30 Aralık 2011 Cuma

Yavaş gel 2012, yaşlanıyorum

30.Aralık gününden bildiriyorum. Hava yine ışıl ışıl güneşli. Hala yılbaşı moduna giremedim. Mağazaların vitrinlerinde yılbaşı çamları, noel babalar, geyikler ve bunların üstüne kar yağdıran icatlar ve tüm bu kar temalı objelere inat tepede ışıl ışıl parlayan güneş. Atkısız, beresiz, eldivensiz bir yılbaşı, çok değişik. Bırak atkıyı bereyi hala öğle yemeklerini restoranların, cafelerin bahçesinde oturup yiyebiliyoruz, hem de herhangi bir ısıtıcı olmadan. Ha, bir de her yer yemyeşil. Ankara’nın yaprakları dökük kavak ağaçlarına baka baka geçen yıllarımdan sonra, Aralık sonunda her yerin yemyeşil olmasına hala alışamadım. Palmiye denen ağaç sararmıyor solmuyor, turunç, portakal ve mandalina ağaçları desen zaten tam mevsimi, e burada ağaçların yarısının palmiye diğer yarısının da narenciye ağacı olduğunu söylersem sizlere, yemyeşil bir cümbüş içinde yaşıyoruz. Her yer turunç ağacı, çok güzeller. Çorak topraklarda turunç ağacıyla yan yana hiç durmamış ben, hala, her gün, yolda yürürken turunç ağaçlarına bön bön bakıp, “aaa ne güzel bunlar” diye yanımdaki insanları bayıyorum. Yıllarca aynı tip, renksiz, çiçeksiz kavak ağaçlarına bakmış bir insanın turunç ağacının güzelliği karşısındaki büyülenmişliğini anlatamam ben zaten kimseye, anca kavak ağacına baka baka yaşamışlar anlar beni. Belki burada yılbaşı için çam yerine turunç ağaçları kullanmalı, kendinden süslemeli. Muhteşemler.Benim yılbaşı ağacım da yukarıdaki turunç ağacı olsun, mutlu yıllar olsun.

Neyse, konu 2012.

2011, bitme istiyorum; sorunlu muydun, tabii ki evet, peki buna rağmen güzel miydin, kesinlikle. Bana güzellikler, değişiklikler, yenilikler getirdin. Getirdiğin farkındalık beni biraz acıttı. Acıtan bu olsun ama değil mi, ölen, hasta olan falan olmadı. Getirdiğin güzel şeylerle yaşanılası bir yıl oldun. Bitmeseydin iyiydi.

Artık bu yaştan sonra gelecek sene için hedef koyup plan yapmak biraz fazla iddialı olacağından, artık hedeflere göre değil de kafaya göre yaşama yaşlarına da geldiğimden, 2012 ye dair herşeyi astrolojiye ve fala bıraktım ben, aylık yorum olur, yıllık yorum olur, tarot olur, kahve olur fark etmez. Sonuçta hiçbir alışverişi evde yaptığım alışveriş listesine göre de yapmadığım aşikar, oturup bir de hedef falan koyup gereksiz heyecan yapmaya lüzum yok.

Hiç işim yoktu, oturdum, Koç burcunu 2012 yılında neler bekliyormuş yorumlarını okudum da okudum, sanki dünya üzerindeki tek Koç burcu benmişim gibi okudum hem de. Hande Kazanova, Yasemin Boran ve Zafer Günay’dan yorumları okudum.

Sevgili Koçlar 2012 yılı boyunca esnek olma zamanı. Çünkü tabiri caizse, ezberiniz bozulacak, kurduğunuz planlar bazı dış olaylar vesilesiyle işlemeyebilecek, programlarınız değişecek gibi. Ahahahaha işten ben de tam bunu diyordum ya, astrolog gibi kadınım valla ya. Merak etme, hiç plan yapmıyorum, gerçekleştirmek için en ufak bir uğraş göstermeyeceğim planları kurmanın bir manası da yok bence de. Ezberi zaten bozuk bir hatun olarak itirazım yok. Olabilir, her şey olabilir, hazırım, gardımı aldım.

Disiplin ve kısıtlama yıldızı Satürn bir engel, bir bent gibi duracak karşınızda.İyi tarafıyla alırsak Satürnü, onu bir heykeltıraşa benzetiyorum. Sizi şekillendirmek üzere kolları sıvayan bir sanatkar. Şekilleneceksiniz. Değişeceksiniz. Yenileneceksiniz. Planlarınız, yapmak istedikleriniz değişecek. Ama önce sancılarını çekeceksiniz, değişimin sancılarını…Ben her şey Mars’dan oluyor sanıyordum meğer hepsi Satürn’ün kabahatiymiş. Şekillendir beni Satürn zira bir sürü kilo aldım. Hmm bu Satürn gazıyla spora yazılmalıyım. 2011 herşeyimi değiştirdi zaten, daha ne kaldı değişecek 2012…merakla bekliyorum.

Hele, Koç burcunun başında doğanlar bunu 2012 yılını derinden yaşayacaklar. Deme, başında doğdum..

Yani, onlar için değişim erken başlayacak. Çünkü Haziranda şans yıldızı Jüpiter ve büyük değişim yıldızı Uranus geçici bir süre Balıktan çıkıp burcunuza girecek ve Ağustos ilk yarısında, Teraziye geçmiş olan Satürn’ün yanına Mars eklenecek ve bu ikisi Koçtaki Uranus ve Jüpiterle zıt açı oluşturacak. Buna Oğlaktaki dönüşüm yıldızı Plüto’yu da eklersek, tam bir kadersel durumla karşı karşıyasınız diyebilirim. Ciddi bir gerilim dönemi. Bu sene bütün gezegenler benim için uğraşıyor. Burayı anlamak için birkaç kere okumam gerekti ama yine de tam olarak anlayamadım. Bir gerilim dönemi olacakmış orası kesin. Zaten kişilik itibariyle herşeyi gereğinden fazla düşünerek gerekli gerilimleri oluşturmakta üstüme yoktur. Alışkınım yani sorun yok. Devam…

Kesin olarak bir şeylerin, bir dönemin sonu demektir bu. Bir hayat çarkının geride kalması demektir. Ankara çarkını geride bırakmıştım 2011 de, nihayet. Tamam tamam, sorun yok, devam edelim, başka çarklara doğru, gözüm kara, üç beş gezegenden mi korkacağım.

Sizin yapmanız gereken en önemli şey; bu senenin diğerlerine benzemediğini önceden görmek, anlamak ve bu seneyi çok özenli yaşamak ve çok esnek olmak. Hem kararlı olun hem esnek. Burnunuzun dikine asla gitmeyin. Şimşekli, gök gürültülü bir havada yol alacaksınız, önlemini alın derim ve unutmayın, en keskin havanın ardından pırıl pırıl güneş açar!.Özenli yaşayacağım söz veriyorum ama sen de bana huzur vereceksin, anlaşalım da, sonra ben boşu boşuna özen göstermiş olmayayım. Hem kararlı, hem esnek nasıl olunur? Kimin burnunun dikine gideceğim peki? Kararlı olayım ama işime geliyorsa da esnek davranıp kabul edeyim, öyle mi demek istedin. Her şey keyfime göre yani. E süper. Güneş enerjisiyle çalışan bir kadınım neticede, e o da süper.

Koçun ilk başında doğanlara aylık burç yorumlarını iyi takip etmelerini tavsiye ederim, aylık zamanlarda kritik günleri, sakin ve temkinli olmaları gereken zamanları bilmeleri kendileri için çok faydalı olacaktır. Böyle kritik bir yolda yürürken rotasız, rehbersiz yollara düşmek sakıncalıdır. Merak etme…

Bu kritik zamanda, sizin kurtarıcılarınız, öncelikle geçmiş yaşam kredileriniz, yani geçmişte attığınız doğru ve güzel adımlar, hayata sağlıklı pencereden bakmayı bilen pozitif tavrınız ve şans faktörü olacak. Geçmişte attığım güzel adımları ben fark edemedim, hep kendime küfrettim, sen fark et astroloji. Pozitif ola ola Pollyanna’nın Mersin şubesi oldum bu sene. Nihayet kurtarıcım olacak ha. E süper.

Bu sene sonlarında artık bazı kişiler hayatınızdan kesin olarak çıkmış olacak, ilişkilerinizin boyutu ve şekli netlik kazanacak ve sizin de su yüzüne çıkan gerek tecrübe eksiliği dolayısıyla gerekse kişiliğinizden kaynaklı geliştirmediğiniz yanlarınız belli olacak. Yaşadıklarınızın bilincine vardıkça ve gerçekle cesurca yüzleştikçe, bu eksik yanlarınızı tamamlama, hayat felsefinizi köklü yenileme, bilincinizi genişletme ve hayata daha farklı, daha geniş pencereden bakma ve ona göre rotanızı çizme söz konusu olacak. Ereceğim kısaca. Anlaşıldı, 2012 yılında bir nevi hayat filozofu olacağım.

Kimileriniz bu dönemde patron konumuna yükselebilir ve kendi işinizin güçlü sahibi olabilirsiniz. Toplumsal konularda büyük bir söz sahibi olmanız içten bile değildir. Her ne olursa olsun bu gücü ılımlı, hoşgörülü, planlı, mütevazi bir şekillerde birimlendirmeniz ve insanlara baskı uygulamak ve illa kendi yönetiminiz altına alarak onları saf dışı bırakmak şeklinde kullanmamalısınız. İflah olmaz iş hayatım iflah olacak yani öyle mi, seneler sonra. Hala mezun olduğu gün sahip olduğu şartlarda ve mevkide çalışan ben, bütün kariyer hedeflerimden vazgeçmiş, hırslarımdan arınmış, yetecek kadar paraya zevk için çalışabilecek ruh haline güç bela erişmişken, ve gerçekten de mutluyken, ne bu şimdi. Ha, kendi işimin gücümün sahibi olmak bir cafe açacağım anlamına geliyorsa, çok ama çok heveslendiğimi bil 2012. Hadi bakalım, maşallah.

5 Ekim 2012 itibariyle Satürn-Akrep burcunda seyrine başlayacak. Bu seyir çok önemli. Tamam not ettim. E peki ne olacak bu tarihlerde?? İster yeni bir ilişki isterse bitmeye çoktan yüz tutmuş bir beraberlik, isterseniz hala aradığınız kişiyi bulamadığınızı düşünen biri olun, hiç fark etmez. Satürn, dengeli bir ilişki nasıl olmalı ve tarafsız bir bakış açısı altında bir ilişki nasıl yaşanmalı, sen ve ben demeden biz olmayı nasıl başarmalı sorularına cevap aramayı sürdüreceğinizi gösteriyor. Hani herşeyi çözecektim, arayış yapa yapa bir hal oldum. Araya araya buda heykeline döndüm yemin ederim. Kaç senedir ilişkiler üstüne düşünmekten kitap yazacak kıvama geldim. Bu kadar düşüneceğime psikoloji okuyup ders çalışsaydım en azından diplomam olurdu.

7 Şubat-25 Haziran tarihleri arasında olabilecek Satürn geri hareketi esnasında hala büyük bir resmin tamamlanmayan parçalarını arayacağız. Onun maksadıyla lütfen ikili ilişkiler, iş ortaklıkları, iş sözleşmeleri ve kontratlarınız konusunda geri hareket boyunca iyice düşününüz. Zorlanmalar görülebilir.Hmm tamam. O tarihlerde hiçbir şey imzalamamaya gayret edeceğim.

11 Haziran 2012 itibariyle iletişim, haberleşme, eğitim, çevre ilişkileri, ulaşım gibi konularda 12 yıl sonra İkizler burcunda ilerleyecek Jüpiter bana göre son derece dikkatli kullanılması gereken bir enerji.Vay 12 yıl sonra Koç alrı etkileyecek bir durum önemli olmalı, ne yapacağız peki, açıkla. Bir yerden başka bir yere seyahat etmek, ancak belli bir yerde uzun süre kalmak istemezsiniz. Bavulunuz kapı arkasında gibidir. Aklınıza estiği anda hemen yola çıkabilirsiniz. Ancak bu yolculuklar uzun seyirli değildir. Kısa konaklamalar şeklinde gerçekleşir. Çok çok konuşma, sürekli arayış, bağımsızlık, eğlenceli bir yaşam arzunuz oldukça yükselir. Ya bu 2012 tam bana göreymiş, şimdi iyice anladım. Yani böyle bir elim işte gönlüm oynaşta, böyle bir nisan mayıs ayları gevşer gönül yayları modunda geçecek bu sene. Sevdim, çok sevdim.

Şaka maka, 2012 senden sadece huzur ve sağlık beklerim. Bir buda heykeliymişçesine huşu içinde ve huzurlu oturmak istiyorum, böyle huzur paçalarımdan aksın istiyorum, “ay yeter be, amma da çok huzurluyum” diye hayıflanacak kadar huzur istiyorum. Kimse hasta olmasın, kimse ölmesin bir de, bu sene de. Sen bunları sağla sana gerisini bana bırak.

Kim ne istiyorsa getir 2012, cimri olma.

21 Aralık 2011 Çarşamba

Yüksek Topuklar - Murathan Mungan

Murathan Mungan, "ay kitaplarının hepsini bir nefeste okursam, okuyacak Mungan kitabı kalmayacak" diye özledikçe okuduğum yazarlardan, İnci Aral gibi. Yine özledim, aylardır rafta bekleyen Yüksek Topuklar'a gitti elim.

Kadın olmak, kadınlık halleri, evlenmek, bekar olmak, boşanmak, çoluk çocuk psikolojisi vırtı zırtı üzerine çok okuduğunuz, çok kafa patlattığınız, kendi çapınızda karaladığınız, herkesle tartıştığınız ve artık düpedüz sıkıldığınız dönemlerde okumamanızı tavsiye ederim. Zira ben tam böyle bir zamanda okudum. Yok sıkılmadım. Ama romanın neredeyse her sayfasında "aaa bunu ben de düşünmüştüm", "aaa bunu ben de yaşıyorum", "işte ben de tam bu hissediyordum", "aa işte bu yaaa buu"  demekten harap bitap düştüm. Kadınlara ilişkin ne kadar muhteşem, ne kadar histerik, ne kadar hastalıklı durum varsa neredeyse hepsi vücut bulmuş Mungan karakterlerinde, türlü türlü renk renk. 35 yaşlarında bekar reklamcı Nermin esas kızımız, evlere şenlik, evlenmeseydim sanırım böyle bir tip olurdum dediğim kadın tiplemesi, herşeye muhalefet, her aşkta mutsuz ve melankolik, her ilişkide sorgulayıcı, mükemmel bir insan sarrafı ve maalesef kafası çalışan bir kadın. Çok sevdim Nermin'i, yaş itibariyle de bizim kuşak olması, benzer koşullarda ve çevrelerde büyümüş ve okumuş olmamız bu kadar benzeştirdi bizi belki, tüm 76 lı kadınların kendini bir şekilde Nermin'de bulması olası. Neyse, bizim Nermin çocukları sevmez ama bir arkadaşı 5 yaşındaki kızını, Tuğde, kocasıyla arasını düzelteceğini söylediği bir tatile çıkarken Nermin'e bırakmak ister, Nermin kıramaz. Tuğde, hani şu uzaydan gelmişler gibi baktığımız 90 kuşağı kızlar var ya, aynı tip giyinen, aynı trend saç modelini kullanan, okulda,işte, aşkta, evde her daim avcı, her daim taktiği bilen, yeri gelince lolita, yeri gelince kadın, yeri gelince porno starı, yeri gelince kafasına vur lokmasını al, yeri gelince safın önde gideni, yeri gelince aciz kızlar var ya,bir türlü kendi olamayan, burger kuşağı, kültür seviyesi yerlerde, işte onların 5 yaşında vücut bulmuş hali (90 kuşağının kültürlü, akıllı birkaç kızının yolu bu günlüğe düşerse beni affetsinler). Mübalağa mükemmel tabii. Nasıl ki, 90 kuşağına biz 76 lılar "nasıl olur" diye eblek eblek bakıyor, küçümsüyor, acıyor ve maalesef yıllarca ve halen reddettiğimiz, olmamaya çalıştığımız, eleştirdiğimiz bu kız tipinin kendini bizden kolay gerçekleştirmesine,  bu kadar kolay onaylanmalarına üzülüyorsak, Nermin'de Tuğde'yi keşfederken öyle acı çekiyor, hayretlere düşüyor.

Bir erkek yazarın bir kadının ağzından bu denli güzel yazabilmesi yazar Mungan olunca benim için çok şaşırtıcı değil, hatta bu Mungan romanları içinde bende en az hayranlık uyandıranlardan diyebilirim. Ne romanları, ne hikayeleri var beni uyutmayan.

Okurken yaklaşık 415. sayfanın yakınlarında nerdeyse fenalık geçirecektim bunu da itiraf edeyim. Şimdi kalkıp koskoca yazarın romanıyla ilgili böyle de acımasız, basit bir eleştiri hiç olmadı ama, neysem o yani. Kalan yüz sayfayı inanılmaz ittirerek okudum. Bu da küçük bir not olsun işte. Yoksa çok eğlenceli, çok çok kadın bir roman. Okunuyuz.

Altını çizdiğim o kadar çok satır var ki, buralara yazsam, hem elim yorulur hem de yazar beni dava edebilir zira alıntı yapmak yasaktır falan diyor başında. Haklı tabii de, bir romanın 30 tl ye satıldığı bir ülkede kim takar ama gel gör ki hem bilgisayarımın şarjı az, hem çok uzun uzun yazmak lazım, halim yok. Ben bu romanı arada bir alır karıştırır, altını çizdiklerime bakarım, öyle yapın. Tek bir satır yazayım etkilendiğim, zaten böyle başlıyor roman...

"Hayatım içimden geçen cümleler içinde geçti."

Metis Yayınları, 527 sayfa, ilk basım 2002

19 Aralık 2011 Pazartesi

Ben bu ara bunları düşünüyorum..

Nihayet güneşsiz günler başladı burada…ne ironik değil mi, “güneşli iklimlerin kadınıyım ben” diye naralar atıyordum ama Aralık ayında ışıl ışıl parıldayan güneş hala biyolojik saatimi bozmakta. Bugun kapkara, yağmurlu mu yağmurlu, esintili mi esintili bir hava var burada, deniz yağmurda ayrı bir güzel. Ha, artık çalışırken denize bakabiliyorum, öyle bir yenilik geldi iş hayatıma. Masamda başımı sola doğru azıcık bir açıyla çevirdiğimde deniz görüyorum, kafamı çevirmeden sadece gözlerimi sola doğru devirdiğimde de görüyorum denizi, hatta monitörümün arkasında sol tarafta monitöre bakarken de görüş alanıma giriyor deniz, ..okunu çıkardım biliyorum, limanı görüyorum bir de, gemileri…yük gemileri… Limana giriş ve çıkışlarını izlemek çok zevkli, çok özgür görünüyorlar. E madem bugün kış geldi buraya (ona da ne kadar kış denilirse tabii…), hava gri ve yağmurlu… “ diye yazmışım bu yazıya başlarken, sonra Istanbul’a gittim, üç gün orada kaldım, yazım yarım kaldı, geldim birkaç gün geçti, o günkü gri havadan sonra hava hep güneşliydi, şimdi de güneşli. Güneşli havada yılbaşı moduna girmek de zor, giremedim zaten. Ama yazıyı bitirmeli, yarım kalmasın, yazık.

Alışkanlıklardan bahsedecektim ben birkaç aydır aslında... alışagelmiş, alışılagelmiş olmaktan...sıradanlık demeyeceğim, bu haksızlık olur, çünkü bazen en sıradışı şeyler bile alışkanlık olur kimbilir, ne bileyim bir yamaç paraşütü hocası için Ölüdeniz semalarında uçmak alışkanlık olmuş onu çok bayıyor olabilir belki değil mi, kelimeleri dikkatli seçmek lazım...her sabah aynı saatte kalkmak, her sabah işe gitmek, kahve içmek, sigara içmek belki, koltukların hep aynı yerde durması, ve hep aynı koltuğa aynı şekilde uzanmak, aynı marketten alışveriş yapmak, aynı aile ilişkileri, aynı evlilik işleri, aynı düşünceler, aynı tartışmalar, aynı saç rengi, aynı siyah ayakkabılar belki...yamaç paraşütü hocası olmayan bir evli çalışan annenin küçük minik histerik alışkanlıkları bahsettiğim muhtemelen.

Yıllarca aynı saç rengi ile gezen ve bundan sıkılmayan kadınlara özeniyorum çoğu zaman. Her bunaldığında kendini kuaförde bulan bir kadın değilim, saç rengimi ve modelimi her değiştirdiğimde bir çeşit depresyon içinde olduğumu düşünen, hatta “kocanla kavga mı ettin yoksa” kıvamında yüzeysel soruları bile soruveren bazı arkadaşlarım, yanılıyorlar; ben olsa olsa alışkanlıklarını değiştirmek için gelen ilham kendisini ikna edemediğinden, çareyi saç rengini ve modelini değiştirmekte bulan rahatsız bir kadınım muhtemelen. Mesela saçım belime kadar uzunken, bir sabah işe giderken sıkılıp açık bir kuaföre girip saçımı kısacık kestirebilirim; “of sıkıldım bu şehirden, beni baştan yarat Fatih” diyerek saçımı kızıldan platin sarıya hiç tırsmadan boyatabilirim. Bu yüzden ne zaman resmi evrak lazım olsa, yeniden vesikalık fotograf çektirmem gerekir, bu da ayrı bir sorundur. İş görüşmesine çağrılırım aniden mesela, fotoğraf götürmemi isterler, çektirecek vakit de yoktur, en son çekilenden seçer yanıma alırım, ben giderim iş görüşmesine saçlar kızıl ve kısa, fotoğrafı veririm uzun saçlı ve siyah. IK bir bana bakar, bir fotoğrafa bakar.

Taşınmalar bunaltmaz beni mesela, kolaycacık taşınırım, saçımı boyatır gibi taşınabilirim yani. Taşınamazsam, odalardaki eşyaları taşırım, üşenmem. Bir odadaki eşyayı başka odaya, o çekmecedekini bu çekmeceye taşırım. Sonra da bulamam. Bu kadar çok yer değiştirince, neyin nerede olduğunu bulamayıp, bir de utanmadan sinirlendiğim zamanlar olur, o ayrı. Bir önceki işimde mesela masamın yeri ve odam o kadar çok değişmişti ki, mekan değişikliğinden işten sıkılma fırsatı bulamamıştım. İnsan bir şehre tıkılıp kalınca ev değiştirmek, bir işe tıkılıp kalınca da masa/oda değiştirmek ferahlatır. Şehir değiştirmek büyük bir karar gerektirir, alışkanlıkları “hop” diye terk etmeyi gerektirir; iş değiştirmek risk taşır, çalıştığınız yerde tazminatınız vardır, yeni bir iş bulmak gerekir kazancı daha iyi, öyle “hop” diye bırakamazsınız, alışmışsınızdır, insanlara, patronunuza hatta fotokopi makinesine bile, yemez çoğu zaman. Nefret ettiğimiz her şeyi temize çıkarmaya çalışırız. "Patronda çok bağırıyor ama eli açıktır", "bu ofis uzak çok ama servisi var en azından", "maaşım az ama zamanında alıyorum yani", "ayyy o kadar tazminatım var burdaaa, bunlara mı bırakacam"...gibi. Ben yaptım oradan biliyorum.

Alışkanlıkların bağımlılık olduğu durumlar da var değil mi…sigara gibi, kahve gibi, tırnak yemek gibi, annenizin kızı olmak gibi, evlilik gibi. Farkında olmadan alışıp sonra da farkında olmadan bağımlı hale geldiklerim, ya da tam tersi önce bağımlı olduğum sonra da alıştığım. 18 yaşımdan beri sigara içiyorum, lanet olasıca şey. Daha önce okumuşsanız beni hatırlarsınız belki 3 sene bıraktım, hatta düşman oldum sigaraya. Sonra bir gece, tek nefeste başladım tekrar. Şimdi cildim falan bozuldu, sağ bacağımda bu yüzden hafif bir varis oluştu. Hem bağımlılığım hem alışkanlığım lanet sigara, bacağımı kestirince mi bırakacağım ben seni lanet olasıca. Demek ki neymiş, saç rengini zırt pırt değiştirmekle değişik ve biraz da cesaretli bir kadın olabilirsiniz hanımefendi, ama bağımlılıklarınızı bırakacak ..öt yok sizde.

Sonra gelelim tırnak yemeye, her ne kadar psikolojik bir rahatsızlık olarak görülse de, birkaç psikoloji kitabından okuduğum kadarıyla bir tür alışkanlıkmış. Kendimi bildim bileli tırnak yiyorum, belki küçükken azıcık ruh hastasıydım da başladım araştırmak lazım ama şimdi tamamen önce bağımlılığım sonra da alışkanlığım. Her hafta maniküre gidip, cicili bicili ojeler sürmezsem yiyorum hepsini. Tabii ki tahmin ettiğin üzere her hafta maniküre gitmiyorum, üşeniyorum. Sonra yiyorum da yiyorum. Dışarıdan bakanlar eminim iğrenç buluyorlardır beni tırnaklarımı yerken görünce. Ben bile iğrendim şimdi. Bir de gayet kokoş giyinmek durumunda kaldığın zamanlarda maniküre gidecek zaman da bulamadıysan güdük parmaklar çok fena duruyor, itiraf etmeli. Demek ki neymiş, platin kısa saçlı kafaya hafif koyu makyajla ve siyah bir kazakla iyi görünebilirsiniz hanımefendi, ama tırnaklar ne öyle güdük, yamuk ve tırtıklı. Bırak artık bırak, tırnak kanseri olacaksın.

Tek başına yaşarken yalnızlığa alışıveriyor insan…tek başına geçinmeye, evi toplayıp temizlememeye, sürekli makarna ve omlet yapmaya ve hatta bazen hiç yemek yapmamaya, bağımsızlığa, sessizliğe...kendi kazandığın parayla kendi başına yaşayınca azıcık tutumlu çokça pinti oluyorsun, tozdan rahatsız olmuyorsan evi temizlemene bile gerek yok, yemek yesen iyi olur ama yemesen de kilodan başka bir şey kaybetmezsin, istediğin zaman tv açar, istediğin zaman kitap okur, istediğin yere yatar, istediğin yerde oturursun, tek başınalığın, yalnızlığın, bağımsızlığın saltanatını sürersin. Yalnızlığa alışınca insan bir süre evlenmiş olmaya da alışamıyor. Ama insan bu ya, ona da alışıyorsun. Çift maaş olunca daha çok harcamaya, evde yemek yapmaya, daha temiz olmaya, solo performanstan koroya geçmeye, kendi ailene laf anlatamazken başka bir aileye daha laf anlatamamaya… en çok da bağımlılığa… alışıveriyor. Fark etmeden yaslanıyorsun yanındakine. Fark etmeden planların oluveriyor, daha önce günlük, hadi kötümser olalım, senelik yaşarken, bir sonraki sene hangi evde oturacağını hangi işte çalışacağını hangi saç rengini kullanacağını planlamazken, beş yıllık kalkınma planları yaparken buluyorsun kendini. Birbirinden bağımsız olarak dışarı çıkmıyor musun, çıkıyorsun; herkes kendi arkadaşlarıyla bir şeyler yapmıyor mu, yapıyor; herkes evin içinde kendi hobisiyle uğraşmıyor mu, uğraşıyor…bu bağımlılığın izin verdiği kadar işte…herkes kendini kandırıyor gibi geliyor bana. Kocaları seyahate falan gidince evde tek başına kalamayan kadınlar var, evin bütün giderlerinin takibi kocasına bırakan sadece kredi kartından harcamalarını yapan kadınlar var, evdeki en ufak sorunda tamirci yerine ilk kocasını arayan kadınlar var, saçını kocası uzun seviyor diye kestirmeyen kadınlar var, ben bunlardan hiçbiri değilim, bu da iyi bir şey aslında demek ki o kadar da bağımlı değilim, ama o kadınlar benden daha çok kıymet görüyor o kesin, erkekler kendilerine muhtaç kadınları seviyor sanırım, edilgen olan ya da en azından edilgenmiş gibi yapan; ben yine ikisi de değilim, kötü. Neyse konuyu saptırma. Konumuz, alışkanlık, bağımlılık, sırtını dayama. Sevgi, aşk başka şeyler, onları geç. Kadın olarak kendi başına yaşarken insanlar seni bunun için takdir ederken, evlendiğinde tam tersini yapıyor olduklarını fark etmen biraz uzun sürüyor. Bağımsızlığın, kendi başına her işini yapabiliyor, çekip çevirebiliyor olman, kendi paranı kazanman beğenilirken, evlenince ne kadar evinin kadını olabiliyorsan o kadar takdir ediliyorsun, açıkça dile getirilen bir konu değil bu, bu yüzden belki fark etmen zaman alıyor. Üstelik, sen bunu fark ettiğinde çocuk doğurmuş da oluyorsun, hatta biraz da büyütmüş. Bağımlılığın birden ikiye katlanıyor. Sen kocana, kocan da sana fark etmeden yaslana geledursun, çocukla birlikte birbirinden bağımsız bir yaşam alanı yaratmayı bırak düşünmek bile vaktin olmuyor, vaktin olsa dermanın olmuyor, dermanın olsa bağımlılığın izin vermiyor, bağımlılığın izin verse suçlulukla göz göze gelmek istemiyorsun. Spora gitmek istiyorsun mesela ama çalıştığın için çocuğuna ayıracağın süreden çalman gerekeceğinden (bak burada bile çalmak diyorum), ya kendini suçlu hissediyorsun, ya da kötü anne ilan ediliyorsun. “Çocuk doğurduysan biraz fedakârlık yapacaksın canımmm”, insanlar böyle der bu durumlarda genellikle. Suçluluk duymamak için kendini rahatlattığını sanarken bağımlılıkları güçlendirirsin. Spora gitmek için kocana bırakırsın çocuğu, evde biraz kendi kendine kalmak için kocan sinemaya götürür çocuğu mesela, işten geç mi çıkacaksın kocan alır çocuğu. Bir gün kocasız kalmayı düşüneniz mesela, spora gidemeyecek, evde kendinizle başbaşa kalamayacak, işten geç çıkamayacaksınız en basiti…bağımlı…alışıvermiş…bu kadar özgür ruhlu sanarken kendini bu kadar bağımlı olduğunu fark etmek de sadece benim gibi kadınlara özgü olsa gerek… yamaç paraşütü hocası olmayan evli çalışan annelere.

Bitmedi, bitmedi…bitmez…çalışmak mesela…çalışmak da bir bağımlılık benim için. Sürekli şikayet ettiğim, küfrettiğim, zaman zaman lanet ettiğim çalışma hayatını ben hiç bırakmadım, bırakmaya bile yeltenmedim. Bırakmak durumunda olduğum zamanlarda ise, evde çeviri yaptım yine çalıştım. Oysa, sürekli olarak, çalıştığım zaman kendime vakit ayıramadığımdan şikayet eden ben, evde olunca kendime vakit ayırmak yerine yine evden serbest çalıştım. Çocuk doğurdum, iki aylıkken “çalışacağım ben, ay evde oturamam ben, of çok sıkıcı” diye bıtbıtlanmaya başladım. En iyisi iş aramak dedim, şans bu ya hemen de buldum, bebeğim üç aylıkken çalışmaya başladım. Çalışanlar ücretsiz izin versinler de bebeğime bakayım diye bakarken ben üç aylıkken işe başladım, iyi mi? Oturmadım şöyle evimde ya. Otur bir dinlen, koca var işte, yaslan ona daha da bir, o para kazansın sen bir süre gez, dinlen. Ya da madem çalışacağım diye oturmuyorsun ruhen rahatsızsın kazandığın parayı kendine harca, ahahaha ben böyle kadınlar olduğunu çok geç öğrendim biliyor musunuz, ben sanıyordum ki, herkes kazandığı parayı ortak bir havuzda topluyor, evin tüm giderleri bu ortak havuzdan karşılanıyor, meğersem kazandığı parayı sadece kendi ihtiyaçları için kullanan kadınlar varmış, şöyle ki koca evin elektriğini, suyunu, kirası, alışverişini, çocukları okul, kreş zart zurt ödemelerini falan yapıyor, kadın da kazandığı parayla kozmetik, giyim ve diğer ne hobisi varsa onları alıyormuş, maaşı yettiği kadar. Değişik valla, hiç yapmadım. Yapsa mıydım acaba? Ekonomik özgürlük demek aslında bu mu, yoksa ekonomik özgürlük derken ben yanlış mı anladım bir şeyleri… ben bir şeyleri hep yanlış anlıyorum galiba… neyse, çalışmaya bağımlılıktı konunun bu kısmı, işe gitmeye alışmak, sabahın köründe kalkmaya, sabah kahvesini maillere bakarak içmeye alışıp (evde olduğu süre boyunca her sabah insan maillerine bakar mı kahve içip, yat uyu kardeşim) 9 da kalkıp kadın programı seyredememek, ofiste sohbete muhabbete alışıp evde televizyona bakmaktan sıkılmak ama çok sıkılmak, ofiste strese alışıp evde gereksiz stres yaratmak.

Çok karıştırdım mı yazarken? Çok bölünerek yazdım, parça parça..bir o gün bir bugün..daha çok yazasım da var ama kafamı toplayamadım, konu lastik gibi ya nereye çeksen oraya gidiyor.

Ha, bu arada 3 gündür sigara içmiyorum, belki kafamı ondan toplayamadım. Maniküre de gittim hafta sonu, şuan bunu yazan parmaklarımda oje var. Kendi kişisel zaferlerimiz olmasa depresyon kaçınılmaz, di mi..

1 Aralık 2011 Perşembe

Deli doktorumla ilk randevum...

Haftalardır yazacak çok şey olmasına rağmen yazmayışım, hadi yazmıyorum da takip ettiğim onca insanın günlüğünü okumayışımın nedeni güçlü bir kadın imajıyla ayakta durmaya çalışırken, aslında taaa içimde, çırpılan bütün kanatları yerlere bırakıp, bütün karizmayı çizdirip, birinin omzuna yatıp hüngür şakır, salya sümük ağlama isteğinden kaynaklıyor olabilir. Ama, bu günlüğe borçlu hissediyorum kendimi belli ki, izleyicim olan elliüç kişiyi seviyorum muhakkak ki, içimden hala yazmak gelmese de, ya da çok yazmak isteyip de nasıl yazacağımı bilemesem de, e tanıdık eş dost da okuyor diye zaman zaman endişelensem de, yazmak kendi kendinin omzunda ağlamak demek an azından.

Offf çok duygusal oldu, vıcık vıcık.

Psikoloğumla olan ilk randevumu anlatacaktım aslında. Psikolojiyle olan münasebetim, okuduğum onlarca psikoloji ve kişisel gelişim kitaplarından, psikolog arkadaşım Rabia'ya yazdığım maillerden öte değil. Yirmili yaşlarda okuduğum kişisel gelişim kitapları otuzlu yaşlarımın başında yerini annelik ve çocuk yetiştirme kitaplarının yanısıra kendini keşfettiren, eleştirttiren psikoloji kitaplarına bıraktı, otuz beşte ise "anla beni" nidalarıyla kanlı canlı bir psikoloğa gitme ihtiyacım doğdu. Yaşadığım uyanışı yönetebilmedeki beceriksizliğim, yüzme bilmeyen bir insanın okyanusta debelenip durmasını andırmaya başlayınca ve ağzıma burnuma kaçan tuzlu su canımı çok yakınca, herşeyi birbirine karıştırdım, daha iyi yüzebilmek için yüzme dersi almaya karar verdim. Profesyonel destek demek de ne demekse, kendi kendime yapmayı ve söylemeyi akıl edemediğim şeyler hakkında bana akıl verecek, bir ruh hastası olmadığıma beni inandıracak psikoloji okumuş insan kişisi işte. Hayat çok birbirine karıştı artık farkındayım, çok incindim onu da farkındayım, geçmişi çok sorgular oldum farkındayım, geçmişte yapmadıklarım üzerine çok düşünür oldum farkındayım, birçok şeyi değiştirmek için arzu dolu ama değiştirmek için gerekli gücü göstermeye üşenir oldum farkındayım, daha fazla düşünürsem yine her şey aynı kalacak, belki beş ay belki beş yıl sonra yine değişime aç kalacağımın da farkındayım, geceleri çok uzun uyuyor oluşum bir depresyon başlangıcı onun da farkındayım, kızıma olmadık zamanlarda bağırıyor oluşumun onun suçu olmadığının da farkındayım, beni sabote eden şeyleri hayatımdan çıkarmalıyım bunu farkındayım. Karışan hayatı şimdi yazarken bile toparlayamıyorum da, “kendime kendimi toparlamayı öğret bana” demeye gittim, “bağımlılıklarımı, alışkanlıklarımı değiştirmeye karar verdim ben, kimseye acımamayı öğret bana” demeye gittim, “benim ne kadar değerli bir insan olduğumu bana göster” demeye gittim, “istediğim gibi yaşamak için içimden hangi dehayı çıkarmak gerekiyorsa onu çıkartmama yardım et” demeye gittim. Çok karışmış, çok karıştırmıştım, “çöz” demeye gittim.

Randevumu alırken çok rahattım. Hafta içi benim çalışma saatlerimle onun çalışma saatlerini uyduramadık, Cumartesi sabahın körüne aldım ben de. Bu yüzden birkaç gün daha beklemem gerekti, sabırsızlandım, sabırsız ama rahattım. Cumartesi sabahı giderken yolda üst üste üç tane sigara içmiş olmamın nedenini de çözemedim o ayrı. Zaten dertlerimi, tasalarımı burada yazıyorum değil mi, tanımadığım insanlara bir şeyler anlatmakla ilgili bir sorunum yok. Hatta bunları burada neden yazdığımı soranlara açıklayamıyorum ama süper psikolog Rabia bunları yazmak bir terapidir dedi. Ha Rabia başka şehirde yaşıyor, neden ona gitmiyorsun diye merak ederseniz. Neyse, sabahın köründe gittim, hiç beklemedim. Asistana kendimi tanıttım, sonra içerideki odaya gittim, psikoloğumun yanına. Kahvem geldi sonra, sarı turuncu bir fincanda, tabaklı. Odada iki tane beyaz deri koltuk var, ben mor kadife olsa diye geçirmiştim içimden, nedense. Bir de böyle mor kadifeden uzun oturabileceğim bir koltuk hayal etmişim, filmlerin üzerimdeki etkisidir muhtemelen. Aldım elime kahvemi, tabağıyla birlikte, psikolog sordu, “buraya gelmek ne demek biliyor musunuz” diye, atladım “biliyorum” diye. “Konuştuğumuz her şey bu odada ikimiz arasında kalacak, bu yüzden açık ve net olmalısınız” gibi bir şeyler söyledi. “Tamam” dedim. Sonra, “size nasıl yardım edebilirim” demesiyle, soluk almadan bir saatten fazla konuştum, anlattım da anlattım, sanki yıllardır kapalı bir odada tek başıma kalmışım da kimseyle iki kelime edememişim gibi. “ya ne anlatmam gerekiyor onu bilmiyorum ama” dedim bir de utanmadan, “yooo ilk defa psikoloğa gelen biri için çok rahatsınız” dedi, bazen on yıl öncesinden, bazen dünden bahsettim, bir ondan bir bundan bahsettim, arada “çok karıştırdım değil mi?” diye sordum suçlu suçlu, “yok gayet iyi gidiyorsunuz” dedi. Çok rahattım diyorum hep ama anlatırken elimdeki kahve fincanını sıktığımı o fark ediyor, “sehpaya koyun isterseniz” diyor, azıcık utanıyorum, panikle "yok gerek yok,ben kahveyi hep böyle içerim" diyorum, iç sesim ekliyor "ne dedin şimdi sen mal". Ben anlatıyorum o dinliyor, ben anlatıyorum o dinliyor, arada not alıyor; yargılamıyor, şekillendirmiyor, eleştirmiyor, öğreten adamlık yapmıyor, bunları bakışlarında bile hissetmiyorum ya, allaah ne iyi bir insan bu; henüz emin değilim ama anlıyor beni galiba. O hiç konuşmadı neredeyse, ben konuştum da konuştum, anlattım da anlattım, adama konuşacak vakit kalmadı. Sadece arada “önce kendiniz, ne çocuğunuz, ne eşiniz, en anneniz ne de babanız, önce siz kendinizi mutlu edeceksiniz” dedi. Biliyorum bunları zaten ben, onca psikoloji kitabını boşuna mi okudum, ama, o söyleyince doğru geliyor, çok doğru geliyor.

Genelde burnunun dikine giden biri olarak tanımlar eş dost beni, kendi istediğimi öyle de böyle de yaparım, doğrudur. Ama serde inatçılık da var, o zaman ne yapmam gerektiğini söyleyen birinin söylediğinin tersini yapmamın olasılığı burnumun dikine gitme olasılığımdan daha yüksek. Sorun şurda ki, her ne kadar burnumun dikine gidiyor da olsam, istediklerimi hep istediğim doğrultuda da yapsam, o kadınlık vicdanım yok mu, işte o hep sessizce düşünür, iyi mi yaptım kötü mü yaptım diye; bir de yıllar yılı hiç fark etmeden üzerime giydirilen, abuk subuk zamanlarda abuk subuk yerlerde beni sıkıştırıp üzerimde baskı oluşturan kişisel tercihlerimin ve isteklerimin her koşulda kendimi suçlu hissetmeme neden olduğu duygusal yanılsamalarım yok mu, işte o da hep sessizce bekler bir yerlerde. Demem o ki, önce kendimi düşünmek zordur, önce bir anne olarak, sonra bir kadın olarak; birileri mutlaka fedakarlık ister, dile getirmeseler de ben kıllanırım; hatta şimdi böyle yazdığım için bile bir vicdan sızlaması ve suçluluk duymaktayım, nasıl ama?

Psikologum bana EMDR uygulayacak bu arada; özgür ve içinden sürekli gülmek gelen ruhumu yaşam şeklime adapte edebilmek için. Bakalım neler olacak… Ama psikoloğa gitmek güzel birşeymiş, aslında daha küçükken başlasak gitmeye, ayda bir, akıl sağlımız daha iyi olurdu, kimbilir; ya da facebook da orda burda ne kadar süper anne, ne kadar süper bir eş, iki yumurtadan tadından yenmez yemekler yapan ne mükemmel ev kadınları, ne kadar başarılı işkadınları olduklarını, bir de üstüne süper akıllı, sevimli çocuklar kadar mükemmel kocalara sahip, her birşeyi hobi edinen, her birşeyden anladıklarını haykıran kadınlar gibi olabilirdim... aşağılama kendini, yürü git yaaaa....
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...