Yayıncılık, 14. Basım (1.Basım-Şubat 2010), 277 sayfa
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...