31 Temmuz 2012 Salı

Piç - Hakan Günday

Şimdi kızlar ne tür adamlara piç derler...bizim zamanımızda diyeceğim ama bu seferde kendimi yaşlı ve bu yüzden de kötü hissedeceğim muhtemelen ama...biz dediğim şimdilerde 35 lerinde olup da üniversiteyi doksanlarda okumuş kızlar; işte bu bahsi geçen "bizim zamanımızda" erkeklere piç demezdik en azından çoğuna demezdik, çünkü bizim zamanımızda on erkekten dokuzu aşk arayan mutsuz dertli adamlardı, yatmak kalkmak bu kadar kolay değildi, tek gecelik ve/ya benim yiyişme arkadaşı olarak tercüme edebileceğim türden kavramların henüz oluşmadığı,  daha güzel müzikler dinlenen, daha kaliteli okunan zamanlardı, üniversitede okuyan erkekler parasızdı, kızlar da zaten para peşinde değildi, paralı erkekler ve kızlar sadece Bilkent'de dolaşırdı, her on erkekten dokuzu hayatının Meg Ryan'ını bulmak için fellik fellik gezerdi falan. Yine de genelleme yapmak istemem tabii...karşılaşan karşılaşmıştır yine de, onu bilemem. Bana göre, bu piç tanımlanan adamlar sanıyorum bizim kuşaktan değil de 80 kuşağından türedi...piç erkek parası olan, yakışıklı veya en azından kendini yakışıklı sanacak kadar özgüvenli ve/ya aptal, her kadına ayrı bir yiyecek gözüyle bakan ve her fırsatta birinden tatmak isteyen, vurdumduymaz hareketler peşinde, her ortama anında adapte olabilecek kadar elastik (ki bence karaktersiz) adamlara denir. Çok iticidirler, bulundukları her andan ve ortamdan mümkün olduğunca uzaklaşmak isterim falan.

Bu roman bu tanıma en az birkaç yerinden uyan erkeklerden dördünün hikayesi. Yanlız bunlar kısaca tanımlamaya çalıştığım "piç erkek" olma şartlarına sahip olup da anasının babasının parasını pulunu reddedip parasız, makamsız, yersiz yurtsuz adamlar olarak yaşamayı seçmiş tipler. Hayat umurlarında değil ve hatta vız gelir tırıs gider modunda olsalar da hayata ilişkin güzel tespitlerle ilerliyor roman. Kendilerine zorlanan hayatı reddetmeleri, teknolojinin tavan yaptığı ikibinlerde şikayet ettiğim bir sürü şeyden kaçınmaları ile gönlümü fethederken, vurdumduymazlıklarına uyuz olduğum karakterlerin romanı. Reddettikleri hiçbir şeyin aksini savunmuyorlar mesela ya da neden reddettiklerini açıklamıyorlar... Hem uyuz olarak hem severek okudum ben kısaca Piç'i, muhtemelen de öyle olması gerekliydi. Samimiyetle sevdim karakterleri. Çoğunlukla akıllı bıdık cümlelerle yazmış olsa da yazar ve ben bu yazım biçimini hiç sevmesem de, cümleler gerçekten de çok akıllıydı itiraf etmek gerek. Yazdıklarını yaşadığım için düşündüklerini de anlayabildiğim yaşıt bir yazar. Sevdim ben bu romanı. Bir de söylemeden geçemeyeceğim, yazar arka kapaktaki sevimsiz fotoğrafını kullanmasa keşke.

...Hakan'a göre, yürümek yerine motorlu taşıtlar kullanan, düşünmek yerine televizyon seyreden, spor yapmak yerine Play Station oynayan, kütüphane koridorları yerine internet sitelerinde dolaşan çocukların olgunlaşmaları gecikiyordu. Geçmiş kuşaklara göre tabii ki daha çok bilgiye sahiplerdi ancak bu bilgiyle ne yapacaklarını belirlemelerine onları zorlayacak bir hayat yaşamıyorlardı. Bilgli ancak bilinçsiz çocuklar on sekiz yaşından sonra da çocuk olmaya devam ediyor ve kendileri başta olmak üzere çevrelerine de zarar veriyorlardı. (S. 96)

...Medeniyetduvarla başlar. Duvar örmek çeşitli amaçlar taşır. Bu amaçların ilki ayırmaktır: insanları, hayvanları, bitkileri ve şeyleri. Daha sonraki amaçlar içeride ya da dışarıda bırakmaktır: insanları, hayvanları, bitkileri ve şeyleri. Duvarlar örülür ve iki cephelerinde hayatlar gelişir. Duvarsız bir dünya günümüz insanı için cehennemdir. Medeni insanın ruhsal dengesini sonsuz dek kaybetmesine elektrik, kanalizasyon ya da iletişim sistemlerinin çökmesi değil, duvarların yıkılması neden olacaktır. Bu yüzden duvar ustalığı kapitalist anlamda ilk gerçek meslektir. Var olan en kalabalık, yarı gizli, güç dayanışması eksenli örgütün bu meslekten esinlenerek kendini vaftiz etmiş olması bir tesadüf değildir. Çünkü duvar, sıradan insanın tek garantisidir. Savunulması gereken ilk siperdir. Dünya üzerindeki mevcut düzenin devamı duvarların ayakta kalmasına bağlıdır. Elleri alçılı duvar ustalarından elleri paralı bankacılara kadar, duvarlar dünya nüfusunu gölgelerinde gizler. Ancak duvarın hangi tarafında olunduğuysa, hayat tarzını belirler. Geceyi sokakta geçirenlerse duvarların, dolayısıyla medeniyetin dışındadır. Çöp torbalarıyla aynı kaldırımda uyuyanlar duvarları delmek isteyenlerdir. Asla yıkmanın değil ancak sadece geçebilecekleri kadar bir delik açmanın peşinde olan organik matkaplardır. Çünkü ister Sao Paulo'nun gecekondularında, ister Koumbala'nın ormanında, isterse de Malaga'nın sahilinde yaşasın, her insanın bir duvara ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacın devamı ise pencerelerdir. Duvarın diğer tarafındakileri izlemek için inşa edilmiş saydam duvarlar. (S.145)

...Nefret etmesine rağmen patronunun yüzüne gülen insan doğaldır. Lokantada, yan masadaki kadının çantasının markasından yola çıkarak onunyargılayan kadın doğaldır. Moda olduğu için zevk almadıkları müzkleri dinleyen çocuklar doğaldır. Çünkü bütün bunlar 2002 yılının doğasında vardır. Sürekli eleştirilen bu tavırlara karşı sunulan doğallık yalanı kullanma tarihi geçmiş bir antibiyotiğe umut bağlamak gibidir. Bu çağda insanlardan cesur, dürüst, idealist, tutarlı, onurlu olmalarını beklemek günün doğallığına aykırı bir yapaylığı savunmaktır. (S.157)

Hadi iyi okumalar...

Doğan Kitap, 224 sayfa, 2003 ilk basım

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Bir Yaşdönümü Rüyası - Erendiz Atasü

Ben daha önce nasıl okumamışım bu kadını diye kafamı duvarlara duvaralara vursam yeridir. İnci Aral'a duyduğum "size anne diyebilir miyim?" duygularımdan sonra Erendiz Atasü'ye de annemin en sevdiği aile üyesi büyük teyzem duyguları beslemekteyim. Hani annemle teyzem otururlar saatlerce konuşurlar ondan bundan, ben de dinlerim böyle ayaklarının dibine oturup, sonra bunlar iki koltuğa kıvrılıp uyurlar da benim de uykum gelir. İşte böyle bir sahne yaşamak isterim bu iki kadınla, o derece seviyorum, bilmem anlatabildim mi? 

Romana gelirsek, Feride'nin hayatını okuyoruz. Feride-Ferhat, Feride-Şirin, Feride-Sedat, Feride-Kamuran, Feride-Feride;  bir kadını okuyoruz, bir çok ilişki içinde. Güzel bir kadın Feride, güzel derken tipini bilmem de içi güzel bir kadın. Lisede bir öğretmenimiz vardı Cevriye Hanım o canlandı hep gözümde Feride'yi okurken, zayıf böyle kara kuru bir kadındı, kambur dururdu, saçına falan özen göstermezdi, azıcık dik dursa kendine güvense diye içimden geçirirdim, iyi niyetli bir öğretmendi ve tüm iyi niyetli öğretmenlerimiz gibi biz onu hiç dinlemezdik... Feride'de iyi niyetli, saf, ve bayağı da şaşkın bir kadın. Daha fazla anlatmayacağım da, ben okurken çok keyif aldım, çok güzel, çok özenli, su gibi, ıkınılmamış sıkınılmamış kelimeler, cümleler okudum, iyi geldi.

Kitabın kapağını hiç beğenmedim. Çocuk gelişim kitabı kapağına benzemiş, olmamış bence.


Deli Kadın Hikayeleri - Mine Söğüt

Çok yaya yaya okudum ben bu kitabı. Kitaba haksızlık oldu aslında. Yaya yaya derken, evin bir o köşesinde bir bu köşesinde ara ara okuduğum için, bir köşede biraz okuyup sonra ertesi gün başka bir köşeye gittiğimde diğer köşede unuttuğum bu kitabı alıp yerime geri gelmeye üşendiğimden bahsediyorum, tamamen benim mal ruh halimle alakalı, yoksa kitap güzel. Bir de ruh halimden kelli sanki raptiye döşenmiş bir koltukta oturuyormuş gibi okudum. Böyle koltuklara yerleşemeden, rahat edemeden. Bu hikayelerin bir etkisi olabilir belki, ama ben o kadar da rahatsız edici bulmadım ki bu hikayeleri. Acıklı buldum. Her bir hikayenin konusu kadınlara, çocuklara acıdım çok. Yazarın çoğunlukla öfkeli olan dilini, kısa kısa cümlelerini sevdim, yazarından bağımsız karakterlerini sevdim ki onlar da ya öfkeli, ya çaresiz ya da çok şaşkındılar. Yine de, adını tam koyamadığım bir eksiklik vardı benim için bu kitapta, nedense. Ne beklediğimi de bilmiyorum ya, ne bekledim de ne yapmadı bu hikayeler bana. En çok "Ben, Öldürmek İsteyen Muhteşem Hayat" hikayesini sevdim, öldüğü zaman bildiği şarkılara ne olacağını merak eden kadını, "ölünce içimden çıkan şarkıları topla" diyen kadını.

Evet, tabii ki de kitabın kapağını ve her bir hikayenin başına konan resimleri sevdim. Hatta hikayelerden daha çok sevdim desem yeridir. Hiçbir hikayeyi başa dönüp tekrar okumadım ama resimlere tekrar tekrar baktım itiraf ediyorum. Hikayelere mi resim çizilmişti, yoksa resimlere mi hikaye yazılmıştı...bilemedim. Resimler yazının önüne geçince yazar bozulur mu bu duruma acaba, ben olsam bozulurdum. Bir de yazarın kocası çizen de, ben olsam hayatta koca kişisiyle böyle bir işe girişmezdim mesela, aman zaten o da benle girişmezdi ya. Kesin bir yarış olurdu böyle, sen mi iyi yazdın ben mi iyi çizdim diye. "Benim çizimlerin sayesinde kitabın da prim yaptı" diye diye gerinip gerinip durur beni deli ederdi kesin. Neyse, iyi ki ben bir yazar, koca kişisi de çizer olmamış diyip konuyu kapatalım. Ne diyorduk, evet, resimler hikayelerin üstüne çıkmış, zıplamış da zıplamış, kelimelerin çoğu ezilmiş, üzgünüm. Hatta bu resimlerin üzerine şarkı bile yazılır, beste yapılır, o derece.

Yapı Kredi Yayınları, bendeki 2. Basım, 2011 , 172 sayfa

17 Temmuz 2012 Salı

Yalnız yaz..

Kuzuyu anneannesiyle yazlığa gönderdik. Anne yeni işe başladığı için izinsiz olunca, aynı kreşe giden bir arkadaşın çocuğu hastanelik olacak derecede ishal olunca, anneannesinden ayrılmak istemediği için gitmesine yakın yaygara moduna geçen bir kuzu olunca, buralarda hava çöl kıvamında sıcak olunca ve anneanne "hadi artık evli evine köylü köyüne" deyince, tek çare bu kaldı. Kuzuyu anneanne ile özgürlüğe kavuşturmak.

Anne olmak türlü türlü çelişkiler yumağı ya benim gibi anneler için. Bir yandan evin sessiz boşluğunu düşünüp üzülürken, diğer yandan da kendime ayıracağım sınırsız vakitleri düşünüp sevinmekteyim. Sonra böyle bir sevinç duyduğum için kendimi suçlu hissetmekte kızmaktayım. Anne olunca mutlu olmanın da üzülmenin de kendi çapında bir saçmalaması oluyor. Üzüldüğün için mutlu, mutlandığın için üzülüyorsun mesela, böyle ruh hastası bir durum. Kuzu, itiraf ediyorum, sen tatile gidince ilk yaptığım işten eve gelirken kendime bir torba dolusu bira almak oldu. Sen yokken işten eve böyle gelirdim. Yok, iyi ki yoksun demiyorum. İyi ki varsın, o ayrı. Seni evden sepetlemiş keyfime bakıyorum gibi hissediyorum, evet. Ama öyle değil. Hem benim de kendime ayırmam gereken bir süre olmalı değil mi, büyüyünce anlayacağın bir durum  bu elbette. Hem sen yazlıkta mutlusun şimdi biliyorum. İşte benim gibi annelerin saçmalaması aynen böyle bir durum...

Neyse, sen tatilde keyfini çatarken benim yapmak istediğim çok şey var evde. Taşındığımızdan beri yapmayı planladığım fakat asla vakit bulamadığım şeyler. Vakit bulamamaktan kasıt vakitsizlik değil, sürüyle vakit var, ama plansız programsız. Aaa bir de her işe bir gazla başlayıp hepsini yarım yarım bırakan bir karakter var. Başlamaya hevesli, bitirmeye üşengeç. Hepsini sıraya koydum, not defterime yazdım, yazınca yapıyorum diyorum hep ama o da yalan sanırım, sigarayı hala bırakamadım misal. Kendime hazırladığım "ev boşken yapılacaklar" listemde ilk sırada blogger kimliğimi düzenlemek vardı. Çok havalı oldu bu, blogger kimliğim demeler falan da başka tabir bulamadım. Blogger kimliğim dediğim de bir çöplüğe dönüşen tv altı dolabım, indirime girmiş mağaza tezgahından bile daha dağınık olan giysi dolabım, pilates cd kabının içinden çocuklara ninniler cd sinin çıktığı, toy story cd kabından aşk tesadüfleri sever cd sinin çıktığı dolabımsı zımbırtı gibi (kitaplıktan bahsetmek bile istemiyorum) karman çorman olmuş okuma listem. Yıllardır okuduğum bloglar var, evet. Yazınca sevindiğim bloglar bunlar, görmeden tanıdığım insanlar. Onlar hep vardılar da, bir de her ay başka bir konuya heveslenip heveslenip eklediğim tonla blog da var-mış. Şimdi benim el işi bloğu takip etmemin ne manası var, siyah düğmeyi beyaz iplikle diken biriyim ben sonuçta, konserve kutusundan abajur yapmak kim sen kim, ama ediyordum. Ha, yemek tarifi bloglarını neden takip ediyorum mesela, buzdolabındaki üç yumurtayla harikalar yaratanları...mazoşist bir yapım mı var gerçekten de, sonuçta hiçbir zaman mozarella peyniri dolgulu pesto soslu bir zımbırtı yapamayacağım, hatta yapmaya bile kalkışmayacağım aşikar. Herşeye pozitif yaklaşan insanları neden takip ediyorum, görünen o ki onların yazdıklarına inanmıyor, yaptıklarını yapmıyor,  hatta uyuz oluyorum, bkz mazoşist bir yapım mı var sorunsalı. Çok büyük kitlere hitap eden ünlü bloglar var mesela, bir gönderisinin altında binbeşyüzyetmişiki tane yorum olan, okumaya kalksan okunmaz. Yazarken dilbilgisine dikkat etmeyenler, bu da çok iddialı oldu, geçelim en iyisi. Var daha bir sürü... Okuma listemi ayıkladım sonuçta, onu diyecektim. Darısı cd, giysi, ıvır zıvır, mutfak dolaplarının başına. Elimi çabuk tutmalıyım, zira bu süre zarfında çok okumak istiyorum. Birkaç aydır hiç kitap okumadım desem yeridir, artık rahatsız oluyorum bu durumdan, o derece. Okumaya kalkıp üç beş sayfadan sonra birbirinin üstüne devrilmiş kitaplarla dolu başucum, ha evet oraları da düzenlemeli. 


Bu yaz böyle yalnız devam eder kuzu.

2 Temmuz 2012 Pazartesi

İkinci...

İlk çocuğumu 31 yaşımı doldurmadan doğurdum. Evlendiğimde 29 yaşındaydım, çok fazla gezmedim kocamla yani, bir yaz balayı, bir yaz serbest tatilin ardından "çoğalmayacaksak niye evlendik bekar bekar rahattık", "biran önce doğurmalıyım ki göğüs kanseri riskim düşüversin" diyerekten çocuk yapmaya karar verdim. Her ne kadar "elli yaşında mı baba olacağım ben" diye beni darlamış ve aynı yaşta olmamızdan kelli elli yaşında baba olmasının benimle mümkün olmayacağını zaten biliyorsa da, arada bir "yaş ilerledikçe doğurganlık azalıyor, kalitemiz düşüyor" diyerekten de beni etkilemiş olsa da, çocuk yapma kararını ben verdim denilebilir. Zor bir karardı evet, zira biyolojik yaşı ruh yaşıyla tutmayan bir kadınım, çok uzun yıllar kendi başıma yaşadığımdan fazla rahat ve boşvermiş bir kadınım, örnek evi .ok götürse güzel bir kitap okuyorsam kalkıp da temizlemem, açlıktan midem kazınsa iyi bir film izliyorsam aç dururum kalkıp da yemek yapmam falan, bencil bir kadınım, örnek, kendime ayıracak yanlız günlerim saatlerim olmazsa çok pis yelloz olur, her ortamı her an gererim, sürekli şikayet ederim ama iş hayatını severim, çocuk için evde oturmam, çalışacağım diye tuttururum. Daha önce de yazdım çok, buzdolabındaki malzemelerle süper kekler yapan, herşeyi geri dönüştürüp vatana millete doğaya çiçeğe böceğe faydası dokunan, her ortamda her şeye sevgi duyaraktan sevgi pıtırcığı olan ve bunu akıllı akıllı oraya buraya yayan sıvayan prenses bir kadın değilim. Sabırsızım bir de..annelikte en çok ihtiyaç duyulan...neyse ki ya sabır öğrenilebilen ya da boşvermişlikle geliştirilebilen bir yeti, her neyse. Öyle ya da böyle anne oldum, çalışanından. İş, güç, karılık ve annelik keşmekeşinde kendime kavga dövüş de olsa vakit ayırabildim. Kuzu büyümeye başladı bu keşmekeşte, ben zaman nasıl geçti anlamadım. Ama konumuz birinci değil, konumuz ikinci...

Sevgilinle gezerken "eee ne zaman evlilik" diye bayan, evlendikten sonra "eeee çocuk ne zaman" diye soran, hamileyken "aaaa bunlar en güzel günler tadını çıkar" diye uyaran, bebek arabasında gezdirirken "aaaa şimdi işiniz kolay" diye gözdağı veren insanlar vardır hani, işte aman da hop kuzunun bir yaşı bitti diye debelenirken sen, tam da bu zamanlarda, "doğurdum, işe döndüm, kilolarımı verdim, sarkan göbeğimi toplamaya çalışırken ondan daha fazla sarkan ruh halimi de toplamaya çalıştım" derken bu akıllı bıdık insanlar "aaaa hadi hadi bu büyümeden ikinciyi doğur" derler. Zaten birinciyi "amanın da otuzu geçtik" diye can havliyle yapmışım, şimdi ikinci için mi panik olacağım. Ayrıca, birinci daha bir yaşındayken tekrar hamile kalmak, o ikiye yaklaşırken bir tane daha doğurmak için nasıl mazoşist bir insan olmalıyım. İki çocuklular kızabilirler, annemin ve diğer iki çocuklu tüm annelerin söylediği üzere "aaa biz nasıl yaptık" diyebilirler, onlar için bakınız paragraf 1. Ben devam edeyim...

İkinci çocuk konusunda baskı yaratan tüm ortamlardan ve insanlardan nefret ediyorum desem yeridir. Bana kendimi suçlu hissettiriyorlar. Anne olma durumu içinde zaten sürüyle kendini sürekli suçlu hissetme durumu barındırıyor, dahasına ne gerek var. Kendini suçlu hissetmek için bir sürü durum var ortada zaten, çalışıyorum suçluyum, kendime vakit ayırmak istiyorum suçluyum, kendimi düşünüyorum suçluyum, derken, evet başka çocuk doğurmak istemiyorum ve evet kızım hayatta yalnız kalacak, dolayısıyla yine suçluyum.Sadece kızımı düşünüp bir çocuk daha yapmak saçma geliyor, sırf yalnız kalmasın diye onca kiloyu tekrar almak, iş hayatını hafifletmek, sosyal hayata bir es vermek, dokuz aylık sinir stresi bir daha yaşamak istemiyorum. Bu devletin kadınları ezmek için daha neler yapabileceğine dair kafamda oluşan gerilim kuşağı film senaryoları beni bir kız annesi olarak ciddi ciddi etkiliyor, ve çocuğu nasıl bu ülkeden göndeririz konulu araştırmacı gazeteci senaryolara bırakıyor kendini. Haaa evet, çok para olsa, keyfime keyfime çalışsam, çocuklarıma evde yatılı bakacak kadınlarım, aldığım kiloları bir çırpıda verdirtecek diyetisyenlerim, yaşam koçlarım, estetik cerrahlarım, çocuklarımı istediğim anda yurtdışında yaşatacak imkanlarım olsa olur muydu... yine çok iddialı değilim, dünyanın başına gelmesi muhtemel sürüyle bilim kurgusal senaryolar kızımı yurtdışında da yakalayabilir, küresel ısınma vesaire vesaire. Yazarken farkettiğim üzere anne olmak demek hafiften paranoyak kişilik geliştirmek bir yandan da. Mazoşist paranoyak histerik kronik zamazingo bozukluğu diye diye bir hastalık var mı bilmem, bende olabilir belki. İşi gücü bırakıp ev hanımlığını seçip evde çocuk bakan kadınları anlamadığım gibi, tek maaşa ikinci çocuğu doğuranları da anlamıyorum, hem iş hayatında bomba, hem özel hayatında bomba, sosyal olarak sevgi pıtırcığı iki çocukluları da anlamıyorum ki zaten onlar benden zeki olmalılar ki hepsini bir arada yapabiliyorlar, aferin onlara.

Şimdi anne böyle düşünür de, çocuk ne düşünür. Çocuk dört yaşında oyuncak bebek sever, beş yaşında kardeş ister. Kardeşi olan çocuklar vardır etrafında, hele de burada yaşıyorsa. Yaşamın kolay olduğu yerlerde insanlar üremeye daha çok vakit bulmuşlardır, tüm yaşıtların en az iki çocuğu vardır, bu da benim küçük çaplı şehir yaşantısından ulu gözlemlerimle çıkardığım çıkarımlarından biridir. Ben kaaaaç senelik üniversite hayatından sonra kaaaç sene uzmanlık yapan bir kocayı beklerken, hayatı gezmesiyle tozmasıyla yemesiyle içmesiyle yaşamaya doyamazken, burada kadınlar hababam doğurmuş, olay o. Haaa büyük şehirde yaşayıp işi gücü bırakıp zengin kocalarla evlenip çocukları ikileyenler de yok değil tabii ama onlardan üçüncü paragrafta bahsetmiştim. Neyse, kardeşi olan çocuklar tek çocuğu gererler. Tek çocuklar da kardeşi olanları gererler o ayrı. Kardeşi olan çocuklar tek çocuğa sırtını dönüp gittiklerinde yanlarında kardeşleri vardır, bu yüzden tek çocuk bu duruma içerler. Kardeşi olanlar tek çocuğu biraz kıskanırlar, zira tek çocuk tek olduğundan kelli anne babayı çok germemiş, anne baba rahat ebeveynler olmuşlardır, tek çocuk odasını istediği gibi dağıtabilirken iki kardeş olanların annesi evi dağıtmalarına izin vermez ki kadın haklıdır, bu nedenle iki kardeşler hep tek çocuğun evine gelip oynamak isterler. Tek çocuk biraz sorar falan "niye kardeşim yok" diye, sonra eve hayvan ister. Kuş alınır beslenir, kuşun adı ponpon konur, tek çocuk eve gelenlere "ponpon benim kardeşim" der... Sonra kuş yetmez kedi ister tek çocuk, çocuk sevgi dolu ne yapsın içindeki sevgiyi anne çalışıyor baba çalışıyor her gün kreş her gün kreş işe gider gibi tatilleri milli eğitimden çok anne babanın iş durumuna bağlı. Kedi olamaz ama, annenin kedilere feci alerjisi var. Tek çocuk her gün annesine "annecim bugün alerjin geçmiş olabilir mi", "alerjin için bir doktora gitsen" diye sormakta da sormakta, her gördüğü kedi resmi dahil olmak üzere sokaktaki bütün hayvanları mıncıklamaya çalışmaktadır.

Tek çocuk delirmiş halde evcil hayvan isteyince, insanların hiç derdi tasası, kendileriyle ilgili düşünecek herhangi bir şeyi yokmuş gibi, kürtajın yasaklanmak üzere olduğu kadının neredeyse hiç sayılacağı bir ülkede bunların neden olduğunu merak etmek yerine habire ikinci çocuk düşünüp düşünmediğimi merak etmesi sonucunda eve yavru bir köpek almaya karar verdim. Nasıl olsa temiz pak evi olan bir kadın değilim, her yeri çamaşır suyuyla sileyim, deterjanın en doğalıyla çamaşırları yıkayayım, evimde herhangi bir yere bir toz tanesi dahi konamasın, konmaya kalkarsa elimde hep toz bezim olsun havada yakalayayım gibisinden bir kadın değilim ki köpek eve etse ne olur. Rahatım, böyle bir rahat insanım. Ponpon dan sonra Duman geldi eve. Bir aylık bir kız kurt köpeği. Duman biraz erkek ismi, ben Zeytin olsun diye diretiyorum ama bakalım. Şimdilik ufacık. Oraya buraya pisliyor. Elimde ıslak mendil, alanı içerisinde pislediği yerleri siliyorum. Benim kuzu şimdilik hafiften tırssa da kendisinden, en çok o sevecek muhtemelen. Zira Duman'ı türlü şirinlikler yapıp peşinden koşturup koşturup, Duman kendisini koklayınca tırsarak ve koşarak uzaklaşmakta. Ben de memnunum hayatımdan, evcil bir köpeğim hiç olmadı. Her on Türk annesinden dokuzunun yaptığı üzere benim annem de, küçükken eve kucağımda kediyle geldiğimde, kediyi kapı dışarı edip iyicene bir paylamıştır beni, bu nedenle evcil hayvanım hiç olmamıştır. Şimdi ben kalan o "bir adet" Türk annesi gibi yapmaya çalışıyorum. İkinci çocuğu yapmaya ..ötü yemediğinden eve evcil köpek alan bir anne. Şaka bir yana sevdiriyor da kendisini. Hatta ofiste özlüyorum ne yalan söyleyeyim. Benden öte, kuzunun arkadaşı olsun, kuzunun sorumluluk duygusunu geliştirsin, hayvanları seven bir insan olmaya devam etsin. Hoşgeldin Duman ya da Zeytin...

Bu arada sigarayı hala bırakamadım. Üç gün bırakıyorum, beş gün içiyorum. Çok iradesizim. 

İş fena değil, ayrıca yazacağım.

Hava sımsıcak, yüzüyorum.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...