30 Aralık 2010 Perşembe

2010 ne getirdi, 2011 den ne beklerim konulu geyik yazı...

Geçen sene hiç yazmamışım bile 2010 bana ne getirsin isterim, neler yapacağım neler yapmayacağım geyiklerini; hoş, yazmış olsaydım bile muhtemelen pek de gerçekleştirememiş olacaktım. 2010 yılını kaale almamışım ki yazmamışım, 2010 da beni kaale almadı zaar. Bu yıl çok ruhum sıkıldı, huzursuzlandı; ne inişli ne de çıkışlı, böyle safi sıradan, ova misali dümdüz hissettim çoğunlukla; ne mutlu ne mutsuz, o bile belli değildi, ufak mutlulukların hemen ardından ağlama krizine kapılmak gibi böyle bir panikli ataklı bir yıldı ama o bile dümdüz yaşandı, kimse anlamadı. Bu yıl yaptığım neleri yapmayacağımı düşününceyse hiçbir şey gelmiyor aklıma, pişmanlıklarından ders almayan bir insan olduğumdan kelli aynı hataları belirli döngülerde yapıyorum zaten, alıştım. Yo yo yo güzel olaylar falan oldu tabii, bir kere çok güzel bir yaz tatili yaptım, çok okudum, çok düşündüm, kimse ölmedi yakınımdan, kimse hasta olmadı. Bu yıl bitse de oluuurr bitmese de, çok umurumda değil.

Gelelim 2011'e. Bana huzur getir, sadece bana getirmen yeterli ben huzurlu olursam etrafıma saçarım onu, şu hayatta ne olmak istediğime karar vermeye yetecek kadar akıl fikir ver bir de, yine kimseye birşey olmasın, herkes sağlıklı olsun, hiç yaşlanmayayım...bu kadar. Para pul istemem ekstradan, bu yeterli, aşağıya da düşmesin tabii de. Şimdi ben yaşlanıyorum ya, 35 yaşında bir bedenin içinde 25 yaşında bir ruh taşıdığımdan, ruh yaşımla beden yaşımı nispeten yakın tutabilmek amacıyla, bu seneden itibaren çok deli sağlık kuralları uygulamaya kararlıyım, daha doğrusu önce karar vermeye karar vereceğim tabii. Yolun yarısı diye tabir edilen bu yaşın yolun çeyreği olması için hergün bol su, bir bardak süt içip ceviz yiyeceğim, içki-sigara içmeyeceğim (haftada bir içip içip zıvanadan çıkma hakkımı saklı tutaraktan), her gün kırışık onarıcı kremlerimi orama burama sürüp makyajla yatmayacağım, her hafta mayalı sütlü maskemi yapacağım, bol meyve yiceğim, fast food ve abur cubur yemeceğim, falan filan.

Sonra, kızımla zamanın en iyisini geçireceğim, çok okuyacağım, çok fotoğraf çekeceğim, yine önce bunları yapmaya karar vermeye karar vereceğim tabii, yeni bir yılın gazıyla. Mutlu huzurlu yıllar.....

25 Aralık 2010 Cumartesi

Sevgilinin Geciken Ölümü - Murat Gülsoy

S. 36... Ölüm bir süreçtir, bizi tanıyan son kişi öldüğünde tamamlanacak bir süreç...

Beni en çok etkileyen cümlelerden biri oldu bu. Daha doğrusu cümlenin içeriği demeliyim, anneannem öldükten sonra hep bunu düşünmüştüm, ne yaşadı bu kadın, ne iz bıraktı dünyada sadece ve sadece bize kokusunu bıraktı hala duyumsadığım, böyle düşünürken de çok garip geliyordu "hayat", sonra sonra düşündüm 1 oğlu, 3 kızı, 1 gelini, 3 damadı var, ben ve diğer torunları var, yeğenleri var, abimin (kuzenim) çocuğunu görebildi ama o da hatırlamaz büyük ihtimal, öyleyse en küçük teyzemin küçük kızı biliyoru en son bu kokuyu; çıkarımım ise şuydu anneannem en küçük kuzenim öldüğünde ölmüş olacak (sıralı ölüm olursa, umarım, inşallah, amin), bütün bu saydıklarım içinde en küçük o çünkü, bu kokuyu hatırlayacak. Ölen herkesle ilgili bu denklemi kurma alışkanlığım var, dünyada bir iz bırakmaya dair takıntılarım var, ondan oluyor sanırım, belki bu günlüğü de ondan tutuyorum, kimbilir. Uzun lafın kısası ben bu cümleyi hep yaşıyorum.  (zaten yazarın kalbimdeki konumu geniş bir yer kaplamaya başladı ki "adam tam da benim düşündüğümü yazmış" diyecek kadar yakın, "ben yazacaktım o yazmış" diyecek kadar kıskanç bir hale geliyorum).

Baş kahramanımız Cem'in karısı Serap bir trafik kazası geçirir bitkisel hayata girer, Cem karısına bakar, içten içe hesaplaşır (lar).

Küçüklüğümden beri psikopatça bir düşüncem var, değer verdiğim insanlar beni kırınca elimde olmadan hayalini kurduğum psikopatça bir düşünce. Kırılmanın derecesine göre psikopatlaşır bu, az kırıldıysam "ya ben bir kaza geçirsem hastaneye düşsem ne yaparlar acaba?" veya "kanser olsam bu yaşımda hastaneye düşsem de üzülseler...", çok kırıldıysam "ölsemde görseler günlerini" gibi gibi gibi. Hatta abartıp hayal falan ederim, bir hastane odası ben yatıyorum böyle perperişan...ya da ölmüşüm mezarımın başındayım falan...sonra gelsin beni kızdıranlara dair hal ve tavır canlandırmaları...benim küçük hayalgücü egzersizlerim. Hal böyle olunca kendimi Serap'la, kocamı da Cem'le özdeşleştirip, çoğunlukla hüngür şakır ağlama, yer yer "yaa baak işte böyle göt bu adamlar", yer yer "off Serap ben de aynen böyle yaşıyorum" diyip olaylarla canlı bağlantı kurmam zor olmadı. Hatta bitince "al kocacım bak sen de oku" demeye kadar bile varacaktı da, zor tuttum kendimi. Uzun süreli tanışlıklara dayanan evliliklerde kişileri tek tek ve bir bütün olarak ne güzel çözümlemiş Murat Gülsoy, sorgulamış demeyeceğim, anlatmış işte, çok iyi anlamış ki, güzel güzel anlatmış. 20 li yaşlarda neydik, 30 larda neyiz, şimdiki 20 ler nerede, biz hayatın neresindeyiz, ne istemediğimizi biliyor muyuz ki ne isteyelim gibi bizim kuşağa (70-80 doğumlular) mahsus olduğuna inandığım çıkmazlar ara sıra Cem'le çıkıyor ortaya. Bizim kuşak tabir ettiğim kişiler daha farklı bir zevk alacaklar okurken, daha değişik bir tad alacaklar, "aaa ben de böyle düşünüyorum" tadı. Hemen okuyunuzzz.

Daha önce başka yazarlarla ilgili bahsetmiştim, küçüklükten beri en güzel yemeği en sona, en güzel pastayı en sona bırakırım, hemen yemeyeyim diye de diğerlerini yavaş yavaş yerim ya, Murat Gülsoy'da tabağımdaki en lezzetli kurabiyelerden biri oldu. Bütün romanlarını alıp bir çırpıda okuyabilecekken, tabağım boş kalmasın diye bekletiyorum onları.

S.43 Uzunca bir zamandır yaşamını paylaştığı birinin kaza haberini gece yarısı apansız çalan bir telefonla öğrenen bir adam ne hissederse onu hissetmeye çalışıyordu Cem. Hissetmeye çalışıyordu! Gerçekten de...Çünkü böylesine büyük bir acı ve korku onu dondurmuştu. Kendi dışına çıkmış gibiydi. Bedeninni içinde - o güne dek varlığından haberdar olmadığı- farklı bir birim kumandayı ele almıştı. Bu yeni iradenin etkisiyle yaptığı hareketleri dışarıdan izliyordu....

S.44 İşte herşeyin sonu... Serap eğer ölürse, eğer ona bir şey olursa... ben yaşayamam! Tek gerçek buydu. Sade çıplak. Bu düşünce zihninde, bedenin iç yüzeylerinde son sürat yankılanıyordu. Ama ruhunun hiç tanımadığı karanlık bir köşesinden onu çok şaşırtan başka bir ses yükseliyordu: Yaşarsın...Bal gibi yaşarsın...Sıfırlanacaksın...Onunla birlikte öleceksin ve sen yeniden doğacaksın....

Kirpiklerimin Gölgesi - Şebnem İşigüzel

Anlatılan tüm bu acı dolu hikaye yaşayanın kaleminden gelseydi çok daha fazla etkilenirdim büyük ihtimalle, her ne kadar kız çocuğunun dilinden " ben" olarak anlatılsa da herşey, arada tanınmış bir yazarın kalemi olması, "böyle olmamalı" diyen kızgınlığımı "bunlar kurmaca mı?" diyerek geçirmeye çalışmama yol açtı. Etkilenmedim mi yani, yok, fena derecede etkilendim. Geceleri uyumakta zorlandım bile diyebilirim hatta (yatmadan önce 5-10 sayfa okuma alışkanlığımdan, yoksa psikopat mıyım bu romanı yatarken okumayı adet edineyim). Şebnem İşigüzel'in neredeyse tüm kitaplarını okudum, neyle karşılacağımı da biliyordum ama yine de hazırlıksızdım tabii ki de, okurken çarpıldım, bazen midem de bulandı.

Konu genel olarak hayata çile çekmek için gelmiş insanlardan biri olan 11 yaşındaki bir kız çocuğunun başından geçen kötü olayları anlatıyor. Bir çocuk istismar edilerek nasıl mahvedilir açık açık ve dümdüz yazmış İşigüzel, olaylar o kadar çarpıcı ki, dili ne kadar güzeldi çok ayırdına varamadım; ama, nasıl okurken kendini kaptırıp doludizgin okuyorsa okur, yazar da aynen öyle yazmış, dümdüz dediğim o. Sanki oturmuş masasının başına kaptırmış kendini yazmaya, bitirmeden de kalkmamış. Öyle nasıl çarpıcı olurum, nasıl okurun yüzüne bu çarpıklıkları şöyle şiddetle vura vura anlatırım gibi bir derdi de yok bu yüzden. Duygu sömürüsü yok, akıllı bıdıkçılık yok, farklılık kaygısı yok, iddia yok, neyse o. Bir annenin çocuğun hayatındaki önemi bir kez daha çekti dikkatimi, neysek bu hayatta en çok annemizin ettiklerinden oyuz aslında, ve annemiz koruduğu kadar korunup onun bizzat verdiği ve/veya izin verdiği kadar zarar görüyoruz. Tavsiye ediyorum okuyun, ama kitabın inceliğine kanıp da bir çırpıda okuyacağım diye kasmayın, bu da benden söylemesi. Seviyorum ben bu kadını ya.

Bu arada kapak tasarımı da çok güzel, anlamlı ve romana çok uygun.

S.59...Ben bazen çok dalgın oluyordum; kafamın içinde kocaman bir dünyayı taşımaktan yorulmuş, aklımdan geçenleri fısıldamış oluyordum farkında olmadan. Yine öyle olduğunu sanmıştım. Bu defa düşündüklerimi usul usul anlatayım istedim. Kör olsa, beni görmese bile, birisiyle konuşmuş olurdum. Çünkü çok yalnızdım ben. Okul yolunda, okul servisinde, okulda, dönüş yolunda, okul formamla gidip çalışmaya koyulduğum Kaplıca Oteli'nde, eve döndüğümde, küçük bir bebek gibi beline kadar çiş kaka içinde kalmış ninemi temizleyip onu beslerken ve onun mırıldanmalarını dinlerken, çıkardığı garip sesleri, her akşam yediğim yoğurt, ekmek ve bir elmayla kendi küçük odacığıma çekildiğimde, ödevlerimi yaparken yalnızdım ben. Yalnız olduğumda canım sıkılmazdı. Canım yanmazdı yalnız olduğumda. Yalnız olduğunuzda kimse size zarar veremez. Şimdi sorarsınız, ağabeyin duman gibi odana süzüldüğünde yalnız değil miydin? Benim anlatmak istediğim, gökyüzünde bir yıldız, hem yalnızdır hem değil. Ormanda bir ağaç, hem yalnızdır hem değil. Bunun gibi.

İletişim Yayınları, 2. Baskı 2010 (1. baskı 2010), 157 sayfa

14 Aralık 2010 Salı

"Bir Doktorla Evli Olmak" yazı dizisi no.2....

Hmmnn nerede kalmıştım şöyle bir göz attıktan sonra toparlamamın zor olacağını anladım, muhtemelen oradan buradan düzensiz ve dağınık bir şekilde devam edeceğim. Bir intern doktorla beraber olmanın derinliklerine inmeyeceğim, tek söyleyeceğim, bir doktorun doktor olmaya başladığı seneler oluyor bunlar, burada iki iyi, birkaç kötü haberim var. İyi haber, ayrıca bir doktora gitmek gerekmiyor evde mevcut, ya da gitmek gerektiğinde zaten hastanede tanıdık doktor olduğundan işler kolay oluyor; kötü haber ise "en çok ben çalışıyorum", "doktor olmayan anlayamaz", "aman allahım yoksa allah ben miyim", "nöbetteyim", "ameliyattayım", "şimdi onla ilgilenemem çok işim var", "bunun için mi aradın?", "zaten anlamanı beklemiyorum", "kalk kalk birşeyin yok, ne hastalar var", "hastanede kadınlar bağıra bağıra doğuruyor...", "ben herşeyi bilirim".....gibi gibi gibi....cümleleri işitmeye başlıyorsunuz. Her bir cümlenin nedenlerini ve sonuçlarını incelemeden önce bir pratisyen hekimin ve tabii ki de o pratisyen hekimin pek delidolu sosyalci sevgilisinin oldukça zor bir dönemi olan TUS  dönemine değinmeden geçmemek lazım. Zira doktor olmayan biri TUS hazırlığını anlamaz, ve zaten pek az doktor sevgilisi bunu anlamıştır. Ve bu blog büyük iftiharla sunar, ben bunu anlamış bir doktor sevgilisi oldum, sonra zaten doktor nişanlısı, sonra doktor karısı oldum, aile içinde, işte, otobüste, dolmuşta, düğünde dernekte hep doktor karısı oldum da sağolsunlar arkadaş eşrafında "ben" olmak kolay oldu.

TUS - Tıpta Uzmanlık Sınavı. Bu doktorlar 6 sene it gibi, affedersiniz, okuyorlar, sonra pratisyen hekim oluyorlar. Pratisyen hekimlik ülkemizde "peeh" diye burun kıvrılan, pek de itibar edilmeyen bir meslek, yoook illaki uzman olacaksın. Herkes kasar, sen kendin kasmasan bile annen baban kasar, sen hala kasmıyorsan kasman için elinden geleni yaparlar, doktor olmayan doktor sevgilililerin çoğu da kasar, ki bunlar çoğunlukla ya ilaççı, ya diyetisyen, ya fizik tedavici, ya da hemşire olurlar, zaten onların da hepsi kasar, genellikle de hiç acı çekmeye bile yanaşmaz acıları kendi kendine ya da sonradan terkedildikleri fedakar sevgilileri ile geride bırakmış, mangırları cebe atmaya hazır uzmanlarla işe girerler, kimse kızmasın istisnalar kaideyi bozmazlar, ama genelde de böyledir. Benimse umrumda değildi, zaten ben tanıdığımda uzun saçlı küpeli birşeydi, nerde okuduğu bile umurumda değildi ki, uzman olsun mu olmasın mı o umrumda olsundu. Hala da değil ya neyse asıl konumuza dönelim...Benim sevgili, toplumsal, ailesel, eğitimsel baskılara pek de farkında olmadan boyun eğip girdiği TUS'u ilk seferde kazanamadı tabii, hal böyle olunca, TUS kursuna yazıldı. 6 ay boyunca sabah 8'de kursa gitti, akşam çıktı, gece evde ders çalışmaya devam etti. Ben de sevgilisi besili inek misali ders çalışan tüm çıtırlar gibi dizimi kırıp yamacında oturdum, kahve yaptım, masaj yaptım, moral verdim, karnını doyurdum, asabiyetlerine boyun eğdim, fedakar kadın kısmının yapması gereken her bir haltı yaptım yani. O, 6 ay TUS'a hazırlandı da ben neye hazırlandım onu bilemedim tabii, en iyi ihtimalle doktor karısı olmaya hazırlanmış olabilirim. TUS'a dair şu an gözümde canlanan sahnelerden biri oturmaktan aldığı bıngıl bıngıl kiloların yanında, poposunda bağsur çıkan sevgilimin sıcak suya oturması ve benim keh keh gülmem; ikincisi ise duvara önü yatağa arkası dönük masasında ders çalışmasıyla benim yatakta serilip sayısız kitap okumam. Ay ne biçim boktan günlerdi ya, hayatımızın en bi baharında eve tıkıldığımıza mı yanmalı, sınavlar diyarı ülkemizin 6 sene inek gibi okudukları yetmiyormuş gibi saçma sapan borulukta bir sınava tabii tutmasına mı yoksa, saç beyazlatacak, basur çıkartacak kadar insanların kendini paralamasına mı yanmalı.

Efendim, sonra, TUS yine olmadı. Yedekten farmakolojiye girildi, başlandı, sevgili mutlu oldu, ben mutlu oldum, aile olmadı, toplum olmadı. "Farmakoloji ne ola ki, hangi hastalıklara bakar ki?" sorularına verdiği cevapların aile eşrafında yarattığı tatminsizlik sevgiliyi mutsuz etti. Fareleri kesip biçmekten, bilimsel çalışmalar yapmaktan ve hatta bulunduğu bölümdeki müthiş kaliteli hocalardan sonsuz keyif alan sevgilinin aklına "hasta bakmak istiyorum ben" kurdu düştü. Bu kurt kendi medikal geçmişinden mi düştü yoksa yakın çevrenin duygusal baskısından mı bilmiyorum, aslında biliyorum da haksızlık etmek istemiyorum, geçmişe mazi derler sonuçta...sevgili bir daha girdi o lanet sınava. Bu sefer hiç çalışmadı. Ve kazandı...kalp damar cerrahisi. Nasıl kazandı derseniz, bu lanet sınavın lanet olası sonuçları iyi üniversitenin iyi bölümüne göre değil de, herhangi bir üniversitenin en çok tercih edilen bölümüne göre yerleştiriyor. Diğer bir deyişle, beyin cerrahisi, kalp damar cerrahisi gibi çok nöbet tutup çok köpek muamelesi gören ama bunun yanında kuş pisliği kadar maaş alan asistanların konakladığı üniversie hastanesi bölümleri tercih edilmediğinden puanları düşük oluyor. Değişik bir bakış açısı yani, anlaşılması mümkansız. Bütün bu süreçte ben ne yaptım peki, herşeye "sen bilirsin sevgili sevgilim" dedim, "her koyun kendi bacağından asılır" demedim keza sonradan öğrendim ki her koyun kendi bacağından asılsa da her cerrah hem kendi bacağından, hem karısının bacağından, hem çocuğunun bacağından asılıyormuş.

Bir tıp öğrencisiyle sevgili olup, bir doktorla nişanlanıp, nihayetinde bir cerrahi asistanı ve onun işiyle evlendim.

Arkası sonra...uykum geldi şimdik...

12 Aralık 2010 Pazar

Kar...

Aralık ayını ışıl ışıl güneşli geçirmek yaramamıştı bana zaten. Biyolojik saatimin tüm dengeleri sarsılıyordu, gönül Aralık ayını, Ankara'ya yaraşır bir şekilde, yağmurlu çamurlu, karlı buzlu, burun donduran, çok gaz yaktıran, çok eksili bir soğukla yaşamak istiyordu. İstekler oldu, Ankara'da dün gece kar yağmaya başladı, lapa lapa hem de. Hava buz gibi ve karlı, ev sımsıcakken bol tarçınlı bozalar içildi; gece iyicene beyazlaşınca yerler dışarı çıkıldı, biralar elde, Tunalı'ya yüründü. Bira ve sigara karnı acıktırdı, yürümekten de ayaklar donup, soğuktan da sırtımızı ter basınca soluğu Bestekar'daki Rumeli'de aldık. İki hüpletince bol sarımsaklı bol sirkeli işkembeyi daha da bir keyiflendik. Uyku iyicene bastırınca, eve döndük, sımsıcak yorganımızın altında kıvrıldık, kendimizi güzel rüyaların kucağına bıraktık. Biz kar yağınca herşeyi unuttuk, mutlu olduk.

7 Aralık 2010 Salı

Az geri dur...bulaşma...uğraşma...sırnaşma...kadın olmanın pre ve post halleri...

Kaç yıldır hijyenik pede saçtığım para yetmiyormuş gibi bir de ruhumu ezen, beni sıkıntıdan sıkıntıya sürükleyen, boğan, çirkinleştiren, sürekli etrafını rahatsız eden kuduz bir köpeğe dönüştüren, yalnızlaştıran, nefret ettiren, bir paket çikolata için ruhunu sattıracak kadar komikleştiren şiddetli PMS çıktı başıma. Şişlikten neredeyse ağzıma girecek ön takımlarım, bozulan cildim, su toplayan vücudum, dar gelen pantolonlarım, düğmesi kapanmayan gömleklerim, kış gecelerinin -10 derecesinde don fanila sokaklarda kosup serinlemek isteyen vücut ısım, uykusuz gecelerim, iyicene yağlanan burnum, ağrıyan başıma rağmen her türlü cinsel fantaziye açıklığım, bir gün boyunca son 10 yılımı sorgulayıp hiç bir işi doğru dürüst yapamadığıma ilişkin sapıkça düşüncelerim ve bunlara inanmam beni nasıl çekilmez, nasıl şikayetçi, nasıl çirkin, nasıl mutsuz, nasıl öfkeli, nasıl ağzı bozuk, nasıl ağlak, nasıl kırıcı, nasıl kırılgan bir şirrete dönüştürdüğünü mü anlatsam,"günaydın" diyen iş arkadaşıma "bu günün nesi aydın" diye tersleyip üstüne bir kusmadığım kaldığını falan? Ya da bütün gün "çirkinim, aptalım, kültürsüzüm, beceriksizim, şanssızım, başarısızım,kararsızım ama zaten karar verdiğim zaman da yanlış kararlar veririm" diye gezip, gece yatağımda nasıl zırladığımı mı? Eskiden böyle değildim ben, azıcık bacaklarım, azıcık başım ağrır, sevgilimin söylediği şeylere hemen alınır, sonra kanar kurtulurdum, öyle karın ağrısından telef falan olmazdım. Klasik adet dönemi halleriydi bunlar.

Ne olduysa çocuk doğurduktan sonra oldu. Postpartum atlatıldı annelik kabul edildi derken, PMS nerden çıktı. Her ayın en az 2 gününü böyle şirretlik yaparak geçirmek zorunda mıyım ben yaaa hem de istemsiz bir şekilde, kadınım diye, 30 yaşı geçtim diye ruhsal buhranlarımla uğraşıp etrafımdaki herkesi rahatsız etmek bir yana illallah ettirmek zorunda mıyım? Bildiğimiz adet hallerinin arızalı bir hali bu PMS, 30-45 yaş arası kadınlarda görülüyormuş, her türlü halt beklenirmiş bu tehlikeli kadınlardan. Tıklayalım bakalım PMS neymiş?

5 Aralık 2010 Pazar

Yeşil Peri Gecesi - Ayfer Tunç

Çok ama çok sevdim bu romanı, her bir karakteriyle. Yaşanan tüm olaylar, karakterler ve mekanlar o kadar gerçek ki bir roman okuyormuş gibi değil de ana karakter çocukluk arkadaşımmış da yıllar sonra oturmuş dertleşiyormuşuz sandım; çocukluk arkadaşım çünkü romanda süregelen zaman dilimlerinde hep aynı yaştayız, dertleşiyoruz çünkü biz yaşadığı kötü olaylardan ders almak yerine onları yaşatanlara hadlerini bildirmek için kendini sabote eden ayrıkotu insanlarız, onu anlıyorum çünkü şimdi bir de anne olmuşum, onun kadar iddialı olmasa da benzer düşüşler yaşamışım. Bu yüzden bu romanda anlatılan sarsıcı olaylar, insanın ruhunda açılan yaralar, modern zamanın ikiyüzlü, kapitalist ve yalancı insanları beni sarsmadı da çok ama çok hüzünlendirdi. Roman boyunca adı geçmeyen arkadaşım ise yazarın diğer romanı “Kapak Kızı”nın kahramanı olan Şebnem miş. “Kapak Kızı”nı okumadım henüz, ama bloglardaki yorumlardan okuduğum kadarıyla bir devam romanı niteliğinde değilmiş “Yeşil Peri Gecesi”, okumadığım için anlamadığım bir nokta olmadı bu romanda, bağımsız olarak da okunabiliyor.

Bu romanla nette kitap yorumlarını okurken karşılaştım, yeni çıkmıştı, hemen aldım. Alır almaz tabii ki de arka kapağı okudum ve biraz hayal kırıklığına uğradım.

“Güzelliğini zehirli bir sermaye olarak kullanan genç bir kadının hayattan öç almak için soyunmasıyla başlayan bir düşüş hikâyesidir Yeşil Peri Gecesi. Modern toplumun ikiyüzlülüğüne, geleneklerin, alışkanlıkların zorbalığına direnen, “farkına varmış” ve bu nedenle acı çeken bir kadının, annesiyle hesaplaşamayan bir kız çocuğunun, okuyanı rahatsız eden ve belki de bu nedenle elinizden bırakamayacağınız öyküsü. Cumhuriyet elitlerinin düşkün kuşakları ile orta sınıfın can çekişen tutunamayanlarının karşılaştığı trajik bir karnavala dönüşen kapak kızının romanı, toplumun ve bireyin ruh haritasını en ince ayrıntısına kadar resmeden Ayfer Tunç’un güçlü anlatımıyla Türkiye’nin çürüyen yüzüne de ayna tutmaktadır.”

Romanı okuduktan sonra ise, arka kapak yazısının romanı okumayan veya okuyup da anlamayan birinin yazmış olduğunu düşündüm. Şebnem i “Güzelliğini zehirli bir sermaye olarak kullanan genç bir kadın” olarak tanımlamak ne kadar alakasız ve bir o kadar da haksız. Böyle bir tanımlamayı “Süleyman Bey” tadında biri yapabilir ancak. Ön kapakta ise yeşil gözlü ve çilli, dik dik gözümüzün içine bakan bir kadın portresi var. Benim gözümde canlanan kadın nedense o olmadı. Romanın ismiyle uyumlu olsun diye mi yeşil gözlü bir kadın portresi koymuşlar onu da anlamadım, zira “Yeşil Peri Gecesi” başlığına uygun olsun diye bu kapak yapıldıysa, o da olmamış bence.

Konuya ilişkin hiçbir bilgi vermek istemiyorum, dili zaten süper de, zamanda birdenbire geri dönüşlerin sıklıkla yapılmış olmasına rağmen okumaya ara verilmiş dahi olsa olaylar ve karakterler karışmıyor, o kadar net her şey. Hiç beklemediğim bir anda ve şekilde mutlu ve umutlu bir sonla bitmesi de derinden etkiledi beni. Ebeveyn olmuş kişilerin insan ruhunu rezil de vezir de edebileceklerini açık ve net önümüze koyan, kendi ruhsal mirasının çocuğuna geçmesinden endişe eden fakat bunun tam tersini hayal etmiş kimseleri ve 70 lerde doğmuş, 80 lerde çocuk, 90 larda genç olmuş herkesi de etkileyecek bir roman ayrıca. Okunmalı, okunmalı, okunmalı…..

S.17 “Ben zaten bu yaşa gelene kadar çok fazla adama âşık olmuştum. Hayata hep kendimi birilerine âşık olduğuma inandırmaya çalışarak tahammül etmiştim. Ama hep birilerine âşık olmaya çalışarak sefil olmuştum. (Aslında âşık olduğum herkes tekti, Ali’ydi.)

Ben kendimi aşkın içinde kaybedemezdim. Ben kendimi hayatın içinde kaybederdim. Âşık “gibi” bir şey olurdum, (bir şey işte.. âşığa benzeyen, aslında değil). Ama sefaletim “gibi” değildi, gerçekti.

S.47 "Osman kötü kokunun kaynğını kurutamayınca, yokmuş gibi yaptı. Banyoda kokulu bir mm yakıyor, içerisi tropikal meyve veya lavanta veya hindistancevizi, limon, çikolata, çilek, vanilya kokuyor, böylece kanalizasyon boruları sızdırmıyormuş, hayatımız bok kokmuyormuş, her şey yolundaymış gibi oluyordu."

S.152 "Osman garip bir karışımdı. Onca bencilliğin, riyakarlığın ve ataletin içinde, saf olan bir tarafı vardı. Ya da ben var olduğuna inanmak istiyordum. Çünkü, Osman'ı bağışlamam gerekiyordu. Başka türlü olamazdı. Başka türlü onunla olamazdım. Allahtan kolayca bağışlayabiliyordum. Hep kolayca bağışlamıştım. Bağışlayıp unutmak hesaplaşmaktan çok daha kolaydı. Bağışlıyordun ve bitiyordu. Başını alıp gitmen, hayatını değiştirmen gerekmiyordu. Kaldığın yerden aynen devam ediyordun. Spotless mind oluyordun. Lekesiz zihin. Ne güzeldi. Sonsuz gün ışığı!"

Can Yayınları, 1.Basım Eylül 2010, 463 sayfa

4 Aralık 2010 Cumartesi

"Anılarımla, anılarımın değeriyle ve onları yüklediğim eşyalarla ilgili bir yazı''

Buğday Tanesi benim bu konuda ne düşündüğümü merak etmiş, çok heyecanlandım, ilk defa bu zincirde bir halka oluyorum. Ve işin diğer bir heyecan verici yanıysa, tam da bu konuya benzer bir konuda yazmaya hazırlanırken konunun bana gelivermesi. Anılarına ve geçmişine takıklık derecesinde düşkün, buna ilişkin fil gibi bir hafızaya sahip, bazen geçmişe dair hayıflanmaktan kendi bile sıkılan tüm diğer insanlar gibi eşya, koku ve şarkılara itinayla anılarımı yükler, saklı oldukları yerlerden bazen isteyerk bazen istemeyerek çıkarırım ya da onlar kendi hür iradeleriyle istedikleri zaman çıkıp ya canımı sıkarlar, ya hüzünlendirirler. Anılarıyla mutlu olamayan bir insanım ben, iyiki de yaşamışım bunları demeyi bir türlü başaramadım, "ne güzel yaşamışım, iyi ki yaşamışım" yerine "neden bitti, neden anıya dönüştü..." diye hayıflanıp üzülmek en can sıkıcı özelliklerimden. İyicene moruklayınca nasıl olacağım çok merak içindeyim aslında. Ha bir de benim böyle ortaokuldan beri ufaklı tefekli eşya, not gibi anı zımbırtıları biriktirdiğim "herşey kutuları"m var, bir dolu ayakkabı kutusu, içinde türlü türlü eşya. Kendi kişisel tarihini ayakkabı kutularında saklayan bir kadınım işte....

Bu kadar çok eşya varken kutularda, ve hepsini buraya yazmak imkansız ve gereksiz olduğundan, anneannem ve dedemin evlerini yıllarca süsledikten sonra benim olan duvar saatine ilişkin yazmak isterim. Bu duvar saati anneannem ve dedemin çarşıdaki evinin L salonunda mutfak kapısı ile arka odalara giden küçük koridorun kapısı arasındaki duvarda oldukça yukarıda asılıydı. Ben o duvarın karşısındaki çekyatta uyurdum, bilir misiniz bilmem de bu saatlerin alt tarafındaki sallanan kol (adını bulamadım bir türlü) sürekli "tik tak" diye ses çıkarır. Bu ses gecenin karanlığında ve sessizliğinde uyumamı zorlaştırırdı, bir de yarım saatlerde bir defa tam saatlerde saat kaç ise o kadar sayıda "ding dong" diye öterdi. Zar zor uyurdum. Sabahları ise dedem kör vakitte kalkar, evin içinde yürüyüş yapardı. İşte o zaman, gözlerim kapalı, kulağımda dedemin terliklerinden çıkan "gırc gırc" sesi, saatin "tik tak"larına karışırdı, burnumda anneannem ve dedemin evlerinin kokusu, o zamanlarda "bu adam ne yürür sabah sabah, bırak dede az daha uyuyalım" diye içimden bağırırken, sonraları bu sabahları çok özlediğimi ve o sabahların tüm koku ve seslerinin bana huzur verdiğini farkettim. Saatin de bir parçası olduğu bu anlar dışında, bu saate takıktım ben, o duvarın altında durur kafamı yukarı kaldırır bakardım. Küçükken dedeme "ben evlenince bu saat benim olsun" dermişim, dedemler gülermiş. Önce dedem öldü, sonra anneannem. Sonra saat benim oldu, evlenmemiştim bile...

30 Kasım 2010 Salı

"Bir Doktorla Evli Olmak" yazı dizisi no.1....

"Bu yazı çok bekledi, muhtemelen şimdi de üç beş satır karalanıp biraz daha bekleyecek, sonra koca, bir nöbet ertesi olmasına rağmen yine gece 24 de eve gelince, bunun üzerine benim zaten çok oynak ve çoluk çocuğa karışıp da çalışan bir anne olup iyicene psikopata bağlayan haleti ruhiyem zıplayıp sinir katsayımı kurtarılmış hasta insanın hayatına bile küfredecek kadar çok katlayınca, ve kırmızı şarabımın şişesinin dibini görmeye başladıkça bu yazıya birkaç satır daha eklenecek. Uzun uzun anlatmadan bir özet yapayım, bir doktorla evlenmek demek, acaip bir egoyla uğraşmak demektir, etrafındaki bütün kadınların kocalarının ilgilendiği tüm işlerle ilgilenmek demektir, hatta iş bölümü yapamamak demektir, "

diyip

yazıyı yarım bırakmışım 24.03.2009 da, belli ki çok ama çok kızgınmışım. O zamandan bu yana bu konu yazılmak üzere aklımın bir kenarında serpilirken, bu konuya ilişkin tecrübeler yaşanmaya devam etti. Bundan sonra yazacaklarım bazı dostlarımı rahatsız edebilir, bloğa bu kadar da açık yazılmaz ki dedirtebilir, dahası doktorları sinirlendirebilir...onlar bundan sonrasını okumasınlar...

Başlıyoruz...

Bu yazı 16 senedir devam eden, heyecanlı bir serüven olduğu kadar yıldırıcı bir fedakârlık hissini de beraberinde taşıyan tecrübelerimin birikimidir. 7 senemi bir tıp öğrencisiyle, 1 senemi bir intern doktorla, 6 ayımı TUS’a hazırlanan bir pratisyen doktorla, 6 ayımı farmakoloji uzmanlığını yapan, son 6 senemi de yakında kalp damar cerrahı olarak uzmanlığını alacak bir doktorla geçirdim. Teorik olarak tek bir adamla geçerken bu süreçlerden, şimdi bakıyorum da pratikte beş ayrı adamla beş ayrı dönemden geçmişim aslında. Geçenlerde kuaförde 20 lerinde biri sordu, “şimdi olsa yine evlenir miydin abla” diye, hiç düşünmeden, sanki yıllarca bu soruyu beklemişim de cevabım hazırmışçasına “bilmiyorum da, bir doktorla evlenmezdim kesin” deyivermemle birlikte, doktor bir kocayı sosyal olarak iyi bir statü olarak gören kadın kısmının “salağa bak” bakışları altında ezilmem bir oldu. Çünkü bir doktorla evlenmek, market girişindeki mangır dolu yazarkasayı her akşam evine götürmekle bir görülmekle birlikte, doktor karısı olmak da “doktordan satılık” olmak kadar ayrıcalıklı çoğu insanın gözünde, gerçekten öyle; ve çok kırıcı.

1990 ların başında, barda karşılaştığım bu uzun saçlı, uçuk kaçık, deli dolu, küpeli, çok ama çok içkili adamın tıpta okuyor olmasına önce inanmamış sonra da umursamamıştım zaten. Ben okuyan, yazan edebiyatta okuyan, rock barlarda fink atan bir lolitaydım, dolayısıyla kendime bir doktor sevgili değil, olsa olsa bir müzik aleti çalabilen, çok okumasa bile bir konuda iyi konuşabilen, rock barlarda fink atan uzun saçlı, küpeli ve salaş giyimli bir sevgili arıyordum. O anda da buldum. Biz 19 yaşımızın uçarılığıyla sevgili olduk, gezdik, tozduk, yedik, içtik, konuştuk, tartıştık falan filan. Sevgilim bu kadar gezmeli tozmalı, yemeli içmeli yaşantı sonunda sınıfta kaldı tabii. Ben geçtim, herkes geçti. Bir tıp öğrencisi herkes değil tabii o yüzden kaldı. Tıp öğrencisi dediğin kişizadelerin sınav tarihleri öyle senin benim gibi sosyal bilimler olsun, mühendislik olsun, dil bilimci olsun hiçbir insan bölümüyle aynı değildir. Şehirde bütün bölümler finallere hazırlanır, bütün barlar boşalır, bunlar gezer, ne zaman ki bütün bölümlerin sınav dönemi biter, "hadi içelim sabaha kadar" moduna girilir, bu zavallımların komiteleri olur. Hah bir de bu var tabii yeri gelmişken, zavallımların sınavlarına bile sınav dedirtmiyorlar ki, neymiş efendim "komite". Komite yerine kısaca "boru" da diyebilirlermiş de, niye? Şöyle izah edeyim, bu "komite denen halt tıpta okuyan zavallımların bütün dünyevi olaylardan ve kişilerden koparak çalışmak zorunda kaldıkları bütün derslerin "öys" misali tek bir yazılı da sınav edilmesidir, yerden tavana kadar bir sürü notu okumak demektir, sınav zamanı kendini kilitlemek demektir. Bu nedenle bir tıp öğrencisiyle sevgili olmak demek, komite zamanlarında onunla birlikte mola vermek, o ders çalışırken yerde bağdaş kurup kitap okumak demektir, aklı kalmasın diye bütün gece hayatına "es" vermek demektir, kendi sınav bitişlerini bira şişelerinde yüzerek kutlamak yerine sevgiliye sıcak bir kahve yaparak o ders çalışırken kendi çapında kutlamak demektir. Daha bu aşamada bile farketmedende olsa fedakarlık yapmak demektir.

Zaman geçer, komiteler biter. 4. sınıftan itibaren bu zavallımlar bir de hastanede aktif görev almaya başlarlar. Üstlerindeki doktorların ve uzman kişilerin (ki onlar da doktordurlar ama bu meslekte sana yapılanı büyüyünce sen de yap gibi garip bir inanış olduğundan) tüm köpek muamelesini çekerler, nöbet tutarlar gerekirse, sabahın köründe kalkmaya başlarlar, bazen akşamları çok yorgun gelirler. Ve işin kötüsü gerçek bir doktor olmaya başlarlar...bu bir sonraki yazının konusudur..

Bir tıp öğrencisiyle sevgili olmak gerçekten zordur ama gençtir sevgililer farkında olmazlar.

Arkası sonra...........

23 Kasım 2010 Salı

Bıkmadan, usanmadan, bir daha ve tekrar...Neden İzmir?

Uzun süreli tatillerin başında İzmir'e giderim, İzmirdekileri bıktırırım, sonunda Ankara'ya dönerim Ankaradakileri bıktırırım "İzmir'e taşınmak lazım" diye diye. Ben bıkmıyorum nedense, İzmir'e taşınabilme ihtimalini seviyorum işte, o kadar. Hatta Avustralya'ya da göç edip bir süre denemeliyiz diye bir fantezim de var, bunun da hayalini seviyorum. Taşınılır mı taşınılmaz mı, gidilir mi gidilmez mi bilemem, hayatta bazen umduğunu değil bulduğunu yaşamak gerekiyor ya...en son seyahatime ilişkin bir kez daha...neden İzmir'de yaşamak isterim?

1- Hava genelde güneşli...
2- Hava genelde sıcak...
3- Deniz, vapur...
4- Çok kısa mesafede kafaya format atmaya, sınırları gevşetmeye yarar Çeşme var, Alaçatı var, Karaburun var, Çiçekliköy var, Urla var, Şirince var....var oğlu var...
5- Güleryüzlü, kibar insanlar...
6- Ucuz ayakkabılar, kıyafetler..
7- Mini etek giyince tacize uğrama ihtimalinin düşüklüğü...
8- Acele etmeyen trafik...
9- Turunç ağaçları...
10- Melisa kokulu Karşıyaka sokakları...

6 Kasım 2010 Cumartesi

Geber Anne - Sezgin Kaymaz

Öncelikle ismi nedeniyle toplum içinde tepki alacağınız bir roman diyerek başlamak istiyorum. "Aaaa psikopata bak ne okuyor" diyen bakışlarla karşılaşmanız çok yüksek ihtimal, "aaa şu annesinden nefret eden tipe bak" diye yargılayan bakışlarla keşismeniz olası, ya da arkadaşlarınızdan birinin "ismi bu olan bir kitabı hayatta almam" demesiyle tartışmanıza yol açması kesin olan bu romanın ismi üstüne üstlük öyle büyük puntolarla yazılmış ki on metre öteden seçilir, o derece. İnsanları gıcık etmeyi hatta bazen rahatsız etmeyi severim, bu yüzden gerine gerine okudum desem yalan olmaz. Gelelim içeriğine....

İlk sayfada Melek Anne ve oğlu Tayfun çıkınca karşıma, "hmmnnn, tam da beklediğim şekilde bir nevi oedipus kompleksine maruz anne oğul hikayesi okuyacağım" dedim. Romanın ilk bölümleri gerçekten de böyle, aşırı ilgili ve kontrolcü anne oğluna sürekli aşık olduğunu söylemekte, oğul ise bu aşırı ilgi ve kontrolün üzerine sinen bunaltısını satır aralarında çıtlatmakta fakat "aşk" meselesi gündeme gelince yağları erimektedir. Kontrol manyağı insanlardan nefret ettiğimden Melek Anne'ye romanın başında uyuz oldum, bu uyuzluk romanın sonuna kadar da devam etti. Öyle ki, bu psikopat kadın sabah oğlunu kaldırmadan önce, bu arada oğlan 17 yaşında, o gün giyeceği gömlekten kravatına hatta çorabına kadar hazırlar, ve annesine körkütük bağlı Tayfun da hazırlananları aynen giyer. Bir yandan uyuz olur olmasına da, kahvaltıdan sonra annesi "omuzlarıma masaj yapar mısın" diyip de masaja başlayınca "senin ellerin gibisi yok" diyince içinin yağları erir. Bu Melek Anne ailedeki tek kadındır bu arada, kocası ve iki oğlu vardır. Hepsini aynı şekilde kontrol etmektedir, ve hepsi de hayatından memnundur. Her birine ayrı ayrı kahvaltı, giyecek hazırlar, gönülleri kırılmasın diye ama formuna da dikkat ettiğinden hepsiyle sofraya oturur, küçücük bir lokma atar ağzına onlarla kahvaltı ediyormuş gibi davranır. Erkekler bütün bu davranışları yer ve mutlu olurlar. Bir yerlerden tanıdık geldi mi??? Bütün erkekler benzer tavırlarla yetiştiriliyorlar bence, belki romanda anlatım biraz abartı olabilir ama anneleri tarafından böyle el bebek gül bebek, "aman da benim oğlum pek süper" diyerekten yetiştiriliyorlar, sonra da eşlerinin ağızlarına ediyorlar. Kadınların yetiştirdiği erkekler gidip başka kadınları rahatsız ediyorlar, anlamış değilim. Neyse konumuza dönersek, öncelikle Sezgin Kaymaz'ı bir erkek olmasına rağmen anne-oğul arasındaki bu hastalıklı ilişkiyi bu kadar iyi anladığı ve bu kadar güzel abarttığı için çok sevdim.

Bu girişin ardından ben ensest bir ilişki gibi vurdulu kırdılı bir aksiyon dram beklerken, roman pek tabii ki de hiç ummadığım, hatta çoğu zaman "oha hayalgücüne bak" dediğim olaylarla devam etti. Bu romanı tahmin edemezsin okuyucu, açık ve net söylüyorum. Romana dair anlatacağım her şey bu dakikadan sonra "spoiler" olacak, ve bu romanda "spoiler" gerçekten de tadı çok fena kaçırır.

Yine de hatırlamak için yazmalıyım; çocuklara karşı yetişkinlerin olumsuz davranış modellerini yetiştirme yurdunda kalan çocuklar ve yurt müdürleri aracılığıyla öyle bir anlatmış ki yazar, her bir kelime yüzünüze patlıyor. Bazı bölümleri gece herkes yattıktan sonra cılız bir tepe üstü ışıkla okuduğumu ve biraz da tırstığımı söylemeliyim, bazı bölümler cidden ürkütücü. Yurt müdürlerinin sonradan düştükleri durum ve hallerini gördükçe çok çok eğlendim. Kerem'in saf saf konuşmalarına kah kah güldüm. Sonlara da doğru ise şaşırdıkça şaşırdım. "Yeryüzünün aslında iki yüzü olduğu" fikrine bayıldım. Tüm roman Ankara'da geçiyor, neredeyse tüm sokaklar tanıdık. Yazarın diğer romanları da sırada.

Hemen okuyun bence.

S.54 "Yavrum...öhhö... niye öyle diyorsun bakıyım sen?.. çok ayıp değil mi?"
"Ne?"
"Hani, dedin ya demin...din dersi dinlemeyecem diye...ayıp bak...çok ayıp ve çok günah!"
"Niye?"
.......
"Yav, ne demek niye?...bizi Allah yaratmadı mı oğlum?"
"N'olmuş? Yarattıysa başımıza mı kakıyo? Yarattı işte..."

S.55 "Hiç düşünmüyorsunuz. Bakın anlatayım...Sevap şart, günah yasak...değil mi?..O zaman, günah da şart demektir bu...çünkü, neyin sevap olduğunun anlaşılabilmesi için, neyin günah olduğunun anlaşılması gerekir...günah olmazsa sevap da olamaz..ikisi de var olduğuna göre, demek ikisi de şart!..."

İletişim Yayınları, 7. Baskı 2009 (1.Baskı 1998), 365 sayfa

3 Kasım 2010 Çarşamba

Sabah sabah..

Uykusuz geçen bir gecenin ardından, sabah sürünerek ve olması gerekenden geç kalkmış olmama rağmen üzerimdeki pozitifliğe kendim de şaşıraraktan güzel bir elbise giydim üstüme, saçlarımı vaxladım hemen, nemlendiricimi sürdüm, geçen sene bir arkadaşım kendine alırken dalgasına takıp çıkardığım ve rengini beğendiğim ama o gün bugündür pek de takmadığım lenslerimi bile taktım. Makyaj da yapacaktım ama servise geç kaldım, ofiste yaparım dedim. Serviste “Limon Ağacı’nı okudum, sonra uyudum hem de derin derin. Ofise geldim, kendime sade koyu bir kahve yanında da en güzelinden bir kış meyveleri tabağı yaptım. Bunları yiyip içerken makyajımı da yaptım iki dakikada, maillerime, alışveriş sitelerine baktım lay lay. Bugün çok pozitifim ben, pek bir motivasyon doluyum, aslında güne hep böyle başlamya çalışırım da ben, böyle içimden ağlamak gelse yine de güler, kendimi iyi hissetmek için giyinir kuşanırım falan (modern pollyanna..) ama bugün daha değişik sanki, içimden herkesi öpmek geliyor. Kimse bozmasın, bozanın da ayağı takılsın düşsün…

2 Kasım 2010 Salı

Kuru Su - Engin Geçtan

Engin Geçtan ile üniversite yıllarımda tanışmıştım. Okuma-yazma çabalarıma destek olan Yusuf Hocam önermişti "İnsan Olmak" kitabını, çok sevmiştim. Engin Geçtan bir psikiyatri profesörü, akademik yazıları ve kitapları olduğu kadar romanları ile de okunası bir edebiyatçı. "Kuru Su" beni daha ilk bölümlerinde fetheden, "vakit bulunan tüm zamanlarda" okunarak beni kendine bağlayan bir roman olduğu kadar bir süre içine aldı da diyebilirim. Daha önce de bahsetmiştim, geçmiş zaman kokusu sinen tüm romanları severim diye, Kuru Su da böyle başlıyor ama sonra afallatıyor insanı; başlarda tasvir edilen tüm karakterler ve Istanbul mekanları 1950 leri andırırken, bir de bakıyorsunuz sene 2012 imiş, bu bir tür hayalkırıklığı yaratırken, yüzyılımız getirilerinden bu kadar uzak bir atmosfer çizilmiş olması da hoşuma gitti.

Istanbul'da tüm hayatı felç eden kar ve tipi, karakterlerimizin de hayatlarını etkiler tabii ki. Buram buram "bu karakterler nerede buluşacaklar" hissi kokan ilk bölümler oldukça uzun tutulduğundan biraz karıştığımı ve hatırlamak için romanın arka sayfasına notlar almak zorunda kaldığımı itiraf etmeliyim, nottan kastım ise kim kiminle ne tür bir ilişkide misali oklar çıkarak bir tablo yapmak. Karakterlerin kesişme noktaları bir bir ortaya çıktıkça ve duygusal buhranları birbirlerini etkilemeye başladıkça, Engin Geçtan'ın fantastik psikiyatri bakış açısı da ortaya çıkmaya başlıyor bir süre sonra, rüya içinde gerçek, gerçek içinde rüya, bir takım halüsinasyon etkileri bir bir gösteriyor kendini. Örneğin karakterlerden biri rüyasında gittiği bir kır evini gerçekte bir reklam afişinde görüyor, şaşırmış bir şekilde bakarken arkadaşı dert yanıyor fakat o bu arada afişten eve giriyor. Daha sonra bu rüya ve gerçek durumlar birbirine bayağı bir karışıyor ve sıkıcı olmaya başlıyor; ya da genelleme yapmayayım da ben bayağı bir karıştırdım ve sıkıldım. Istanbul'da yaşaması muhtemel, daha önce birçok romanda başka isimlerle karşıma çıkmış ana karakterleri çok sağlam buldum, olması gerektiği gibiydi, çok güzel tasvir edilmiş, çok güzel dile getirilmişlerdi, demek istediğim, gençliğinde yaşadığını hayal kırıklığının gölgesinde aklını kaçırmş bir Istanbul hanımefendisi, politik gruplarda ordan oraya savrulan bir üniversite öğrencisi, köyden Istanbul'a göçmüş taşralı saf delikanlı, güzel mi güzel sonradan olma oyuncu manken, paraya para demeyen, iş güç sahibi Istanbul delikanlısı gibi karakterler bildik tanıdık olmalarına rağmen öyle güzel ve derin anlatılmışlar ki o tanıdıklık taklit olmuyor asla ; fakat sonradan araya polis, ajan gibi yan karakterler girip de romanın konusu benim hiç anlam veremediğim yerlere sapınca ana karakterler gölgede kaldı, bir sürü kaygı duyulan politik, küresel, coğrafik kaygılar girdi işin içine, konu saptı gitti. Bir yerde Irak savaşından duyulan kaygı yerleşirken satırlara, birden koşan tipinin dünyanın eksenini kaydırmasına geçmiş yazar, bu kadar çok kaygının tek bir romanda ardı ardına göze sokulmasını çok alakasız buldum. Hele romanın sonu benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Sonu asla tahmin edilemez olduğundan söylemek istemem, okuyan herkes şaşırsın, bana ne. En çok Ulaş'ı ve Memo'yu sevdim ben karakter olarak, bir de ütopik semt Kurtulmuş'u sevdim, orada yaşayasım geldi. Okuyun bence.

Metis Yayınları, 2. Basım Mart 2008 (1.Şubat 2008), 230 sayfa

30 Ekim 2010 Cumartesi

Çador - Murathan Mungan

Bu kısa romanı okuyalı çok oldu, yazılmayı bekledi, vakit bulunmasını bekledi. Aradan uzun zaman geçmesine rağmen bu kitaba dair hatırladığım ve hala sıcaklığını koruyan duygu "korku" oldu. Kadınların kapandığı, fikirlerin kapandığı, duyguların kapandığı, boynuna tasma geçirilmiş hayatların yaşanmaya çalışıldığı kapkaranlık bu ülke beni o kadar korkuttu ki. Mekan ve zamandan bağımsız bu kitap, sanki "ülkeme ne oluyor?" diye gece boyu düşünüp sonra uykuya dalıveren Murathan Mungan'ın gördüğü kötü bir rüyanın kelimelere dökülmüş hali sanki. Bütün Mungan romanları gibi, anlatım öyle içten ve şiirsel ki, kendinizi Akhbar'la özdeşleştirmemeniz mümkün değil, yanlızlığı, özlemleri, şaşkınlığı, hüznüyle yaptığı fiziksel ve içsel yolculukta ne hissediyorsa siz de hissediyorsunuz. Ülkenizde kötü giden birşeylerden, izin verilmeyen durumlardan kaçabilir, kendinize yeni ve güzel bir hayat kurabilirsiniz ama geride bıraktığınız ülkenizde bir parçanız kalmıştır, o parça hep acır böyle, hiç durmaz. Son zamanlarda ülkemizde yaşananları da düşününce bu kısa romandan ürkmek sanırım mümkün değil. Şiddetle tavsiye ediyorum.

S.46 ...Aralarındaki sessizlik uzayınca, gözlerini duvarlar boyu dizilmiş kitaplarda gezdirdi Akhbar. Hayatın sırrı bu kitaplardan birinin içinde saklı olmalıydı. Ama o tek bir kitabı bulana kadar ömü geçebilir ve insan hayatın sırrına erişemeden ölüp gidebilirdi. Buna değip değmediği kafasında hep bir soru işareti olarak kalmış, bu yüzden kitaplardan hep uzak durmuştu. Çok kitap okuyan insanlara hayatın yetmediğini biliyordu. Kitapların dünyasında hayatı küçük gören, tehdit eden birşey vardı. Hem hakkında bu kadar yazı yapılan hayat neydi? Hangi yazı hayata yetmişti! Kelimelerle dolu sayfalar, sayfalarla dolu kitaplar, kitaplarla dolu dükkanlar her zaman olduğu gibi gene ona boğuntu, bir an önce kaçıp kurtulmak arzusu verdi....

S.51 Sokaktaki tek tük kadınlar kendilerini sokaklardan hemen silinmei gereken lekeler gibi hissediyor olmalılar ki, geçtikleri yerlerde çabuk adımlarla hızlı hızlı yürüyor, havanın boşluğuna kendilerinden bir iz bırakmamaya çalışıyor, varlıkları bir görüntüye, görüntüleri bir ağırlığa dönüşsün istemiyorlardı. Bu yüzden onların telaşlarında yalnızca gündüzün sıcağındankaçmak değil, aynı zamanda bir an önce gözden kaybolmak gayreti seziliyordu. Yerden kalkmış bir toz bulutunun bile yoğunlaşmış havadan ötürü toprağa geç döndüğü bu iklimde, bir an önce geçip gitmek istiyorlardı. Görülmek için, daha çok görülmek için yüzyıllardır süslenip durmuş olan kadınlar, şimdi ve burada görülmemek için varlıklarını havanın boşluğunda bile silmeye çalışıyorlardı.

S.77..."Burkaya giden yolu çador açar," demişti kadın. "Çador, annelerimizin, ninelerimizin geleneksel ve masum başörtüsü değildir yalnızca. Kafalarımızdaki köprüdür. Örtünmek bir ahlak haline getirildiğinde, arkası mutlaka gelir; karara karara gelir. Örtünmenin sonu yoktur. Kadınlar kefene kadar örtünmek zorunda kalırlar."

Metis Edebiyat, 3. Basım 2004 (İlk basım 2004), 106 sayfa

25 Ekim 2010 Pazartesi

Bilinçaltı....

Dün gece rüyamda; kardeşim ve ben gece müstakil bir evin bahçe kapısından çıkıyoruz, niye çıkıyoruz bilmiyorum ama sıkı bir muhabbetin içindeyiz. Birden ben sağ tarafımızda yolun karşısında kaza yapmış bir araba görüyorum, arabanın önü tamamen içeri göçmüş, dehşete düşüyor, korkuyoruz, ben "gidip bakalım, belki yardıma ihtiyacı olan biri vardır" diyorum. Koşarak karşıya geçiyoruz, yol ve etrafımız kapkaranlık, sokak lambaları yanmıyor. Arabanın içine bakıyoruz. Sürücü bayan, arkada üç önde bir kişi oturuyor, onları hatırlamıyorum. Arabanın önü haşat ama kimseye birşey olmamış, arkadakiler şokta, öndekiler sanki her gün kaza yapıyormuşçasına rahat. Aman nasıl oldu, bir araba bize çarptı kaçtı derken, arkamızdaki evden güle oynaya 5 tip çıkıyor, arabalarına biniyor. Sürücü yine bayan, yanında oturan da bayan, arkadaki 3 kişiyi hatırlamıyorum, hatta arkada 3 kişi var mıydı onu da. Bunlar güle oynaya arabaya binip, basıyorlar gaza, yanımızdan hızla geçip gidiyorlar, sürücüyle yanımızdan geçerken gözgöze geliyoruz. Kaza yapmış arabada kimseye birşey olmamış olmasının sevincine varamadan, yanımızdan geçen araba az ilerdeki basit mi basit virajı dönmüyor, ve karşıda yol boyunca kaldırım kenarına örülmüş duvara bodozlama çarpıyor. Bu çarpma o kadar komik ki, bile bile yaptığı alenen ortada. Kadın arabayı resmen duvara doğru sürüyor ve hiç gaz kesmeden çarpıyor. Biz kardeşimle şok oluyoruz ve arabaya doğru koşuyoruz. Arabanın yanına geldiğimizde, önünün tamamen içeri göçtüğünü görüyoruz. Korkarak kırılmış yan camlardan içeri bakıyoruz ve ön sağda oturana hiçbir şey olmadığını görüyoruz, bu kadın bir kız arkadaşıma o kadar benziyor ki (hatta sanırım gerçekten de oydu) dumur oluyorum derken asıl şoku şöför bayanı görünce geçiriyoruz çünkü kadın adeta ikizim gibi benziyor bana, kardeşim dönüp bana bakıyor, gözgöze gelip şaşkınlığımızı paylaşıyoruz konuşmadan. Neyse, şöför kadın koltuktan aşağıya kaymış, ama sapasağlam, sadece ayakları sıkışmış, kurtarmaya çalışıyor. "Birşey yok" diyor, "virajı alamadım, görüşüm yetmedi, bir dahaki sefere daha dikkatli olacağım artık, bacakları bir kurtalım da" diyor; rahatlığına acaip şaşırıyoruz tabii, fakat bizi daha da şaşırtan hala tebessüm etmesi, canının deli gibi yandığı kesin, ter içinde kalmış acıdan ama hala tebessüm ediyor. Sonra saat çaldı....dirilingg dirilinngg..

Uyandım geçmedi, bugün çok hareketli bir gündü yine geçmedi, çok yorgunum uyumam lazım şimdi ama geçmedi, bu rüyanın etkisi sabahtan beri hiç geçmedi. Ve işin en etkileyici tarafı da son iki haftadır yaşadıklarımın bilinçaltımdan bir bir, paldır küldür çıkıp böyle sembolik bir rüyaya dönüşmesiydi.

Gelelim neredeyse tüm rüya yorumu sitelerinde yazan anlama ve azıcık umutlanıp bu gece rahat uyuyalım, ummadığımız dostumuzdan gelecek zarara da takılmayalım:

"Günlük yaşamdakinin tersine rüyada trafik kazası görmek sanıldığı kadar ürkütücü değildir. Kazada kan görmemek, kan çıkmaması şartıyla rüyada trafık kazası görülmesi iyiye yorumlanır, hayatınızda olumlu yönde yenilikler olacak demektir.
Rüyada araba kazasi geçirdiğini gören kişinin yaşamı değişir, yeni bir iş, yeni bir mevki veya yeni bir çevrede yaşamaya başlayacağının habercisidir.
Rüyada trafik kazası yaptığını gören kişi olgunlaşır ve kendi hayatı hakkında daha iyi kararlar verir.
Rüyada trafik kazası geçirip yaralandığınızı görmek, ummadığınız bir dostunuzdan zarar göreceğinize işarettir."

22 Ekim 2010 Cuma

Ankara'da mobese kameralarıyla yaşamak...

Mobese "Mobil Elektronik Sistem Entegrasyonu" demekmiş resmi olarak, önce Istanbul'a konduğundan ne olduğunu biliyoruz, hız yapmayalım, kırmızıda geçmeyelim, birbirimize çarpmayalım diye şehrin "şimdilik" ana yollarına kameralar koydular. Ağustos gibi asılan kameralar yeni yeni başladı çalışmaya, Ağustos'dan bu yana 2 ay geçti, biz bu kameraların altından binbeşyüz kere geçtik, eee sonuç olarak hepsinin yerini ezberledik, aynen hangi geceler hangi dönemeçlerin sonunda çevirme var onu ezberlediğimiz gibi. Ankara dediğin şehirde zaten bir yerden bir yere gitmek için mutlaka Eskişehir yolundan, ya da Konya yolundan, Havalimanı yolundan veya Istanbul yolundan geçiyorsun. Bu kameraların görüş alanı kaç metreye kadar onu henüz bilmiyorum ama durum aynen şöyle vuku buluyor: Sevgili Ankaralılar (kendimi de katıyorum yanlış anlaşılma olmasın) Eskişehir yolunda 120 basıyor, sonra kameralara yaklaşınca basıyor frene 70 e iniyor, o ara ufak bir sıkışıklık oluyor, "ben hep 70 le giderim zaten" modunda kameraların altından geçiyor, ve yine 120-130 allah ne verdiyse kaptırıp devam ediyor. O tepede asılı kameralar dışında yol kenarlarında da gizli olanlar varmış, yok, biz onu da görür yerini ezberleriz sorun değil de, sen bize görüş açısını söyle bu kameraların sayın başkan.

Mesela bu kameraların görüş açısı Medicana'da hasta yatağında yatan hastayı da alıyor mu, kim ziyaret etmiş kim etmemiş görebiliyor mu, veya hastanın altına ördek sürülürken hemşire doğru mu yapmış görebiliyor musunuz, ya da Cepa'nın yanındaki sitenin B bloğunun 25 nolu dairesinde oturan apartman sakinleri akşam yemeğe kimi çağırmış, kaçta yatmış kaçta kalkmışlar ya da ailenin genç kızı hangi renk sütyen takıyor onu da görebiliyor mu, ama zaten perdesini kapatmıyorsa onun suçu değil mi?

Haa, bir de bu kameraları internetten herkes izleyebiliyormuş, onların görüş açısı ya da izni ne kadar peki?

Kredi kartlarımıza takılan çipler, ip adreslerimiz, cep telefonu hatlarımız ve bu mobese kameraları sadece hırsızlığı, sapıklığı, yolsuzluğu, çarpıp kaçmayı ve belki aklıma gelmeyen daha bir sürü kötü şeyi önlemek için yeterli mi? Hayatımıza bu kadar "röntgenci" bir yaklaşımla parmak sokmak yerine eğitim düzeyimizi arttırsaydık da, insan kalitemizi yükseltseydik daha iyi olmaz mıydı? Şimdi bu eğitilemezlik durum bizim suçumuz mu, yoksa safi teknolojinin suçu mu? Teknoloji bu kadar ilerlemeseydi, porno yayınlara ulaşım bu kadar rahat olmazdı mı diyeceğiz, yoksa eğitim kalitemizi yükseltseydik, cinselliğe karşı tutucu toplumsal yaklaşımımızı aşabilseydik, din derslerine verdiğimiz önemi sanat derslerine verseydik mi?

Dün akşam bir haber seyrettim ilkokul, ortaokul ve liselere de mobese kameraları konması düşünülüyormuş, muhabir öğrencilere fikirlerini soruyor, bir öğrenci de çıkıp demiyor ki "bizi niye gözetliyorsunuz, güvenmiyor musunuz ki, peki benim kendime güvenim ne olacak", çocukların hepsi takılmış plak gibi "evet evet iyi olur, okulumuzdaki kavgalar, kötü çocukların saldırısı falan önlenmiş olur",........o okulda öğretmenler nerede peki? Öğretmenler eğitmek için orada değiller mi, yoksa artık öğretmenler de mi eğitilemez durumda. Şimdi tekrarlayalım bu eğitilemezlik durum kimin suçu?

Artık iş çığırından çıktığı için, eğitmek yerine gözetlemeyi seçiyoruz. Her yere kamera koyalım, herkesi gözetleyelim, kimse kimseye saldırmasın, kimse kimseyi dövmesin, okul kapılarında uyuşturucu satılmasın.....kız çocuk erkek çocuğa tertemiz hisleriyle bakamasın, okuduğu bir kitabı arkadaşıyla tartışamasın, o çocuk aklıyla hep gözetleniyor çünkü biri duyabilir biri görebilir korkusuyla, bunları gizli gizli yapması lazım artık.

İki ucu türlü türlü dışkılarla kaplı bir konu bu aslında. Bir yanda sunulan "aman zaman kötü, belli olmaz, biz kötüleri bulacağız, güvenlik düzeyimizi attıracağız" şeklinde beylik söylemlerden etkileniyor, onaylıyorum(z). Bir yandan da "gözetleniyoruz, hayatımız mahremiyetini kaybediyor", diye rahatsız oluyorum(z).

Bugün kızımı kreşe kaydettirdim, kreşin web sayfasından nerede ne yapıyorlar izleyebilecekmişim......Bir yandan  "ohh neyse bütün gün tv karşısında oturtturamazlar kızımı", "aman iyi ki nasıl davranıyor göreceğim" diye düşünürken utanarak sırıtıyorum kendi kendi kendime; bir yandan da kızım benim sürekli onu gözetlediğimi bilirse bana karşı nasıl dürüst olabilir, anne bile olsam onun ayrı bir birey olduğu gerçeğini onu sürekli gözetleyerek inkar ettiğimi fark etmeyecek ve huzursuz olmayacak mı, ya da öğretmeni "aman bunun anası şimdi seyrediyor olabilir" diye düşününce ne kadar samimi olabilir diye vahvahlanıyor, endişeleniyorum.

ŞİMDİ, bu nasıl bir çelişkidir...bu çelişkilerle barışık nasıl yaşanabilir.....biri bana deyiversin......


Buraya küçük bir not eklemek isterim, şimdi bizim bu Ankara'da trafik lambasının olduğu kavşaklarda bazen trafik polisi de olur; bu trafik polisi kırmızı yanana geç der, yeşil yanana dur der, kafasına göre trafiği düzenlemeye çalışır, sen bir salak olursun ne oluyor diye sonra polisi görür geçersin kırmızıda. Işıkların düzgün çalıştığı kavşakta polis niye vardır diye sorgulamayı belediye başkanımız bu şehre kazığı çaktığından bu yana yani uzun zaman önce bıraktık biz de; kırmızı yanarken polis geç dediği için geçen  herkese mobese cezaları çakmış, biri bana bunu da açıklasın yaaa.....

Bir de görüntülü cep telefonu çıktı başımıza, yok benim görüntülü telefonum kardeşim, almayacağım da, görüntülü telefon neymiş, ne işe yararmış biri bana bunu da anlatsın....

18 Ekim 2010 Pazartesi

Mazi Kalbimde Bir Yaradır – Nihal Yeğinobalı

İlk söylemem gereken herhalde bu romanı neredeyse her müsait zamanda elime alıp 1,5 günde bitirmiş olduğumdur. Her ne kadar bir takım cinselliğe ilişkin toplumsal yobazlıkları içinde barındırsa da, eski zamanda yaşanan taşralı aşklardan bahseden romanları seviyorum. Çekinik bakışlar, içi dolu sevgi sözleri, kavuşamamalar, buluşamamalar vesaire. Tabii bu romanda daha fazlası var. Öksüz büyüyen ve annesinin şanssız talihini hep avcunda taşıyan Lamia’nın hayat hikayesi bu aslında. Talihsiz ve acıklı bir şekilde öksüz kalan Lamia'yı teyzesi büyütür, romanın bu kısımlarında Cinderalla tarzı sahneler oldukça bol, kendisini çekemeyen teyze kızının kötü hatta kaltakça davranışları romanın sonuna kadar devam eder, acımasız hatta ruh hastası teyzenin de son derece haksız davranışları sonucu Lamia yatılı okulda okur. Bütün bu acıklı sahneleri atarsak, roman o zamanlarda yaşanan aşkların yanında oldu bittiye getirilen, korkulan ve tadı çıkarılamayan cinselliğin, modern zaman ve rahat ilişkilere adapte olmaya çalışmanın kadınlar üzerinde yarattığı etki ve tepkileri güzel sahnelemiş. Geçmişte devamı gelememiş aşklar, kafadan çıkarılamamış tutkular, hesaplaşılamamış ilişkiler olduğu yerde Lamia'yı beklemez de, aslında hiç birimizi beklemez zaten, tutkusunu tüketemediğimiz aşklarımız olanca naifliğiyle 16. yaşımızda durmamaktadır, zaman ilerlemiş, herkes biraz kirlenmiştir. Olaylar oldukça hızlı ve heyecanlı bir şekilde ilerlediğinden, mekan tasvirlerini son derece başarılı bulduğumdan aklımda genellikle sahneler kaldı, dil olarak da güzeldi güzel olmasına ama ayırdedici bulduğumu söyleyemem. Yağmurlu bir öğleden sonra, ayaklar toplanıp, üzerine ince bir battaniye alınıp bir bardak çay eşliğinde keyifle okunacak bir roman.

s.38...Teyzesinin hıçkırıkları üç yıl önceki o korkunç, alevli sahneyi canlandırmıştı gözünde. Lütfiye Saru ölen kardeşinin bütün eşyalarını oturma odasındaki büyük ocakta yakmıştı bir gün. Latife'nin çamaşırlarını, elbiselerini, pabuçlarını kucak kucak ateşe atarken bir yandan da haykırarak ağlıyordu. Süsi, Korkut, Lamia kapı aralığından onu seyretmişlerdi. Lamia'ya sıra kendine yaklaşıyormuş, teyzesi onu da tutup alevlerin içine fırlatıverecekmiş gibi gelmişti. Kendisi de bu kadifeler, danteller kadar annesinin bir parçası değil miydi?...

s.119...."...Yozgat'taki lisede bir edebiyat öğretmenimiz vardı. Çok zaman arkadaş gibi konuşurdu bizlerle. Bir gün aşktan konuşuyorduk, bize dedi ki: Bir kızı sahiden sevip sevmediğinizi anlamak istiyorsanız dikkat edin: onunla beraberken bir ara lafınız tükenip de susuyorsanız bu sessizlik canınızı sıkıyor mu? Eğer sıkıyorsa aşkınız gerçek değil demektir. Can sıkıntısı duymadan sessiz kalabilmek gerçek aşkın denek taşıdır, derdi...

Can Yayınları, 7. Basım 2007 (1.Basım 1997), 337 sayfa

13 Ekim 2010 Çarşamba

Melankolik ve camurlu...

Bu sabah oyle gri ki ankara, ve bardaktan bosanircasina yagmurlu, buyudugum tasra kentindeki havalardan bu havalar. Ben de ayniyim aslinda,o sonbahar sabahlarinda o koyu gri yagmurlarda o arnavut kaldirimli patikadan sap sup kosturan kizdan pek bir farkim yok aslinda, nefes nefese ve beline kadar camur olmus. Bu sabah kulagimda "fade to black" bas bas calarken, sap sup yuruyorum yine, bir film cekimindeymiscesine, sonra yine nefes nefese yine beline kadar camura batmis...

9 Ekim 2010 Cumartesi

Leviathan - Paul Auster

Öncelikle söylemeliyim ki diğer Paul Auster romanlarına göre çok kolay okunuyor Leviathan. Olay örgüsünün karmaşıklığı arada bir kafada kargaşa yaratsa da, oldukça renkli, şaşırtıcı ve polisiye tadında sahneler romanı kolay okunur kılıyor.

"...Altı gün önce Wisconsin'in kuzeyindeki bir yol kenarında, adamın biri kendini havaya uçurdu. Hiç tanık yoktu, ama anlaşıldığı kadarıyla, yapmakta olduğu bomba kazayla patladığı sırada, adam yola park ettiği arabasının hemen yanındaki çayırda oturuyordu...."

Bu cümleyle başlayan bir romanın nasıl bir heyecan ve merak yarattığı ortada değil mi. Romanın anlatıcısı Peter Aaron, ölen adam Benjamin Sachs dır. Fakat, romanın başında henüz kimliği belirlenememiştir. Polis Peter Aaron’ın telefon numarasını Sachs’ın cüzdanında bulmuştur ve olayı soruşturmaya gelirler. Aaron hiçbir bilgi vermez, ve okuyuculara polis olayı çözmeden Sachs’ın hikayesini yazıp bitirmesi gerektiğini söyler. Okuyucuya da bu noktadan sonra düşen de geceli gündüzlü bir okuma planı yapmak olur. Çünkü Aaron ve Sachs oldukça heyecanlı ve karmaşık bir kimlik sorgulama sürecinden geçerken, bu süreçte etki gösteren en az kendileri kadar ilginç karakterlerin de hayatlarına da tanık oluruz. Leviathan Sachs’ın yarım kalan romanına verdiği isim, fakat tamamlayamadığı için Aaron’da romana (dolayısıyla Auster da) Leviathan adını vermiş. Leviathan ismi çok alakasız gibi görünse de, biraz okuma yapınca alaka anlaşılıyor aslında. Leviathan, Tevrat ve İncil'de kötülüğü temsil eden bir su canavarının adı, kavram olarak ise 1651 yılında Thomas Hobbes tarafından "Leviathan" adlı eserinde mutlak güç ve yetkilere sahip egemen bir devleti ifade etmek üzere kullanılmış (detaylı bilgi için tık).  Romanın ismiyle içeriği arasındaki alaka da sonlara doğru çözülüyor okurun kafasında. zaten.

Romandaki tesadüf ve karşılaşmaların zaman zaman Cüneyt Arkın filmi tarzı olması beni biraz rahatsız etti, sanki Auster kaptırmış yazmış o noktada da bir çıkış noktası bulamamış ve öylesine bir karşılaşma uydurmuş gibi eğreti durmuş bazı kısımlar ama yine de okunası tabii. Çok değişik ve çılgın karakterler var. Maria da en çılgını diyebilirim, belki de hepimizin aklından bir dönemde geçmiş fakat cesaretini bulamadığımız şeyleri gerçekleştiren sanatçı bir kişilik Maria. Bazen aklına esiyor hergün değişik renkte yiyecekler yiyor, pazartesi turuncu günü mesela sadece hvuç, kavun, salı kırmızı günü sadece domates, hurma vs. yer, veya tanıştığı çok yakışıklı ama giyimi zevksiz bir adamın gardrobunu güzelleştirmeyi amaç ediniyor ve kimseye de söylemeden her sene ona imzasız bir armağan gönderiyor. 14 yaşından beri aldığı doğum günü hediyelerinin tümünü saklıyor, hepsini yıllara göredizilmiş ve paketli olarak üstelik. Üniversiteyi ırakıp bir Dodge kiralıyor, Amerika turuna çıkıyor. Her eyalette 1-2 hafta kalıyor, garsonluk falan yapıp para kazanıyor, sonra yoluna devam ediyor, başına abuk olaylar gelinceye kadar. Yolda bir telefon defteri buluyor tesadüfen, açıyor rastgele insanları arıyor, tesadüfi karşılaşmalar ayarlıyor, insanları çözmeye çalışıyor. Böyle değişik, böyle özgür bir kadın Maria.

Aslında tüm roman boyunca neredeyse tüm karakterlerin kimlik arayışlarına tanık oluyoruz.  Bunlar akıllı, yetenekli insanlar, kendilerine ve çevrelerine nasıl faydalı olabileceklerini sorguladıkları kadar içinde yaşadıkları düzeni ve sanatlarını da sorgulayan karakterler. Okunası bir roman.

Can Yayınları, 7. Basım (1. Basım 1994), 225 sayfa

6 Ekim 2010 Çarşamba

iblogger uygulamasi ile yazmak...

Bir suredir gunlugume telefonumla nasil yayin yapacagimi arastiriyorum.Malum ofis bilgisayarimdan girmek problem, girdigimiz her site kaydediliyor ve merakli yoneticiler tarafindan inceleniyor. Burada oyle merakli ve dedikoducu bir topluluk var ki, aman falanca su siteye girmis bir gireyim de bakayim modunda tiplere rastlamak cok olasi. Neyse, iblogger uygulamasini yukledim bende. Bir de para verdim, bakalim hayirlisi.

5 Ekim 2010 Salı

Olasılıksız - Adam Fawer

Konu itibariyle çok güzel bir bilim kurgu romanı olabilecekken, yazarın basit Hollywood klişelerine sardırıp konuyu harcayıp bitirdiği bir bilimsiz kurgusuz edebiyatsız bir roman olmuş. Bu kitabın ucuz bir aksiyon filmine (bana göre ucuz ama imdb’ye gore bol yıldızlı) konu olmaktan öteye gideceğini sanmazdım, tabii bu yıl bu kadar çok baskı yapmasaydı ve bir sürü kişinin kolunun altında görmeseydim. Kaba tabirle kitap Laplace isimli bir matematikçinin Laplace Şeytanı teorisini, evrendeki tüm yasalar ölçülebildiği takdirde gelecek de tahmin edilebilir (çok genel oldu kabul), işlemeye çalışmış. Tversky isimli çatlak profesör tadında bilim adamı deneklere çeşitli ilaçlar vererek bu teoriyi kanıtlamaya çalışıyor genel olarak. Fakat işin içinde bir de üstün güçte ajanlar var, acımasız patronlar var, Koreliler var, çok abartılı aksiyon sahneleri var. Bütün bunlar bir araya geldiğinde buram buram konuyu nereye çeksem de “best seller” olsam, paraya para demesem kaygısı kokan ayrıca tadı da çok kötü bir çorbaya dönmüş bu kitap. Bir sayfada bilimsel ahkamlar keserken, sayfayı çevirdiğinizde ajanlar ortalığı patlatıyorlar, “ne oluyor yaa” diye kalıyorsunuz. Tamam kabul ediyorum herhangi bir sözelci bu tip bilimsel nanelerden çok da fazla çakmayabilir, ama iyi bir sözelci daha önce hiç duymadığı ve/ya henüz duyup da kafası basmadığı bilimsel naneler üzerine yazılmış metinleri iyi okur, anlamaya çalışır. İşlenmeye çalışılan konuyu, Laplace’ı, kitapta adı geçen sürüyle bilim adamıyla ilgili biraz okuma yapınca aslında konunun ne kadar dallı budaklı olduğunu ve birbirini çürüten ve/ya destekleyen birçok teori olduğunu görmek zor değil. Bu kitabın temel sorunu da neyi ortaya koymak istediği ya da neyi işlediğinin çok belirsiz olması, belki de yazar olasılık teorisini baz alarak bir bilim kurgu romanı yazmaya başladı ama sonra ilham perisi onu kovaladıkça alakasız noktalara vardı iş, bilemiyorum; demem o ki, kitabın birçok bölümünde alakayı kuramamış olmam benim fizik yoksunu sözelciliğimden değil, yazarın ipsiz sapsız, alakalı alakasız bilimsel alıntılarından kaynaklanıyormuş. Sonuçta, bir takım bilimsel ahkamlar kesilecekse ben o kitabı yazan yazardan çok iyi bir araştırmanın yanında çok da iyi bir sunum beklerim fakat bu kitapta geçen bilimsel açıklamalar “wikipedia” dan kopyalanmış gibi adeta. Bütün bu bilim kurgu işini bir kenara bırakırsak, kitap en başta bir süre sonra kaderleri kesişecek kişileri tek tek işliyor, ama o bölümler o kadar uzun anlatılmış ki bir süre sonra sıkıyor. Kitabın orijinal dili de böyle mi bilmiyorum ama ben çeviriyi hiç beğenmedim, kızıma okuduğum çocuk kitaplarındaki dil daha yaratıcı ve düzgün desem abartmış olmam. Karakterlerin kaderleri nihayetinde birleştiğinde, olay bilimsel boyutlardan aksiyon boyutuna atlıyor; yenilmez, öldürülmez, hem güçlü hem seksi hem güzel ajan, geleceği gören baş kahraman, ona yardım eden baş kahramanın şizofren kardeşi her birlikte aksiyondan aksiyona dalarlar; bombalar patlar, binalar yıkılır, yangınlar çıkar, arabalar uçar, işte aklınıza gelebilecek türlü Amerikan vıdıvıdısı klişe yazılıp çizilir.

Evet, ben de bu kitabı bir çırpıda okudum itiraf ediyorum. Kitaplara olan saygım onları yarım bırakmamı engelliyorsa, biran önce bitsin bari dedim. Kısacası hiç beğenmedim, zaten best-seller okumayı da sevmem ya ben.
 
April Yayıncılık, 59. Basım, 475 sayfa

3 Ekim 2010 Pazar

Shapes for Women

Doğum yaptığımdan beri, yaklaşık son 2,5 senedir, spora gitmek için sürekli bızırdanıp duruyorum. Bir gün 30 saat olsaydı daha rahat olabilirdi, belki. Şehre çok uzakta çalıştığım için sabah erken çıkıp akşam geç geliyor olmam, evde benden ilgi alaka bekleyen bir çocuk ve işi yüzünden çok vakti olmayan bir koca, ilgilenemediğim ve artık neyin nerede olduğuna hakim bile olamadığım bir ev ve hobilerine vakit ayıramadığı için huzursuz bir kendim olması ve tabii arada uyumak zorunda da olmam nedeniyle 24 saate sığamama durumundan muzdaribim zaten, spora ne ara gideceğim ki. Bir de böyle çocuğu bırakıp kendi başına bir yere gittin mi herkes acaip bir moda giriyor, sanki çocuğa 1 saat baktılar da incileri döküldü ya da çocuk öksüz kaldı (töbe töbeee). Çocuğunu bir yere bırakıp kendi istediği bir yere, hele de gittiği yere mecburen ya da iş nedeniyle falan değil de keyfi bir spor etkinliği ise, yanlız giden anneye bakışlar çok acımasız olabiliyor. Oturduğumuz semt de öyle Ankara'da son zamanlarda çoğalma eğiliminde olan "health club" gibi saçma tanımlarla kendini sporu bir yaşam felsefesi olarak benimsetmeye adamış kokoş spor merkezlerinden uzakta, semt dahilinde yakında spor yapabileceğiniz tek yer parklar veya apaçi gençliğin kas yapmak üzere doluştuğu kıro egemen mahalle spor merkezleri var. Uzun lafın kısası, spor yapmama herşey karşı.

Bütün yorgunluğunu göze alıp, sadece çocuk klüpleri olduğu için (akşam işten gelince atarım kızı arabaya spora giderim, o da orada oynar) bahsettiğim kokoş spor salonlarından biriyle bile görüştüm. Konsepti hiç sevmesem de spor yapmak uğruna katlanabileceğimi düşündüğüm züppe mekanına kayıt yapmaya karar vermişken, bir alt sokağımızda Shapes diye bir yer için hazırlık yapıldığını gördüm. Girdim içeri, bayanlar vardı, güleryüzlü ve yorgun, etrafı çekip çevirmeye çalışıyordı, sordum burası spor salonu mu olacak. Evet spor salonu olacakmış (yaşasın!) birkaç güne açılacakmış, gelip o zaman görüşebilirmişim. Shapes Kolej Şubesi'ne birkaç gün sonra gittim, ana rengi turuncu olan dekorasyon cıvıl cıvıldı. Kısaca bilgilendim. Her bir seansın 30 dakika sürdüğü sisteme "Hidrolik Fitness" deniyor. Salonda fitness aletleri, her bir aletten sonra step tahtası veya yer matı var. Bütün aletler bir döngü oluşturacak şekilde konumlanmış. İstediğiniz bir aletten başlıyorsunuz, 30 saniye hızlı bir ritimle bu alette çalışırken hoca süre bitiminde yapacağınız hareketi (aerobik hareketi) gösteriyor. 30 saniye sonunda müzik arasında sinyal çalıyor, bu sinyalle hocanın size göstermiş olduğu hareketi yine hızlı bir şekilde yapıyorsunuz, sonra sıradaki alete gidip 30 saniye daha, sonra hareket 30 saniye derken, tüm aletlerde (8 adet) 3 tur çalışılıyor, tabii 3 turda hareket yapılıyor. 3. tur bittiğinde gevşeme hareketleri yaparak bitiyor. Amaç daha çok kilolu bayanları forma sokmak, kilo verdirmek, çünkü ilk kayıt olurken tüm ölçüleriniz alınıp kaydediliyor ve düzenli olarak ölçümünüz yapılıyor. Benim böyle bir derdim yok neyse ki, form tutmak istiyorum, bıngıl bıngıl olmayayım istiyorum. Mutlaka ve mutlaka hoca çalıştırıyor sizi, günün istediğiniz saatinde gidip hiç beklemeden seansa başlayabiliyorsunuz hocayla, tek kişi olsanız bile. Pilates seansları da oluyor ama ben yetişemiyorum saatine. Bu spor salonuna sadece kadınlar üye olabiliyor, hatta salonu açan girişimcinin bile kadın olması gerekiyor, bir erkek açmak istiyorsa sadece yatırımcı olabiliyor, ya kadın bir ortağı ya da kadın bir yöneticisi olacak. Geçen sene Mart ayından bu yana üyeyim Shapes'e. İlk başta 30 dakika bana yeter mi endişelerim yersizmiş, çünkü oram buram toplandı, yazın farkettim ki daha uzun süre yüzebiliyorum kollarım bacaklarım güçlenmiş. Benim için en büyük avantajı evime yakın olması ve istediğim saatte gidebiliyor olmam. Bir süre sonra aile gibi oluyorsunuz zaten, 3 gün gitmesem nerdesin diye telefon açıyorlar, herkes birbirini tanıyor, ayrıca girişimci bir kadına böylelikle destek veriyor olmak da çok güzel. Artık kızımı da götürebiliyorum, ben sporumu yaparken ilgileniyorlar. Aylık ücretleri 90 TL, 3 aylık üye olursanız 81 TL ye geliyor, 6 aylık veya 1 yıllık üye olursanız daha da düşüyor, aslında fiyat çalışan biri için pahalı, ev kadınıysanız veya esnek çalışma saatlerine sahipseniz uygun. Ben sadece akşam 19.30 dan sonra gidebilirken ve her gün gidemezken, evde olan biri istediği saatte hatta bir sabah bir akşam bile gidebilir. Pazar günü kapalı olmaları da çalışanlar için negatif bir etken, Pazar günü açık olmalılar bence. Artık spora gidiyorum sonuç olarak, spordan çıkınca kendimi iyi hissediyorum, mutlu oluyorum. İşten sonra tüm yorgunluğumu da atıyorum ayrıca, hiperaktif miyim neyim..

2 Ekim 2010 Cumartesi

Dublörün Dilemması - Murat Menteş

Herşeyden önce söylemeliyim ki bu romanı okurken harika vakit geçirdim., sürekli gülümseyerek yüz kaslarımı çalıştırdım. Roman bir Tarantino filmine konu olacak nitelikte kanlı, hareketli, vurdulu kırdılı başlıyor. Aslında o kadar alakasız başlıyor ki roman,eğer bu kadar ilgi çekici ve yaratıcı dili olmasaydı devam etmekte zorlanabilirdim. Murat Menteş'in dili o kadar yaratıcı ki hayran kalmamak mümkün değil, hayalgücü ise dehşet verecek boyutlarda desem abartmış olmam. Sadece romanın ve kahramanlarının isimleri bile bu hayalgücünün boyutlarını ortaya koymakta; romana verilen Dublörün Dilemması ismi romanı okudukça, roman kahramanlarının isimleri de onları tanıdıkça anlamlarını buluyorlar, Nuh Tufan, Baretta, Umur Samaz, İbrahim Kurban, Habip Hobo, Ferruh Ferman, Rıza Silahlıpoda. Gerçekleşmesi imkansız hatta saçma olarak bile ifade edilebilecek olaylarla çevrili romanda insanlar kılıktan kılığa giriyor, türlü dolaplar çeviriyor, rastlantı üzerinde rastlantılar yaşıyorlar. Okurken Murat Menteş'e inanıyorsunuz, söylemek istediklerini tüm bu saçmalığın ve ironinin orta yerinde pat pat söyletiyor karakterlerine; teknolojinin, paranın, rahatın, kapitalizmin, acımasız yeniyüzyılın, politikanın, dünya düzeninin başımıza ördüğü çoraptan rahatsız yazar, bütün bunları kurgusuna öyle güzel yedirmiş ki, hayran kaldım. Olasılıksız romanınıyla bu kadar dalga geçtiği için de teşekkür ederim kendisine. Romanın son sayfasında verilen"Devamı 121. sayfada" esprisini çok pis yedim, döndüm 121. sayfaya, aranıyorum kelimelerin arasında, baş harfleri birleştiriyorum falan, kesin buraya gizlenmiş birşey var diye, romanın olaylarından nasıl etkilendiysem artık. Romanda baş karakterlerin lise yıllarında kurduğu, romanın en sevdiğim bölümlerinden birini oluşturan Afili Filintalar isimli çete, Murat Menteş önderliğinde yazar kadrosu roman kadrosundan farklı olarak ve büyüyerek nette yayın yapıyor. Ben sevdim bu romanı, yazarın diğer kitaplarını da aldım sıraya, okuyacağım. Tavsiye ederim.

Altını çizdiklerimden....
" ... Biz yetimler intikam iştiyakıyla doluyuzdur. Dehşeti dengelemeye yatkınızdır. Başkalarının öçlerini de almaya hevesleniriz. Yetimlik bize kanlı doğaçlamalar yapma cüreti verir. Suçlamakla ya da suç işlemekle kaybolmayan bir masumiyet imtiyazına sahibizdir İtiraf etmeliyim ki, aziz okur, benim ömrüm, her birini gebertmek istediğim insanlarla aramdaki buzdağlarını eritmeye çalışmakla geçiyor. Mesela zenginlerden nefret ediyorum, ne yapayım, elimde değil. O restoran sürüngenleri, fiyaka kumkumaları, yapmacık kasvetin mıymıntı bekçileri, ticari bir şiveyle konuşan zehirli papağanlar, hileli bir neşe içinde geviş getiren bunak vampirler, modanın ipiyle kuyuya inen kibirli cambazlar, tatile gebe fırlamalar, alaturka bir sadizmle zıvanadan çıkanlar, alafranga bir mazoşizmle yılışıklaşanlar... Hepsine teker teker Kolombiya kravatı takmak istiyorum! [Kolombiya kravatı: Meksika mafyasının uyguladığı bir cezalandırma biçimi: Kurbanın gırtlağına bir delik açılır ve dili bu delikten sarkıtılır.] Gerçi zamanla esnekleştim. Ulaşılması ve vazgeçilmesi en zor nimetin sükunet olduğunu anladım galiba. Tamam, zenginlere merhamet duyacak kadar güçlü değilim hâlâ, fakat sayıların artışındaki boşunalığın eşiğini görebiliyorum. İbrahim Kurban'dan öğrendiğim kadarıyla, yeşil banknotlar kamuflajdan başka bir şeye yaramıyor: Aptallığı, beceriksizliği, acizliği, yalnızlığı kamufle ediyorlar... Ayrıca, yetimlik zaman aşımına uğramaz, haddizatında yetim olmayanlar da yetimliğe doğru seyreder. Yani kimsesizlik, kimsenin tekelinde değildir: Kainat ve tarihin bekleme salonunda biraz soluklanıyoruz, çoğunlukla da adımız anonslanmadan kainata ve tarihe gömülüyoruz..."

"Hatırlıyorum da,  o günlerde her yerde bir dengesizlik gözlemleniyordu: "İstikbal Molekülleri" örgütünün, dinamit bağlayıp ortalığa saldığı sokak köpekleri yüzünden hayvanseverler yollara dökülüyordu. Bazı araştırma merkezlerinde, yeni ilaçların etkilerini ölçmek için ücretli denekler olarak kullanılan kimi sağlıklı insanlar ölüyordu. O sene, 27 kişiyi yıldırım çarpmıştı; bu bir rekordu. Istanbul'da uluslararası büyücüler kongresi toplanmıştı. Annemin de şikayetçi olduğu eklem ağrılarına , fil tezeği sayesinde son verilebileceği şayiası yayılmış ve bir sürü insan hayvanat bahçesindeki filin kıçını kuşatmıştı. Belden aşağısı tutmayan felçli bir kadın, suni döllenmeyle hamile kalmış ve beşiz doğurmuştu. Erkeklerin davet edilmediği feminist cenaze törenleri moda olmuştu. Bir emlak komisyoncusu, cesur müşterilere "perili ev" satıyor ve/yahut kiralıyordu. Ukrayna'da parlamento seçimlerinde aday olan Elena Solod, televizyonda canlı yayında striptiz yaparak halktan oy istiyordu..."

"Bütün bunları biraz da sıkılarak anlatıyorum. Çünkü çalıştığımızda, bir şey anlatmanın önemi kalmadı. Sır dönemi kapandı. Alenilik salgını yüzünden, medyatik ifşaat ve teşhir çılgınlığı yüzünden, monotonluğun sistemleştirilmesi yüzünden... her şe otomatikman pornografikleşti. Şeffaflığın ilkeselleştirilmesi de yapılan işlerin faziletliliğine duyulan güvenin açığa çıkmasını kolaylaştıracağı yerde, arsızlığa rahatça ilanına vardı. Merak preslendi, bereketini yitirdi. Her şey uluorta olunca, sebepsizlik ve sonuçsuzluk neşet etti ve kanıksandı. Görünmek de saklanmak da büyük birer mesele haline geldi. Meşhur mu oldunuz, demek ki yanlış anlaşıldınız. Kayıplara mı karıştınız, bu sizin sorununuz."

İletişim Yayınları, 10. Baskı (1. Basım 2005), 263 sayfa

30 Eylül 2010 Perşembe

Müşteri memnuniyeti üzerine..

Son birkaç yıldır Ankara’da birbiri ardına Liva açılıyor. Neredeyse Ankara’ya özgü bir marka oldular bile diyebilirim. Konsept biraz karışık, hem pastane, hem restoran, hem cafe modunda hizmet ediyorlar. Çukurambar’da açtıkları yerlerinde haftasonları verdikleri geç kahvaltı hizmetini arkadaşlar öve öve bitiremiyorlardı. Bir arkadaşımın davetiyle bir Pazar günü kahvaltıya gittik oraya. Oldukça büyük bir yer ama ben pek de sevimli bulmadım, kendine özgü bir dekorasyonu veya havası yok. Yemeklere gelince çok bol çeşitli, sınırsız yeme özgürlüğü var, öğleden sonra kahvaltı modundan yemek moduna geçip tek bir fiyata yemeye devam edebiliyorsunuz, ama herşey dahil otel restoranları gibi iki tabak peynirin önünde elimde tabak sıra beklemek bana komik geliyor. Bütün bir Pazar gününü orada sürekli yiyip içerek geçirmek bence manasız, yer büyük olmasına büyük ama o kadar kalabalık ki, neredeyse herkes yan yana kahvaltı ediyor. Bunun dışında palyaço falan var, çocuklu aileler için iyi oluyor, çocukları götürüp yüz boyama yapıyorlar azıcık nefes alacak zamanınız oluyor. Ama yine de ben sevmedim, sevmedim derken bir daha gitmemi sağlayacak özel ve değişik bir konsepte sahip değil, herkes doluşup tıka basa yiyor işte olay bu. Bunun dışında Esat caddesindeki küçücük Liva’yı seviyorum, mahalle pastanesi kıvamında, çok da kalabalık olmayan yol kenarında otur, çayını iç pastanı ye, üst kattan aşağıya çay içmeye inmiş hasta teyzeyi dinle . Şimdi bu Liva'nın, Özsüt  ve Mado gibi pastanelerden bir farkı var mı diye sorarsanız, buna 2 gün önce “aman bir farkı yok, zaten pahalı diğerlerine göre” derdim. Fakat dün gece saat 21.00 de pasta siparişi vermem gerekince, göndereceğim yere de yakın olması bakımından ilk Hacettepe Liva’yı aradım. Saat dokuzu geçmişti bile, çıkan beyefendi çok kibardı ve telaşlı sesimi analiz edip ona göre davranacak kadar rahatlatıcıydı , dedim ki siparişi bir yere verip ödemeyi başka bir yerden yapacağım olur mu? Beyefendi demez mi tamam siz verin adresi biz bir gönderelim siparişi iş görülsün önce, sonra ödemeyi konuşuruz, kapatma saatimiz yaklaşıyor, kapatmadan yetiştirelim biz bu pastayı. Ben öyle hönk diye kaldım tabii, kuzu kuzu teslim adresini verdim. Neyse, sonra telefonumu aldı. Pastayı 22.00 gibi teslim ettikten sonra aradı, teslim ettik dedi, ödemeyi artık yarın alırız sorun değil, tabii sizin için de uygunsa dedi. Ben yine hönk diye kaldım. Telefonu ve adresi aldıktan sonra siz yarın müsait olduğunuz saatte bizi arayın biz gelir alırız ödemeyi dedi. Ertesi gün tam bir öküz müşteriye uygun bir hareket yaparak ben unuttum aramayı öğlene kadar, ve adamlar aramadılar bile. Neyse, sonra aklım başıma geldi de öğleden sonra aradım. Sonuç olarak, işim aceleydi, saat geç olmuştu ve hiç yokuşa sürülmeden halledildi, hem de geç bir saatte, bundan sonra ben her siparişimde Liva’yı aramaz mıyım? Ararım. Müşteri memnuniyeti bu mudur, bence budur.

26 Eylül 2010 Pazar

Fala İnanma Falsız Kalma...

Hani böyle bazen insana garip şeyler olur, birini düşünürken seni arar, aklından geçen biri küt diye karşına çıkar, yapmayı istediğin alakasız bir şeyi yapmak için yine alakasız zamanda alakasız bir fırsat bulursun, rüyaların çıkar, gibi, gibi...işte bana onlardan çok sık olur. Benim bunların çok sık olduğunu dile getirmem arkadaşlar arasında çoğu zaman alay konusu oluyor o ayrı. Örnekli açıklamaları dile getirmek gerekirse (örneklerin hepsini yazmak uzun olur, bu gibi olaylar sürekli yaşanmaktadır),

- Hayatımın herhangi bir döneminde, herhangi bir yerde yakın iletişim halinde olduğum insanlarla kozmik bir bağ kuruyorum farkında olmadan. İletişim derken, farkında olmaksızın yoğunlaştığım ilişkilerde olduğu gibi hayatımın bir döneminde sık sık görüştüğüm ama o dönem bitince telefon defterimde bir isim olan kişilerle de oluyor bu. Kozmik bağa açıklık getirmem gerekirse, alakalı alakasız zamanlarda, ortada hiçbir neden yokken, düşündüğümde beni arıyor bu insanlar. Bu bazen günde 3-4 kez olabiliyor. Bir de tam tersi olmak üzere, yine alakalı alakasız zamanlarda bu insanlar aklıma düşüyor, arıyorum, şok oluyorlar, o sırada bir sorunla uğraştıklarını veya beni düşündüklerini falan söylüyorlar. Son 1 senedir alıştım ben bu duruma, olağan karşılıyorum artık.

- Birşeyi yapmamam gerekiyorsa, yani, yaparsam kötü sonuçları olacak bazı durumlarda, mutlaka beni tökezletecek, uyarı mahiyetinde olaylar oluyor. Örneğin, gidersem sorun olacak bir yere giderken neredeyse kaza yapmak gibi.

- Birşeyi safça ve içten istersem, böyle kalbimden gelerek, %85 olur, böyle hop diye önüme düşer. Buna yakın zamanda başıma gelen bir olayla açıklayayım, bir gece koca dışarı çıktı, ben uyudum yatıp, sonra karabasan bastı beni uyandım, kocayı aradım, korktum; konuştuk kapattım sonra canım çikolata istedi, dolaba baktım yok, kocayı aradım "bana kırmızı gofretlerden al" dedim, koca "oha" dedi, "şu anda bakkaldayım, ve kırmızı gofretlerin önünde duruyorum", "haa öölemi, tamam al işte", bu kadar da alıştım bu duruma aslında. Bunun gibi bazısı büyük bazısı ufak tefek olaylar dizisi başıma gelir.

- Nazarım değer, gözüm kalır. Evet, burada bir cadılık söz konusu, vallahi de kötü, hin gözle bakmıyorum. Bir örnek vereyim hemen, ayakkabı seçimi konusunda çok takdir ettiğim bir arkadaşımın aldığı yeni ayakkabısına kıskançlıkla bakıp "off ayakkabıların çok güzelmiş, gıcık" dedim, akşamına topuğu kırıldı, hem de oldukça sağlam bir markadan almıştı.

- Rüyalarda sembolik abuk nesneler, olaylar görme. Saçma sapan rüyalar görüp anlamlarını farkına varmıyor, sonrasında yorumlarına baktığımda "oha" olduğum durumlar oluyordu. Sonradan farkına vardım, artık hep bakıyorum yorumlarına, ama bel bağlamıyorum bu yorumlara hala. Örnekleyelim hemen, pantolonumun paçalarını kestiğimi gördüğüm bir rüyanın akabinde işten çıkarılmıştım kel alaka bir şekilde, pantolon paçası kesmek işten atılmak demekmiş; denizde yüzdüğümü gördüğüm her rüyanın ertesinde kel alaka güzel şeyler yaşarım, eski işlerimden birinde tüm ekibi nuhun gemisinde görmüştüm, fırtına çıkmış, fırtınayla savaşmıştık, sonrasında patronum geminin baş tarafından el sallamıştı, sonrasında yine kel alaka bir şekilde ortaklar birbirine girip şirketi batırdılar falan filan.

- Karabasanlar... İlk başlarda beni çok korkutan, uykularımı kaçıran karabasanlara artık alışmış durumdayım. Gece uyurken gözlerimi açtığımda ayaklarını gördüğüm ve kafamı kaldırdığımda o ayakların kendini asmış tepemde duran adamın ayaklarını görmemle başlayan karabasan anılarım anlatmakla bitmez derecede. Yurtdışında katıldığımız bir fuarın son gününde kendimi bedenimden çıkarttığımı görmem ve akabinde tüm bedenimin deli gibi ağrıması, sırtüstü yatarken üstüme çöken karabasan kişisinin bana tecavüze kalkması ve uyanınca oramı buramı kontrol etmem, sıklıkla kollarımı felan çekiştirmesi, karnımda debelenmesi, koluma ve kafama bastırıp kulağıma neidüğü belirsiz şeyler fısıldamasına alıştım artık.Bazıları halen çok korkutsa ve çırpınmama neden olsa da, arada aklımı başıma devşirip "bekle geçecek" diyorum artık, geçiyor. Sonrasında oramda buramda ağrıları kalıyor, artık nasıl kasıyorsam kendimi.

- İlk defa gördüğüm, yeni tanıştığım insanlara ilişkin öngörülerim yüzde doksan doğru çıkar. Bazı insanlara bu yüzden hiç yanaşmam. Arkadaşlarımın bazı erkek arkadaşları için "buna yanaşma" derim mesela. Ya da çok fena yapışırım, bırakmam. Yapıştıklarımda yanıldığım oldu tabii onlara sonsuz güven duyduğum için, ama sezgilerim güçlü onu biliyorum. Yahu kaç arkadaşıma dedim bu adama yanaşma diye, yanaştılar, gördüler :)

Şimdi tüm bunlar psikolojide bir takım kırıklıklar olarak yorumlanabilir, orasını bilemiyorum tabii. Ama madem dedim ben bu kadar ahmak şey yaşıyorum, bu bir enerjiyse yönlendirmek lazım. Kahve içip kendi falıma bakmaya başladım. Açtım kahve falı sözlüğünü, baktım allah baktım. Öncelikle itiraf edeyim, kahve falı bakmak çok zevkli, ve kafayı zorlayan bir olay. Böyle şekillerin arasında debelendikçe birşeyler çıkarıyor, anlamlarına baktıkça hayalgücünüzü zorluyorsunuz, bir de acaip konsantrasyon sağlamak zorunda kalıyorsunuz. Bu hafta bir iş arkadaşım türk kahvesi içerken "kapat falına bakayım" dedim, "yok artık" dedi, "acemiyim ama atıyorum biraz" dedim. Falında hepi topu 4-5 şekil gördüm yorumladım, "potansiyel var" deyince, başka bir iş akadaşıma da baktım, o da olumladı potansiyeli hafif de şaşıraraktan, vallaha da bildim. Şimdi birkaç psişik siteden okuyorum nasıl bakacağım diye. Fincanın sapını baz alarak fincanın içini tam ortadan olmak kaydıyla dikey ve yatay olarak ikiye bölüp....neyse bakarım bir ara falınıza...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...