30 Aralık 2011 Cuma

Yavaş gel 2012, yaşlanıyorum

30.Aralık gününden bildiriyorum. Hava yine ışıl ışıl güneşli. Hala yılbaşı moduna giremedim. Mağazaların vitrinlerinde yılbaşı çamları, noel babalar, geyikler ve bunların üstüne kar yağdıran icatlar ve tüm bu kar temalı objelere inat tepede ışıl ışıl parlayan güneş. Atkısız, beresiz, eldivensiz bir yılbaşı, çok değişik. Bırak atkıyı bereyi hala öğle yemeklerini restoranların, cafelerin bahçesinde oturup yiyebiliyoruz, hem de herhangi bir ısıtıcı olmadan. Ha, bir de her yer yemyeşil. Ankara’nın yaprakları dökük kavak ağaçlarına baka baka geçen yıllarımdan sonra, Aralık sonunda her yerin yemyeşil olmasına hala alışamadım. Palmiye denen ağaç sararmıyor solmuyor, turunç, portakal ve mandalina ağaçları desen zaten tam mevsimi, e burada ağaçların yarısının palmiye diğer yarısının da narenciye ağacı olduğunu söylersem sizlere, yemyeşil bir cümbüş içinde yaşıyoruz. Her yer turunç ağacı, çok güzeller. Çorak topraklarda turunç ağacıyla yan yana hiç durmamış ben, hala, her gün, yolda yürürken turunç ağaçlarına bön bön bakıp, “aaa ne güzel bunlar” diye yanımdaki insanları bayıyorum. Yıllarca aynı tip, renksiz, çiçeksiz kavak ağaçlarına bakmış bir insanın turunç ağacının güzelliği karşısındaki büyülenmişliğini anlatamam ben zaten kimseye, anca kavak ağacına baka baka yaşamışlar anlar beni. Belki burada yılbaşı için çam yerine turunç ağaçları kullanmalı, kendinden süslemeli. Muhteşemler.Benim yılbaşı ağacım da yukarıdaki turunç ağacı olsun, mutlu yıllar olsun.

Neyse, konu 2012.

2011, bitme istiyorum; sorunlu muydun, tabii ki evet, peki buna rağmen güzel miydin, kesinlikle. Bana güzellikler, değişiklikler, yenilikler getirdin. Getirdiğin farkındalık beni biraz acıttı. Acıtan bu olsun ama değil mi, ölen, hasta olan falan olmadı. Getirdiğin güzel şeylerle yaşanılası bir yıl oldun. Bitmeseydin iyiydi.

Artık bu yaştan sonra gelecek sene için hedef koyup plan yapmak biraz fazla iddialı olacağından, artık hedeflere göre değil de kafaya göre yaşama yaşlarına da geldiğimden, 2012 ye dair herşeyi astrolojiye ve fala bıraktım ben, aylık yorum olur, yıllık yorum olur, tarot olur, kahve olur fark etmez. Sonuçta hiçbir alışverişi evde yaptığım alışveriş listesine göre de yapmadığım aşikar, oturup bir de hedef falan koyup gereksiz heyecan yapmaya lüzum yok.

Hiç işim yoktu, oturdum, Koç burcunu 2012 yılında neler bekliyormuş yorumlarını okudum da okudum, sanki dünya üzerindeki tek Koç burcu benmişim gibi okudum hem de. Hande Kazanova, Yasemin Boran ve Zafer Günay’dan yorumları okudum.

Sevgili Koçlar 2012 yılı boyunca esnek olma zamanı. Çünkü tabiri caizse, ezberiniz bozulacak, kurduğunuz planlar bazı dış olaylar vesilesiyle işlemeyebilecek, programlarınız değişecek gibi. Ahahahaha işten ben de tam bunu diyordum ya, astrolog gibi kadınım valla ya. Merak etme, hiç plan yapmıyorum, gerçekleştirmek için en ufak bir uğraş göstermeyeceğim planları kurmanın bir manası da yok bence de. Ezberi zaten bozuk bir hatun olarak itirazım yok. Olabilir, her şey olabilir, hazırım, gardımı aldım.

Disiplin ve kısıtlama yıldızı Satürn bir engel, bir bent gibi duracak karşınızda.İyi tarafıyla alırsak Satürnü, onu bir heykeltıraşa benzetiyorum. Sizi şekillendirmek üzere kolları sıvayan bir sanatkar. Şekilleneceksiniz. Değişeceksiniz. Yenileneceksiniz. Planlarınız, yapmak istedikleriniz değişecek. Ama önce sancılarını çekeceksiniz, değişimin sancılarını…Ben her şey Mars’dan oluyor sanıyordum meğer hepsi Satürn’ün kabahatiymiş. Şekillendir beni Satürn zira bir sürü kilo aldım. Hmm bu Satürn gazıyla spora yazılmalıyım. 2011 herşeyimi değiştirdi zaten, daha ne kaldı değişecek 2012…merakla bekliyorum.

Hele, Koç burcunun başında doğanlar bunu 2012 yılını derinden yaşayacaklar. Deme, başında doğdum..

Yani, onlar için değişim erken başlayacak. Çünkü Haziranda şans yıldızı Jüpiter ve büyük değişim yıldızı Uranus geçici bir süre Balıktan çıkıp burcunuza girecek ve Ağustos ilk yarısında, Teraziye geçmiş olan Satürn’ün yanına Mars eklenecek ve bu ikisi Koçtaki Uranus ve Jüpiterle zıt açı oluşturacak. Buna Oğlaktaki dönüşüm yıldızı Plüto’yu da eklersek, tam bir kadersel durumla karşı karşıyasınız diyebilirim. Ciddi bir gerilim dönemi. Bu sene bütün gezegenler benim için uğraşıyor. Burayı anlamak için birkaç kere okumam gerekti ama yine de tam olarak anlayamadım. Bir gerilim dönemi olacakmış orası kesin. Zaten kişilik itibariyle herşeyi gereğinden fazla düşünerek gerekli gerilimleri oluşturmakta üstüme yoktur. Alışkınım yani sorun yok. Devam…

Kesin olarak bir şeylerin, bir dönemin sonu demektir bu. Bir hayat çarkının geride kalması demektir. Ankara çarkını geride bırakmıştım 2011 de, nihayet. Tamam tamam, sorun yok, devam edelim, başka çarklara doğru, gözüm kara, üç beş gezegenden mi korkacağım.

Sizin yapmanız gereken en önemli şey; bu senenin diğerlerine benzemediğini önceden görmek, anlamak ve bu seneyi çok özenli yaşamak ve çok esnek olmak. Hem kararlı olun hem esnek. Burnunuzun dikine asla gitmeyin. Şimşekli, gök gürültülü bir havada yol alacaksınız, önlemini alın derim ve unutmayın, en keskin havanın ardından pırıl pırıl güneş açar!.Özenli yaşayacağım söz veriyorum ama sen de bana huzur vereceksin, anlaşalım da, sonra ben boşu boşuna özen göstermiş olmayayım. Hem kararlı, hem esnek nasıl olunur? Kimin burnunun dikine gideceğim peki? Kararlı olayım ama işime geliyorsa da esnek davranıp kabul edeyim, öyle mi demek istedin. Her şey keyfime göre yani. E süper. Güneş enerjisiyle çalışan bir kadınım neticede, e o da süper.

Koçun ilk başında doğanlara aylık burç yorumlarını iyi takip etmelerini tavsiye ederim, aylık zamanlarda kritik günleri, sakin ve temkinli olmaları gereken zamanları bilmeleri kendileri için çok faydalı olacaktır. Böyle kritik bir yolda yürürken rotasız, rehbersiz yollara düşmek sakıncalıdır. Merak etme…

Bu kritik zamanda, sizin kurtarıcılarınız, öncelikle geçmiş yaşam kredileriniz, yani geçmişte attığınız doğru ve güzel adımlar, hayata sağlıklı pencereden bakmayı bilen pozitif tavrınız ve şans faktörü olacak. Geçmişte attığım güzel adımları ben fark edemedim, hep kendime küfrettim, sen fark et astroloji. Pozitif ola ola Pollyanna’nın Mersin şubesi oldum bu sene. Nihayet kurtarıcım olacak ha. E süper.

Bu sene sonlarında artık bazı kişiler hayatınızdan kesin olarak çıkmış olacak, ilişkilerinizin boyutu ve şekli netlik kazanacak ve sizin de su yüzüne çıkan gerek tecrübe eksiliği dolayısıyla gerekse kişiliğinizden kaynaklı geliştirmediğiniz yanlarınız belli olacak. Yaşadıklarınızın bilincine vardıkça ve gerçekle cesurca yüzleştikçe, bu eksik yanlarınızı tamamlama, hayat felsefinizi köklü yenileme, bilincinizi genişletme ve hayata daha farklı, daha geniş pencereden bakma ve ona göre rotanızı çizme söz konusu olacak. Ereceğim kısaca. Anlaşıldı, 2012 yılında bir nevi hayat filozofu olacağım.

Kimileriniz bu dönemde patron konumuna yükselebilir ve kendi işinizin güçlü sahibi olabilirsiniz. Toplumsal konularda büyük bir söz sahibi olmanız içten bile değildir. Her ne olursa olsun bu gücü ılımlı, hoşgörülü, planlı, mütevazi bir şekillerde birimlendirmeniz ve insanlara baskı uygulamak ve illa kendi yönetiminiz altına alarak onları saf dışı bırakmak şeklinde kullanmamalısınız. İflah olmaz iş hayatım iflah olacak yani öyle mi, seneler sonra. Hala mezun olduğu gün sahip olduğu şartlarda ve mevkide çalışan ben, bütün kariyer hedeflerimden vazgeçmiş, hırslarımdan arınmış, yetecek kadar paraya zevk için çalışabilecek ruh haline güç bela erişmişken, ve gerçekten de mutluyken, ne bu şimdi. Ha, kendi işimin gücümün sahibi olmak bir cafe açacağım anlamına geliyorsa, çok ama çok heveslendiğimi bil 2012. Hadi bakalım, maşallah.

5 Ekim 2012 itibariyle Satürn-Akrep burcunda seyrine başlayacak. Bu seyir çok önemli. Tamam not ettim. E peki ne olacak bu tarihlerde?? İster yeni bir ilişki isterse bitmeye çoktan yüz tutmuş bir beraberlik, isterseniz hala aradığınız kişiyi bulamadığınızı düşünen biri olun, hiç fark etmez. Satürn, dengeli bir ilişki nasıl olmalı ve tarafsız bir bakış açısı altında bir ilişki nasıl yaşanmalı, sen ve ben demeden biz olmayı nasıl başarmalı sorularına cevap aramayı sürdüreceğinizi gösteriyor. Hani herşeyi çözecektim, arayış yapa yapa bir hal oldum. Araya araya buda heykeline döndüm yemin ederim. Kaç senedir ilişkiler üstüne düşünmekten kitap yazacak kıvama geldim. Bu kadar düşüneceğime psikoloji okuyup ders çalışsaydım en azından diplomam olurdu.

7 Şubat-25 Haziran tarihleri arasında olabilecek Satürn geri hareketi esnasında hala büyük bir resmin tamamlanmayan parçalarını arayacağız. Onun maksadıyla lütfen ikili ilişkiler, iş ortaklıkları, iş sözleşmeleri ve kontratlarınız konusunda geri hareket boyunca iyice düşününüz. Zorlanmalar görülebilir.Hmm tamam. O tarihlerde hiçbir şey imzalamamaya gayret edeceğim.

11 Haziran 2012 itibariyle iletişim, haberleşme, eğitim, çevre ilişkileri, ulaşım gibi konularda 12 yıl sonra İkizler burcunda ilerleyecek Jüpiter bana göre son derece dikkatli kullanılması gereken bir enerji.Vay 12 yıl sonra Koç alrı etkileyecek bir durum önemli olmalı, ne yapacağız peki, açıkla. Bir yerden başka bir yere seyahat etmek, ancak belli bir yerde uzun süre kalmak istemezsiniz. Bavulunuz kapı arkasında gibidir. Aklınıza estiği anda hemen yola çıkabilirsiniz. Ancak bu yolculuklar uzun seyirli değildir. Kısa konaklamalar şeklinde gerçekleşir. Çok çok konuşma, sürekli arayış, bağımsızlık, eğlenceli bir yaşam arzunuz oldukça yükselir. Ya bu 2012 tam bana göreymiş, şimdi iyice anladım. Yani böyle bir elim işte gönlüm oynaşta, böyle bir nisan mayıs ayları gevşer gönül yayları modunda geçecek bu sene. Sevdim, çok sevdim.

Şaka maka, 2012 senden sadece huzur ve sağlık beklerim. Bir buda heykeliymişçesine huşu içinde ve huzurlu oturmak istiyorum, böyle huzur paçalarımdan aksın istiyorum, “ay yeter be, amma da çok huzurluyum” diye hayıflanacak kadar huzur istiyorum. Kimse hasta olmasın, kimse ölmesin bir de, bu sene de. Sen bunları sağla sana gerisini bana bırak.

Kim ne istiyorsa getir 2012, cimri olma.

21 Aralık 2011 Çarşamba

Yüksek Topuklar - Murathan Mungan

Murathan Mungan, "ay kitaplarının hepsini bir nefeste okursam, okuyacak Mungan kitabı kalmayacak" diye özledikçe okuduğum yazarlardan, İnci Aral gibi. Yine özledim, aylardır rafta bekleyen Yüksek Topuklar'a gitti elim.

Kadın olmak, kadınlık halleri, evlenmek, bekar olmak, boşanmak, çoluk çocuk psikolojisi vırtı zırtı üzerine çok okuduğunuz, çok kafa patlattığınız, kendi çapınızda karaladığınız, herkesle tartıştığınız ve artık düpedüz sıkıldığınız dönemlerde okumamanızı tavsiye ederim. Zira ben tam böyle bir zamanda okudum. Yok sıkılmadım. Ama romanın neredeyse her sayfasında "aaa bunu ben de düşünmüştüm", "aaa bunu ben de yaşıyorum", "işte ben de tam bu hissediyordum", "aa işte bu yaaa buu"  demekten harap bitap düştüm. Kadınlara ilişkin ne kadar muhteşem, ne kadar histerik, ne kadar hastalıklı durum varsa neredeyse hepsi vücut bulmuş Mungan karakterlerinde, türlü türlü renk renk. 35 yaşlarında bekar reklamcı Nermin esas kızımız, evlere şenlik, evlenmeseydim sanırım böyle bir tip olurdum dediğim kadın tiplemesi, herşeye muhalefet, her aşkta mutsuz ve melankolik, her ilişkide sorgulayıcı, mükemmel bir insan sarrafı ve maalesef kafası çalışan bir kadın. Çok sevdim Nermin'i, yaş itibariyle de bizim kuşak olması, benzer koşullarda ve çevrelerde büyümüş ve okumuş olmamız bu kadar benzeştirdi bizi belki, tüm 76 lı kadınların kendini bir şekilde Nermin'de bulması olası. Neyse, bizim Nermin çocukları sevmez ama bir arkadaşı 5 yaşındaki kızını, Tuğde, kocasıyla arasını düzelteceğini söylediği bir tatile çıkarken Nermin'e bırakmak ister, Nermin kıramaz. Tuğde, hani şu uzaydan gelmişler gibi baktığımız 90 kuşağı kızlar var ya, aynı tip giyinen, aynı trend saç modelini kullanan, okulda,işte, aşkta, evde her daim avcı, her daim taktiği bilen, yeri gelince lolita, yeri gelince kadın, yeri gelince porno starı, yeri gelince kafasına vur lokmasını al, yeri gelince safın önde gideni, yeri gelince aciz kızlar var ya,bir türlü kendi olamayan, burger kuşağı, kültür seviyesi yerlerde, işte onların 5 yaşında vücut bulmuş hali (90 kuşağının kültürlü, akıllı birkaç kızının yolu bu günlüğe düşerse beni affetsinler). Mübalağa mükemmel tabii. Nasıl ki, 90 kuşağına biz 76 lılar "nasıl olur" diye eblek eblek bakıyor, küçümsüyor, acıyor ve maalesef yıllarca ve halen reddettiğimiz, olmamaya çalıştığımız, eleştirdiğimiz bu kız tipinin kendini bizden kolay gerçekleştirmesine,  bu kadar kolay onaylanmalarına üzülüyorsak, Nermin'de Tuğde'yi keşfederken öyle acı çekiyor, hayretlere düşüyor.

Bir erkek yazarın bir kadının ağzından bu denli güzel yazabilmesi yazar Mungan olunca benim için çok şaşırtıcı değil, hatta bu Mungan romanları içinde bende en az hayranlık uyandıranlardan diyebilirim. Ne romanları, ne hikayeleri var beni uyutmayan.

Okurken yaklaşık 415. sayfanın yakınlarında nerdeyse fenalık geçirecektim bunu da itiraf edeyim. Şimdi kalkıp koskoca yazarın romanıyla ilgili böyle de acımasız, basit bir eleştiri hiç olmadı ama, neysem o yani. Kalan yüz sayfayı inanılmaz ittirerek okudum. Bu da küçük bir not olsun işte. Yoksa çok eğlenceli, çok çok kadın bir roman. Okunuyuz.

Altını çizdiğim o kadar çok satır var ki, buralara yazsam, hem elim yorulur hem de yazar beni dava edebilir zira alıntı yapmak yasaktır falan diyor başında. Haklı tabii de, bir romanın 30 tl ye satıldığı bir ülkede kim takar ama gel gör ki hem bilgisayarımın şarjı az, hem çok uzun uzun yazmak lazım, halim yok. Ben bu romanı arada bir alır karıştırır, altını çizdiklerime bakarım, öyle yapın. Tek bir satır yazayım etkilendiğim, zaten böyle başlıyor roman...

"Hayatım içimden geçen cümleler içinde geçti."

Metis Yayınları, 527 sayfa, ilk basım 2002

19 Aralık 2011 Pazartesi

Ben bu ara bunları düşünüyorum..

Nihayet güneşsiz günler başladı burada…ne ironik değil mi, “güneşli iklimlerin kadınıyım ben” diye naralar atıyordum ama Aralık ayında ışıl ışıl parıldayan güneş hala biyolojik saatimi bozmakta. Bugun kapkara, yağmurlu mu yağmurlu, esintili mi esintili bir hava var burada, deniz yağmurda ayrı bir güzel. Ha, artık çalışırken denize bakabiliyorum, öyle bir yenilik geldi iş hayatıma. Masamda başımı sola doğru azıcık bir açıyla çevirdiğimde deniz görüyorum, kafamı çevirmeden sadece gözlerimi sola doğru devirdiğimde de görüyorum denizi, hatta monitörümün arkasında sol tarafta monitöre bakarken de görüş alanıma giriyor deniz, ..okunu çıkardım biliyorum, limanı görüyorum bir de, gemileri…yük gemileri… Limana giriş ve çıkışlarını izlemek çok zevkli, çok özgür görünüyorlar. E madem bugün kış geldi buraya (ona da ne kadar kış denilirse tabii…), hava gri ve yağmurlu… “ diye yazmışım bu yazıya başlarken, sonra Istanbul’a gittim, üç gün orada kaldım, yazım yarım kaldı, geldim birkaç gün geçti, o günkü gri havadan sonra hava hep güneşliydi, şimdi de güneşli. Güneşli havada yılbaşı moduna girmek de zor, giremedim zaten. Ama yazıyı bitirmeli, yarım kalmasın, yazık.

Alışkanlıklardan bahsedecektim ben birkaç aydır aslında... alışagelmiş, alışılagelmiş olmaktan...sıradanlık demeyeceğim, bu haksızlık olur, çünkü bazen en sıradışı şeyler bile alışkanlık olur kimbilir, ne bileyim bir yamaç paraşütü hocası için Ölüdeniz semalarında uçmak alışkanlık olmuş onu çok bayıyor olabilir belki değil mi, kelimeleri dikkatli seçmek lazım...her sabah aynı saatte kalkmak, her sabah işe gitmek, kahve içmek, sigara içmek belki, koltukların hep aynı yerde durması, ve hep aynı koltuğa aynı şekilde uzanmak, aynı marketten alışveriş yapmak, aynı aile ilişkileri, aynı evlilik işleri, aynı düşünceler, aynı tartışmalar, aynı saç rengi, aynı siyah ayakkabılar belki...yamaç paraşütü hocası olmayan bir evli çalışan annenin küçük minik histerik alışkanlıkları bahsettiğim muhtemelen.

Yıllarca aynı saç rengi ile gezen ve bundan sıkılmayan kadınlara özeniyorum çoğu zaman. Her bunaldığında kendini kuaförde bulan bir kadın değilim, saç rengimi ve modelimi her değiştirdiğimde bir çeşit depresyon içinde olduğumu düşünen, hatta “kocanla kavga mı ettin yoksa” kıvamında yüzeysel soruları bile soruveren bazı arkadaşlarım, yanılıyorlar; ben olsa olsa alışkanlıklarını değiştirmek için gelen ilham kendisini ikna edemediğinden, çareyi saç rengini ve modelini değiştirmekte bulan rahatsız bir kadınım muhtemelen. Mesela saçım belime kadar uzunken, bir sabah işe giderken sıkılıp açık bir kuaföre girip saçımı kısacık kestirebilirim; “of sıkıldım bu şehirden, beni baştan yarat Fatih” diyerek saçımı kızıldan platin sarıya hiç tırsmadan boyatabilirim. Bu yüzden ne zaman resmi evrak lazım olsa, yeniden vesikalık fotograf çektirmem gerekir, bu da ayrı bir sorundur. İş görüşmesine çağrılırım aniden mesela, fotoğraf götürmemi isterler, çektirecek vakit de yoktur, en son çekilenden seçer yanıma alırım, ben giderim iş görüşmesine saçlar kızıl ve kısa, fotoğrafı veririm uzun saçlı ve siyah. IK bir bana bakar, bir fotoğrafa bakar.

Taşınmalar bunaltmaz beni mesela, kolaycacık taşınırım, saçımı boyatır gibi taşınabilirim yani. Taşınamazsam, odalardaki eşyaları taşırım, üşenmem. Bir odadaki eşyayı başka odaya, o çekmecedekini bu çekmeceye taşırım. Sonra da bulamam. Bu kadar çok yer değiştirince, neyin nerede olduğunu bulamayıp, bir de utanmadan sinirlendiğim zamanlar olur, o ayrı. Bir önceki işimde mesela masamın yeri ve odam o kadar çok değişmişti ki, mekan değişikliğinden işten sıkılma fırsatı bulamamıştım. İnsan bir şehre tıkılıp kalınca ev değiştirmek, bir işe tıkılıp kalınca da masa/oda değiştirmek ferahlatır. Şehir değiştirmek büyük bir karar gerektirir, alışkanlıkları “hop” diye terk etmeyi gerektirir; iş değiştirmek risk taşır, çalıştığınız yerde tazminatınız vardır, yeni bir iş bulmak gerekir kazancı daha iyi, öyle “hop” diye bırakamazsınız, alışmışsınızdır, insanlara, patronunuza hatta fotokopi makinesine bile, yemez çoğu zaman. Nefret ettiğimiz her şeyi temize çıkarmaya çalışırız. "Patronda çok bağırıyor ama eli açıktır", "bu ofis uzak çok ama servisi var en azından", "maaşım az ama zamanında alıyorum yani", "ayyy o kadar tazminatım var burdaaa, bunlara mı bırakacam"...gibi. Ben yaptım oradan biliyorum.

Alışkanlıkların bağımlılık olduğu durumlar da var değil mi…sigara gibi, kahve gibi, tırnak yemek gibi, annenizin kızı olmak gibi, evlilik gibi. Farkında olmadan alışıp sonra da farkında olmadan bağımlı hale geldiklerim, ya da tam tersi önce bağımlı olduğum sonra da alıştığım. 18 yaşımdan beri sigara içiyorum, lanet olasıca şey. Daha önce okumuşsanız beni hatırlarsınız belki 3 sene bıraktım, hatta düşman oldum sigaraya. Sonra bir gece, tek nefeste başladım tekrar. Şimdi cildim falan bozuldu, sağ bacağımda bu yüzden hafif bir varis oluştu. Hem bağımlılığım hem alışkanlığım lanet sigara, bacağımı kestirince mi bırakacağım ben seni lanet olasıca. Demek ki neymiş, saç rengini zırt pırt değiştirmekle değişik ve biraz da cesaretli bir kadın olabilirsiniz hanımefendi, ama bağımlılıklarınızı bırakacak ..öt yok sizde.

Sonra gelelim tırnak yemeye, her ne kadar psikolojik bir rahatsızlık olarak görülse de, birkaç psikoloji kitabından okuduğum kadarıyla bir tür alışkanlıkmış. Kendimi bildim bileli tırnak yiyorum, belki küçükken azıcık ruh hastasıydım da başladım araştırmak lazım ama şimdi tamamen önce bağımlılığım sonra da alışkanlığım. Her hafta maniküre gidip, cicili bicili ojeler sürmezsem yiyorum hepsini. Tabii ki tahmin ettiğin üzere her hafta maniküre gitmiyorum, üşeniyorum. Sonra yiyorum da yiyorum. Dışarıdan bakanlar eminim iğrenç buluyorlardır beni tırnaklarımı yerken görünce. Ben bile iğrendim şimdi. Bir de gayet kokoş giyinmek durumunda kaldığın zamanlarda maniküre gidecek zaman da bulamadıysan güdük parmaklar çok fena duruyor, itiraf etmeli. Demek ki neymiş, platin kısa saçlı kafaya hafif koyu makyajla ve siyah bir kazakla iyi görünebilirsiniz hanımefendi, ama tırnaklar ne öyle güdük, yamuk ve tırtıklı. Bırak artık bırak, tırnak kanseri olacaksın.

Tek başına yaşarken yalnızlığa alışıveriyor insan…tek başına geçinmeye, evi toplayıp temizlememeye, sürekli makarna ve omlet yapmaya ve hatta bazen hiç yemek yapmamaya, bağımsızlığa, sessizliğe...kendi kazandığın parayla kendi başına yaşayınca azıcık tutumlu çokça pinti oluyorsun, tozdan rahatsız olmuyorsan evi temizlemene bile gerek yok, yemek yesen iyi olur ama yemesen de kilodan başka bir şey kaybetmezsin, istediğin zaman tv açar, istediğin zaman kitap okur, istediğin yere yatar, istediğin yerde oturursun, tek başınalığın, yalnızlığın, bağımsızlığın saltanatını sürersin. Yalnızlığa alışınca insan bir süre evlenmiş olmaya da alışamıyor. Ama insan bu ya, ona da alışıyorsun. Çift maaş olunca daha çok harcamaya, evde yemek yapmaya, daha temiz olmaya, solo performanstan koroya geçmeye, kendi ailene laf anlatamazken başka bir aileye daha laf anlatamamaya… en çok da bağımlılığa… alışıveriyor. Fark etmeden yaslanıyorsun yanındakine. Fark etmeden planların oluveriyor, daha önce günlük, hadi kötümser olalım, senelik yaşarken, bir sonraki sene hangi evde oturacağını hangi işte çalışacağını hangi saç rengini kullanacağını planlamazken, beş yıllık kalkınma planları yaparken buluyorsun kendini. Birbirinden bağımsız olarak dışarı çıkmıyor musun, çıkıyorsun; herkes kendi arkadaşlarıyla bir şeyler yapmıyor mu, yapıyor; herkes evin içinde kendi hobisiyle uğraşmıyor mu, uğraşıyor…bu bağımlılığın izin verdiği kadar işte…herkes kendini kandırıyor gibi geliyor bana. Kocaları seyahate falan gidince evde tek başına kalamayan kadınlar var, evin bütün giderlerinin takibi kocasına bırakan sadece kredi kartından harcamalarını yapan kadınlar var, evdeki en ufak sorunda tamirci yerine ilk kocasını arayan kadınlar var, saçını kocası uzun seviyor diye kestirmeyen kadınlar var, ben bunlardan hiçbiri değilim, bu da iyi bir şey aslında demek ki o kadar da bağımlı değilim, ama o kadınlar benden daha çok kıymet görüyor o kesin, erkekler kendilerine muhtaç kadınları seviyor sanırım, edilgen olan ya da en azından edilgenmiş gibi yapan; ben yine ikisi de değilim, kötü. Neyse konuyu saptırma. Konumuz, alışkanlık, bağımlılık, sırtını dayama. Sevgi, aşk başka şeyler, onları geç. Kadın olarak kendi başına yaşarken insanlar seni bunun için takdir ederken, evlendiğinde tam tersini yapıyor olduklarını fark etmen biraz uzun sürüyor. Bağımsızlığın, kendi başına her işini yapabiliyor, çekip çevirebiliyor olman, kendi paranı kazanman beğenilirken, evlenince ne kadar evinin kadını olabiliyorsan o kadar takdir ediliyorsun, açıkça dile getirilen bir konu değil bu, bu yüzden belki fark etmen zaman alıyor. Üstelik, sen bunu fark ettiğinde çocuk doğurmuş da oluyorsun, hatta biraz da büyütmüş. Bağımlılığın birden ikiye katlanıyor. Sen kocana, kocan da sana fark etmeden yaslana geledursun, çocukla birlikte birbirinden bağımsız bir yaşam alanı yaratmayı bırak düşünmek bile vaktin olmuyor, vaktin olsa dermanın olmuyor, dermanın olsa bağımlılığın izin vermiyor, bağımlılığın izin verse suçlulukla göz göze gelmek istemiyorsun. Spora gitmek istiyorsun mesela ama çalıştığın için çocuğuna ayıracağın süreden çalman gerekeceğinden (bak burada bile çalmak diyorum), ya kendini suçlu hissediyorsun, ya da kötü anne ilan ediliyorsun. “Çocuk doğurduysan biraz fedakârlık yapacaksın canımmm”, insanlar böyle der bu durumlarda genellikle. Suçluluk duymamak için kendini rahatlattığını sanarken bağımlılıkları güçlendirirsin. Spora gitmek için kocana bırakırsın çocuğu, evde biraz kendi kendine kalmak için kocan sinemaya götürür çocuğu mesela, işten geç mi çıkacaksın kocan alır çocuğu. Bir gün kocasız kalmayı düşüneniz mesela, spora gidemeyecek, evde kendinizle başbaşa kalamayacak, işten geç çıkamayacaksınız en basiti…bağımlı…alışıvermiş…bu kadar özgür ruhlu sanarken kendini bu kadar bağımlı olduğunu fark etmek de sadece benim gibi kadınlara özgü olsa gerek… yamaç paraşütü hocası olmayan evli çalışan annelere.

Bitmedi, bitmedi…bitmez…çalışmak mesela…çalışmak da bir bağımlılık benim için. Sürekli şikayet ettiğim, küfrettiğim, zaman zaman lanet ettiğim çalışma hayatını ben hiç bırakmadım, bırakmaya bile yeltenmedim. Bırakmak durumunda olduğum zamanlarda ise, evde çeviri yaptım yine çalıştım. Oysa, sürekli olarak, çalıştığım zaman kendime vakit ayıramadığımdan şikayet eden ben, evde olunca kendime vakit ayırmak yerine yine evden serbest çalıştım. Çocuk doğurdum, iki aylıkken “çalışacağım ben, ay evde oturamam ben, of çok sıkıcı” diye bıtbıtlanmaya başladım. En iyisi iş aramak dedim, şans bu ya hemen de buldum, bebeğim üç aylıkken çalışmaya başladım. Çalışanlar ücretsiz izin versinler de bebeğime bakayım diye bakarken ben üç aylıkken işe başladım, iyi mi? Oturmadım şöyle evimde ya. Otur bir dinlen, koca var işte, yaslan ona daha da bir, o para kazansın sen bir süre gez, dinlen. Ya da madem çalışacağım diye oturmuyorsun ruhen rahatsızsın kazandığın parayı kendine harca, ahahaha ben böyle kadınlar olduğunu çok geç öğrendim biliyor musunuz, ben sanıyordum ki, herkes kazandığı parayı ortak bir havuzda topluyor, evin tüm giderleri bu ortak havuzdan karşılanıyor, meğersem kazandığı parayı sadece kendi ihtiyaçları için kullanan kadınlar varmış, şöyle ki koca evin elektriğini, suyunu, kirası, alışverişini, çocukları okul, kreş zart zurt ödemelerini falan yapıyor, kadın da kazandığı parayla kozmetik, giyim ve diğer ne hobisi varsa onları alıyormuş, maaşı yettiği kadar. Değişik valla, hiç yapmadım. Yapsa mıydım acaba? Ekonomik özgürlük demek aslında bu mu, yoksa ekonomik özgürlük derken ben yanlış mı anladım bir şeyleri… ben bir şeyleri hep yanlış anlıyorum galiba… neyse, çalışmaya bağımlılıktı konunun bu kısmı, işe gitmeye alışmak, sabahın köründe kalkmaya, sabah kahvesini maillere bakarak içmeye alışıp (evde olduğu süre boyunca her sabah insan maillerine bakar mı kahve içip, yat uyu kardeşim) 9 da kalkıp kadın programı seyredememek, ofiste sohbete muhabbete alışıp evde televizyona bakmaktan sıkılmak ama çok sıkılmak, ofiste strese alışıp evde gereksiz stres yaratmak.

Çok karıştırdım mı yazarken? Çok bölünerek yazdım, parça parça..bir o gün bir bugün..daha çok yazasım da var ama kafamı toplayamadım, konu lastik gibi ya nereye çeksen oraya gidiyor.

Ha, bu arada 3 gündür sigara içmiyorum, belki kafamı ondan toplayamadım. Maniküre de gittim hafta sonu, şuan bunu yazan parmaklarımda oje var. Kendi kişisel zaferlerimiz olmasa depresyon kaçınılmaz, di mi..

1 Aralık 2011 Perşembe

Deli doktorumla ilk randevum...

Haftalardır yazacak çok şey olmasına rağmen yazmayışım, hadi yazmıyorum da takip ettiğim onca insanın günlüğünü okumayışımın nedeni güçlü bir kadın imajıyla ayakta durmaya çalışırken, aslında taaa içimde, çırpılan bütün kanatları yerlere bırakıp, bütün karizmayı çizdirip, birinin omzuna yatıp hüngür şakır, salya sümük ağlama isteğinden kaynaklıyor olabilir. Ama, bu günlüğe borçlu hissediyorum kendimi belli ki, izleyicim olan elliüç kişiyi seviyorum muhakkak ki, içimden hala yazmak gelmese de, ya da çok yazmak isteyip de nasıl yazacağımı bilemesem de, e tanıdık eş dost da okuyor diye zaman zaman endişelensem de, yazmak kendi kendinin omzunda ağlamak demek an azından.

Offf çok duygusal oldu, vıcık vıcık.

Psikoloğumla olan ilk randevumu anlatacaktım aslında. Psikolojiyle olan münasebetim, okuduğum onlarca psikoloji ve kişisel gelişim kitaplarından, psikolog arkadaşım Rabia'ya yazdığım maillerden öte değil. Yirmili yaşlarda okuduğum kişisel gelişim kitapları otuzlu yaşlarımın başında yerini annelik ve çocuk yetiştirme kitaplarının yanısıra kendini keşfettiren, eleştirttiren psikoloji kitaplarına bıraktı, otuz beşte ise "anla beni" nidalarıyla kanlı canlı bir psikoloğa gitme ihtiyacım doğdu. Yaşadığım uyanışı yönetebilmedeki beceriksizliğim, yüzme bilmeyen bir insanın okyanusta debelenip durmasını andırmaya başlayınca ve ağzıma burnuma kaçan tuzlu su canımı çok yakınca, herşeyi birbirine karıştırdım, daha iyi yüzebilmek için yüzme dersi almaya karar verdim. Profesyonel destek demek de ne demekse, kendi kendime yapmayı ve söylemeyi akıl edemediğim şeyler hakkında bana akıl verecek, bir ruh hastası olmadığıma beni inandıracak psikoloji okumuş insan kişisi işte. Hayat çok birbirine karıştı artık farkındayım, çok incindim onu da farkındayım, geçmişi çok sorgular oldum farkındayım, geçmişte yapmadıklarım üzerine çok düşünür oldum farkındayım, birçok şeyi değiştirmek için arzu dolu ama değiştirmek için gerekli gücü göstermeye üşenir oldum farkındayım, daha fazla düşünürsem yine her şey aynı kalacak, belki beş ay belki beş yıl sonra yine değişime aç kalacağımın da farkındayım, geceleri çok uzun uyuyor oluşum bir depresyon başlangıcı onun da farkındayım, kızıma olmadık zamanlarda bağırıyor oluşumun onun suçu olmadığının da farkındayım, beni sabote eden şeyleri hayatımdan çıkarmalıyım bunu farkındayım. Karışan hayatı şimdi yazarken bile toparlayamıyorum da, “kendime kendimi toparlamayı öğret bana” demeye gittim, “bağımlılıklarımı, alışkanlıklarımı değiştirmeye karar verdim ben, kimseye acımamayı öğret bana” demeye gittim, “benim ne kadar değerli bir insan olduğumu bana göster” demeye gittim, “istediğim gibi yaşamak için içimden hangi dehayı çıkarmak gerekiyorsa onu çıkartmama yardım et” demeye gittim. Çok karışmış, çok karıştırmıştım, “çöz” demeye gittim.

Randevumu alırken çok rahattım. Hafta içi benim çalışma saatlerimle onun çalışma saatlerini uyduramadık, Cumartesi sabahın körüne aldım ben de. Bu yüzden birkaç gün daha beklemem gerekti, sabırsızlandım, sabırsız ama rahattım. Cumartesi sabahı giderken yolda üst üste üç tane sigara içmiş olmamın nedenini de çözemedim o ayrı. Zaten dertlerimi, tasalarımı burada yazıyorum değil mi, tanımadığım insanlara bir şeyler anlatmakla ilgili bir sorunum yok. Hatta bunları burada neden yazdığımı soranlara açıklayamıyorum ama süper psikolog Rabia bunları yazmak bir terapidir dedi. Ha Rabia başka şehirde yaşıyor, neden ona gitmiyorsun diye merak ederseniz. Neyse, sabahın köründe gittim, hiç beklemedim. Asistana kendimi tanıttım, sonra içerideki odaya gittim, psikoloğumun yanına. Kahvem geldi sonra, sarı turuncu bir fincanda, tabaklı. Odada iki tane beyaz deri koltuk var, ben mor kadife olsa diye geçirmiştim içimden, nedense. Bir de böyle mor kadifeden uzun oturabileceğim bir koltuk hayal etmişim, filmlerin üzerimdeki etkisidir muhtemelen. Aldım elime kahvemi, tabağıyla birlikte, psikolog sordu, “buraya gelmek ne demek biliyor musunuz” diye, atladım “biliyorum” diye. “Konuştuğumuz her şey bu odada ikimiz arasında kalacak, bu yüzden açık ve net olmalısınız” gibi bir şeyler söyledi. “Tamam” dedim. Sonra, “size nasıl yardım edebilirim” demesiyle, soluk almadan bir saatten fazla konuştum, anlattım da anlattım, sanki yıllardır kapalı bir odada tek başıma kalmışım da kimseyle iki kelime edememişim gibi. “ya ne anlatmam gerekiyor onu bilmiyorum ama” dedim bir de utanmadan, “yooo ilk defa psikoloğa gelen biri için çok rahatsınız” dedi, bazen on yıl öncesinden, bazen dünden bahsettim, bir ondan bir bundan bahsettim, arada “çok karıştırdım değil mi?” diye sordum suçlu suçlu, “yok gayet iyi gidiyorsunuz” dedi. Çok rahattım diyorum hep ama anlatırken elimdeki kahve fincanını sıktığımı o fark ediyor, “sehpaya koyun isterseniz” diyor, azıcık utanıyorum, panikle "yok gerek yok,ben kahveyi hep böyle içerim" diyorum, iç sesim ekliyor "ne dedin şimdi sen mal". Ben anlatıyorum o dinliyor, ben anlatıyorum o dinliyor, arada not alıyor; yargılamıyor, şekillendirmiyor, eleştirmiyor, öğreten adamlık yapmıyor, bunları bakışlarında bile hissetmiyorum ya, allaah ne iyi bir insan bu; henüz emin değilim ama anlıyor beni galiba. O hiç konuşmadı neredeyse, ben konuştum da konuştum, anlattım da anlattım, adama konuşacak vakit kalmadı. Sadece arada “önce kendiniz, ne çocuğunuz, ne eşiniz, en anneniz ne de babanız, önce siz kendinizi mutlu edeceksiniz” dedi. Biliyorum bunları zaten ben, onca psikoloji kitabını boşuna mi okudum, ama, o söyleyince doğru geliyor, çok doğru geliyor.

Genelde burnunun dikine giden biri olarak tanımlar eş dost beni, kendi istediğimi öyle de böyle de yaparım, doğrudur. Ama serde inatçılık da var, o zaman ne yapmam gerektiğini söyleyen birinin söylediğinin tersini yapmamın olasılığı burnumun dikine gitme olasılığımdan daha yüksek. Sorun şurda ki, her ne kadar burnumun dikine gidiyor da olsam, istediklerimi hep istediğim doğrultuda da yapsam, o kadınlık vicdanım yok mu, işte o hep sessizce düşünür, iyi mi yaptım kötü mü yaptım diye; bir de yıllar yılı hiç fark etmeden üzerime giydirilen, abuk subuk zamanlarda abuk subuk yerlerde beni sıkıştırıp üzerimde baskı oluşturan kişisel tercihlerimin ve isteklerimin her koşulda kendimi suçlu hissetmeme neden olduğu duygusal yanılsamalarım yok mu, işte o da hep sessizce bekler bir yerlerde. Demem o ki, önce kendimi düşünmek zordur, önce bir anne olarak, sonra bir kadın olarak; birileri mutlaka fedakarlık ister, dile getirmeseler de ben kıllanırım; hatta şimdi böyle yazdığım için bile bir vicdan sızlaması ve suçluluk duymaktayım, nasıl ama?

Psikologum bana EMDR uygulayacak bu arada; özgür ve içinden sürekli gülmek gelen ruhumu yaşam şeklime adapte edebilmek için. Bakalım neler olacak… Ama psikoloğa gitmek güzel birşeymiş, aslında daha küçükken başlasak gitmeye, ayda bir, akıl sağlımız daha iyi olurdu, kimbilir; ya da facebook da orda burda ne kadar süper anne, ne kadar süper bir eş, iki yumurtadan tadından yenmez yemekler yapan ne mükemmel ev kadınları, ne kadar başarılı işkadınları olduklarını, bir de üstüne süper akıllı, sevimli çocuklar kadar mükemmel kocalara sahip, her birşeyi hobi edinen, her birşeyden anladıklarını haykıran kadınlar gibi olabilirdim... aşağılama kendini, yürü git yaaaa....

16 Kasım 2011 Çarşamba

Kıl oluyorum...

Ben bu aralar...

Mutluluk saçan, bol fotoğraflı bloglara..

Sürekli eğlence, sürekli kahkaha, sürekli başarı, sürekli gezme tozma macerası saçan facebook hesaplarına...

Başarılı tweetlere...

Herşeyi süper çekip çeviren süper annelere...

Süper kocalara sahip kadınlara...

Sürekli gülen ailelere...

İkinci çocuklarını yapan karı kocalara...

Sürekli akıl veren herşeyi bilen akıllı bıdıklara...

Hayata yeni başlayan 20 liklere..

çok kıl oluyorum.


Görsel buradan

24 Ekim 2011 Pazartesi

Hayatımın en canlı mavisi..

Anne olalı 4 sene oldu, Deniz 5 yaşına girdi. Bundan sonrası Deniz'e hitaben yazılsın...Benden anne olmaz diyordum da, oluverdi biliyor musun. Genel formattan biraz değişik oldu ama... Yemek yapmayı beceremeyen, evi çekip çevirmede beceriksiz, ev işinden nefret eden, bazen çok bencil tabir edilebilecek bir anneyim...ama yine de iyi yönlerim var...işten gelince sofrayı, mutfağı darman durman bırakıp senle oynamayı tercih ediyorum, evin dağınıklığı sen mutlu olduğun sürece bana batmıyor, evde temizlik günü ilan edip ev ahalisini oradan oraya sürüklemiyorum, seninle sokakta bağırıp çağırıyorum, seninle koşuyorum. Belki sana en cicili bicilisinden sofralar donatamıyorum ama enerjinle yarışıyorum. Belki bazen sadece kendime vakit ayırmak, biraz yalnız kalmak istiyorum ama beraber olduğumuz vakitlerde seninle anıra anıra gülüyorum. Süper anne falan değilim, çok temiz bir anne de değilim, çok idealist bir anne de değilim, sadece içinden sürekli gülmek gelen bir anneyim. Bazen biraz dengesiz olabiliyorum, ama olmamaya çalışıyorum, en azından farkındayım yani...

Büyümen değişik bir tecrübe...her geçen sene yeni birşeylere tanık oluyorum...anne olmaya hazır olmazmış insan biliyor musun, bir gün anne olmak istersen yani diye söylüyorum, yaşadıkça görüyor insan. Ama anne olmadan önce bir sürü şeyi yapmış ol, ne biliyim bungee jumping yapmış ol mesela, çocuğun olunca "amaan bana birşey olsa bu çocuk napar?" diyebiliyorsun...gibi..her şeyi tecrübe etmiş ol...çok sevmiş, çok sevilmiş, çok sevişmiş ol mesela, çok okumuş, çok yazmış, çok gezmiş, çok içmiş ol...böylece çocuğun aynı şeyleri yaşadığında anlayabil...bunlar önemli..unutma.

Seni büyütürken kendime verdiğim sözler var...şunu yapmayacağım...bunu yapmayacağım diye..neler..hadi bakalım...yapabilecek miyim

*Seni engellemeyeceğim
*Sana akıl vermeyeceğim
*Hep destek olacağım, en boktan hataları yaptığında falan
*Seni eleştirmeyeceğim
*Sana "keşke" demeyeceğim
*Seni özgür bırakacağım (özgürlüğün tanımını yapmak gerekir mi burada bilemiyorum, arada kaldım, kendimle çeliştim bir an...örnek verelim alkol almana ot içmene karışmam ama uyuşturucu kullanmaya kalkarsan, oyarım)
*Bir de görünmez bir kadın olup hep arkanı çaktırmadan kollayacağım

Hep mutlu ol...hep gül..mutlu yıllar..

17 Ekim 2011 Pazartesi

Ve işte karşımızda sonbahar...

Bugün bu sene için son defa açık ayakkabı giydim sanıyorum. Zira akşam eve giderken ayaklarım üşüdü. Akşam sekiz sularında yağan tropikal yağmur, tropikal derken bir anda bastıran ve burnunuzun ucunu bile görmenizi engelleyen yoğunlukta yağan, ardından gelen serinlikte üşüteceğimi bile bile incecik bir gömlekle balkonda oturuyor olmam bile değiştirmiyor yazın bittiğini. Artık akşamları hırka giymeliyim. Sabah evden çıkarken de hırkamı yanıma almalıyım. Açık ayakkabıya bir son vermeli, güneş ışınlarının ülkemize artık eğik düştüğünü ve hatta bazen bulutların arkasında kalabileceğini kabul etmeliyim. Biraz önce, askılılarımı, tiril elbiselerimi ve şortlarımı eteklerimi kaldırırken içim cız etti. İtiraf ediyorum uzun kollu kazakımsı şeyler (boğazlı kazaktan hala çok uzağım) ve incesinden bir mont giymeyi özlemişim, yağmur desen sevilmez mi hele de bir deniz şehrinde, burun donduran soğuk değil ama ürperten serinliği de özlemişim de, sonbahar beni derin düşüncelere gark edecek, tırsıyorum.

Yaz üzerimizdeki kıyafetler kadar hafif çünkü.
Sonbahar ağırdır, düşündürür...
Yalnız hissettirir..
Yağmur, ağlatır...
Kasım geçmişi düşündürür...
Aralık yeni kararlar aldırır...

Karar almak mı dersin vermek mi bilmem, tırsarım her ikisinden de. Aldığım kararın başkalarını nasıl etkileyeceğini düşünürüm ilk önce, bütün kadınlar gibi; tırsarım yine, çünkü kendince, kendini mutlu etmek için aldığın kararlar başkalarını yaralayacaktır mutlaka, bu noktada kendini düşünmek göt ister, çünkü bencillikle karıştırılabilir. Bir kadın, bir anne , bir kız evlat olarak birinci görevim bu çünkü, çocuğunu yaralamamak, anneni, babanı yaralamamak, etrafındaki herkesi kendinden önce düşünmek zorunda olmak. Bir kız çocuk olarak böyle yetişmek, bir kadın olarak böyle doğmuş olmak belki. Onu üzmemek, bunu üzmemek...onu düşünmek bunu düşünmek...beni kim düşünecek peki...beni kim üzmeyecek...bunu otuzbeş yaşında farketmek..onu üzme bunu üzme, onu düşün bunu düşün derken etrafımdaki herkeste yarattığım bu saçma güven, güvenilir misin peki gerçekten...

Sonbahar'da kadın olmak zor yahu......

13 Ekim 2011 Perşembe

Duraklama...

Sabahlar ve geceler serinledi, artık askılı bluzlar yerine kısa kollu tişört giyiyoruz...garip...açık ayakkabılar devam ama akşamları babet giymek lazım... botlar ve boğazlı kazaklar hala çok uzak..bu iyi...

Beni mutsuz eden şeylerden uzak duruyorum... bu iyi...


Sanırım bu aralar sadece kendimi düşünüyorum...bu çok iyi...

Kimseye borç harç hissetmiyorum... bu en iyi...

Ve bu hislerimden ötürü kendimi kötü hissetmiyorum...en iyiden de iyisi...

Bir sürü kitap aldım kendime...okuması güç olacaklardan ama çoktan okunmuş olması gerekenlerden...bu da iyi...

Her sabah yürüyorum... bir saat...sahilde...iyi mi...iyi...musmutlu dakikalar...

Yeni bir fotoğraf makinesi için para biriktiriyorum...güzel...

Annemin yakın bir arkadaşının kızı kırk yaşında beyin kanaması geçirip öldü...kötü...çocukluğumuz beraber geçmişti...ablamızdı...çok kötü...on yaşında kızı vardı..en kötü...kızımla yaşayacağım çok zamanım olsun istiyorum...iyi...tekrar başladığım sigarayı bir kez daha bırakmam gerektiğini hatırlatıyor bu bana...hadi bakalım...bu da iyi...en azından farkındayım...

Yaşadığım yerde bir ayrıkotuyum galiba...bu iyi...ama bu başka bir yazının konusu...uzatma...

Sürekli yemek yiyorum...aldığım kiloların bir gramını bile veremedim...rezalet...diyetisyene gideceğim...hayırlısı....

Hala keşfediyorum ben...muazzam...

30 Eylül 2011 Cuma

Mektup..

Adının anlamından çok ama çok uzak bir insan, bu yazı onun için. Bir zamanlar etrafındakilere çok ama çok öfkeli davranarak zarar vermiş ama sonradan bütün öfkesini kusup da kendini huzura erdirmiş, kafasını bulutlara yaslamış koskocaman bir dağdır ya volkan, o hiç öyle değildir, bu yüzden uzaktır adının anlamından.

Sene '99 falan, biz sürekli siyah giyinen, rock dinleyen, hayatın anlamı üzerine çok bildiğimizi sanan, bizi anlayacak dahası hak verecek insanlar arayışında olan tıfıl edebiyat öğrencileriydik. Dertlerimiz var sanıyorduk, ailemizle, çevremizle, en çok da kendimizle. Ben taşradan, tüm ortaokul ve lise hayatımda küçücük bir şehrin çarşısına bile kendi başıma bırakılmadığım, her şeyin didik didik didiklendiği, ailesini tanımadıkları kişilerle olan arkadaşlıklarımın tasvip edilmediği bir yaşamdan kopup üniversiteye büyük şehre kendi başıma gelmiştim. Çok dertli, çok yalnız hissediyordum ve bir o kadar da öfkeli; şu koskoca şehirde beni anlayacak çok az insan var sanıyordum. Bunlar yetmezmiş gibi, içimde, o yaşa kadar yaşayamadıklarımı bir çırpıda yaşama arzusu, özgürlüğün dibine koyma hırsı vardı. Volkan'la ben aynı katta fakat farklı bölümlerde, seçmeli dersi ortak alan iki siyah deri ceketli tıfıl edebiyat öğrencileriydik. Ortak arkadaşımız yoktu ya, arada bir göz göze gelir, konuşmadan anlaşırdık, daha doğrusu ben öyle hissederdim. Bir gün ders çıkışında, dil binasından çıkıp DTFC nin ana binasının girişindeki merdivenlerden hızla inerken tanıştık. Sonra, aynı şehirde mektuplaşan iki insan olduk.

Şimdi üzerinden çok zaman geçti ama, üniversite yıllarıma dair hatırladığım en naif anları yaşadım ben Volkan'la. Ders çıkışı yürür, Ankara'nın parklarını gezerdik. Botanik Parkının en dibine inip sırt çantalarını yastık yaparak çimenlere yatıp gökyüzüne bakan, ara sıra muhabbet eden ara sıra sessizliğe gömülen iki gencin hali bir fotoğraf karesi gibi gözümün önünde hala. Volkan siyah giyinir siyah severdi, ben siyah giyinir mavi severdim. Sanıyorum hala aynı sevdiğimiz renkler. Sevdiğimiz renkler üzerine konuşurduk bir de, bu renkler bize neyi çağrıştırıyor da seviyoruz diye, ne kadar safmışız. Hiç dedikodu yapmazdık ne garip, birbirimizden bağımsız ayrı arkadaşlarımız vardı, onlar ayrıydı biz ayrıydık. Volkan sevmezdi hopbidihopbidi yaşamı, ben severdim. Başka insanlarla hopbidi hopbidi gezip en teenage hallerimi büyük bir hırsla yaşarken, Volkan’la yaptığımız buluşmalar ve sohbetlerimiz bu hırslı hayatın ve hopbidi yaşamın o kadar dışındaydı ki, durgun ve dingindi dakikalar. Belki de hala ondan bahsederken kendimi bu kadar huzurlu hissetmemin nedeni de budur, kimbilir. Hayat onca hızlı bir o kadar da kadar kırılgan devam ederken zamanın durduğu bir noktada huzur bulduğum insan olarak tarif edebilirim seni ancak…huzuru hep olmadık yerlerde arıyorum ya ben, yanıbaşımdakini yaşayamıyorum.
Büyüdükçe sarpa saran ilişkilerin içinde bir o yana bir bu yana savrulurken ben, ve hiçbir şeyden mutlu olmaz sürekli şikayet edip sanki arkamdan birileri kovalıyormuşçasına yaşarken, ve gelecek pek de umurumda değilken, onun idealleri vardı. O da mutsuzdu benim gibi ama dünyaya hayalleriyle bakıyordu, kendine bir düş yaratmıştı, ne olmamak istediğini biliyordu. Okuduğumuz bölümü bırakıverip daha yüksek puanla girilebilen başka bir edebiyat, tamamen farklı bir dil bölümüne geçtiğinde ne çok üzülmüştüm, hatta kıskanmıştım itiraf ediyorum. Kendim bir şeyin peşinde koşacak kadar sabırlı olmadığım için belki, belki artık aynı katta olamayacağımızdan, belki senin başka arkadaşların daha olacak beni unutacaksın diye, bilemiyorum, belki de hepsi birden. Sıla diye bir kızla arkadaş olmuştu bölümden onu bile kıskanmıştım, itiraf. Aynı şehirde yaşayan annesinden ayrılıp Olgunlar’da balkonu ağaçlarla çevrili bir eve çıkmıştı, ne mutlu olmuştuk. O evde içtiğimiz sakenin şişesi hala durur bende, buzlu camdan yapılmış ağzı dar güzel şişe, huzur simgem. O ev de, huzur simgelerimden biri oldu hep ya.

Sonraları, ayrı binalarda ayrı katlarda derslere girince ve her ikimizde kendimize istediğimiz değeri veremeyen sevgililer bulduğumuzda daha az gördük birbirimizi. O zamanlarda ve hala, yaşarken ana o kadar kaptırıyorum ki kendimi, etrafımı hiç görmüyorum, yürüyüp gidiyorum, sanıyorum araya giren kopukluklar tamamen benim eserimdi. Ben yürürken sanıyordum ki herkes bıraktığım yerde bekliyor, böyle saygısızdım. Sevgilimle kavga edip, gecenin bir yarısı sokağın ortasında yapayalnız kaldığımda çalabildiğim tek kapının sahibi olan insan. Ağlamaktan şişmiş gözlerimle, ağzım burnum salya sümük çaldığım kapının arkasında sevgilisinin doğum gününü kutlamasına rağmen beni içeri alıp yatağını veren, kendisi salonda sevgilisiyle kalan insan. Sen hep iyiydin, hala iyisin.

Yurtdışına gideceğin gün cep telefonumu çaldırıp sana veda edememiştim. Sen de bana kızmış olmalısın ki, maillerime cevap vermemiştin. Bir gece rüyamda görünce seni, taaa dünyanın öbür ucundan bulmuştum telefonla, internet de yoktu, orayı arayıp burayı arayıp bulmuştum telefonunu. Sonra yine mektuplaşmıştık, ve ben yine becerememiştim. Tekrar ayrı hayatlara akıp gitmiştik.

Aylardır arıyordum ya, şimdi seni tekrar buluverdim. Internette bir update le herkes ulaşılabilir oluyor ya. Hele senin gibi başarılı yayınlara imza atmış, akademisyen olmuş birine. Birbirini tekrar bulan iki insan, edilen muhabetlerden sonra ben kendimi ne kadar değişmemiş buluyorsam seni de o kadar değişmemiş buldum ya. Hala kırılgan ve kırık, hala idealist, hala hayalperest…şimdi yazarsın bir de artık…bugünlerde çıkan kitabını alıp okumak için sabırsızlanıyorum…çok iyi tanıdığım bir kalemin elinden dizilen kelimelere gözlerimi kilitlemek bana iyi gelir bunu da biliyorum…okumak isterseniz buyrunuz..

19 Eylül 2011 Pazartesi

Bir doktorla evli olmak....yazı dizisi no.4

Bunları yazarken acımasız davranıyorum, yine acımasız yazacağım. Doktorlar, hemşireler ve represantlar bundan sonrasını okumasınlar, sinirlenebilirler. Yazdıklarım tamamen kendi kişisel görüşlerim, gözlemlerim sonuçta.

Şimdiye kadar hep söyledim ya, doktorlar egoları tavan yapmış insan kişileridir diye. Erkek olanların bazılarında bu ego cinsel organı da ayrıca etkilemiştir ve sürekli ereksiyon halinde gezmelerine neden olmuştur. İyi (bana göre değil tabii ki) meslek mensubu tabir edilen doktorluk birçok kadın arasında popüler, hayat kurtarıcı, sosyal statüde tavan yaptıracak bir meslektir. Doktor evli de olsa boşatılabilir, sevgilisi de olsa ayrılabilirdir; her ikisi olmasa da bir şekilde işe yarayacaktır işte. Doktorlar ve hemşireler arasındaki yavşaklığın boyutlarını ise koca ameliyattayken cep telefonunu açan hemşirenin sürekli kikirdemesi ile özetlemek isterim. Sayın hemşire dengim değilsin, birçok doktor karısının aksine seni hiç kaile almıyorum ama yine de yaptığın terbiyesizliği eleştirmeme engel değil bu. Sanılmasın ki uyuz oldum, fitil oldum, gıcık oldum da, normalde bir kadın o an kikirdiyorsa bile başka bir kadına saygısından o telefonu ciddiyetle açması gerekmez mi. Sorarım. Ya da en azından iştesin kardeşim, bu ne lakayıtlık. Yani telefonda kikirdeyerek bana "bak ben kocanla sürekli göt göteyim, sürekli böyle histerik kikirdeşmelerle kocanı kendinden alıyorum haberin olsun" mesajı vermeye mi çalışıyorsun. Ve o küçücük beyninle evde bunun için kavga çıkartıp kocayı boşayacağımı mı umut ediyorsun, nedir yani olayın. Bir deyiver. Yapıp yapacağım en fazla koca aradığında aynı kikirdeşmeyle telefonu açıp onu uyuz etmek olacaktır bunu bilesin. Ama sen illaki dayak istiyorsan o başka tabii, onu da organize edebilirim. Ama daha çok üstüme gelmen lazım. Normalde kocasının peşinde dolanan, habersiz hastane basan bir tip değilim (öyle tipler var sizi temin ederim). Hastaneye ancak işim düşerse giderim. Bu işim düşünce yapmak zorunda olduğum gitmelerde ise bu hemşire insanlarıyla tanışırsam aynı elektriği alırım "biz doktorların bir numaralı fantezisiyiz cicim" elektriği; böyle bir el hareketleri böyle bir göz devirmeler. Ha bir de doktorun karısına böyle cadıymış gibi bakmaları yok mu. Anında hissettirirler bunu. Uzun lafın kısası her hemşire bir gün bir doktorla evlenebilmeyi hayal eder, çoğu da kırodur, benim bu meslek grubundan anladığım da budur.

Bir de ilaç firmaları var. Doktorlara yediğini önünde yemediğini arkasında bıraktıracak. İlaç firmalarında bayan doktorlara süper yakışıklı represantlar erkek doktorlara ise süper güzel represantlar bakmaktadır. Bu represantlar kalitesine göre doktorların her türlü isteğine, arzusuna, ihtiyacına hizmet etmek ve/ya ettirmekle görevlidirler. Kongreler düzenler, doktorları bu kongrelere bedavadan gönderirler. Doktor açgözlü ise dizüstü alırlar, para verirler açıktan. Bu kongrelerde doktorlar için her türlü zevk-ü sefa düşünülür. Kadın, erkek,üçlü beşli ne istersen, ne tür bir uçkur düşkünüysen o tatmin edilir, yeter ki medikal malzemeyi kullan, yeter ki ilacı yaz. Bu kongrelerde akşam yemeğinden sonra erkek doktorlara "odanıza kadın mı istersiniz yoksa kerhaneye mi götürelim" diye soruluyorsa eğer o kongre yalandır zaten. Bu soruyu bizzat duymuş doktor eşi psikopat bir kişi tanıdım hastaneden çıkmayan. Bir de düşün ki kocanı Tayland'a neymiş efendim  "uluslararası zart zurt cerrahisi" kongresi"ne yolluyorsun. Hemşirelerin histerik kikirdeşmeleri bir yana bu bir yana. Koca kişisi tek başına Tayland'a yollanır mı, sorarım size. İğrenç bir sektör anlayacağınız, her kongrede hop oturup hop kalkmak, her ilaççı yemeğinde "ayyy ben kocama güveniyorum" diye telkin etmek kendini, ilaç firması temsilcisinin yanında kadın getirdiğini bilerek....nasıl bir his. Evet efendim evet, medikal bir firmanın patronu ya da her ne haltı ise böyle bir doktoru yemeğe çıkartacağı zaman güzelinden çıtırından jenna dan hallice bir kendine bir de doktora getirmektedir, hani doktor beğenirse bilelim babından. Acaba kadın doktorlar için de aynı hizmet var mıdır merak ediyorum doğrusu.

Doktor erkeklerin yüzde doksanı uçkur düşkünüdür bir de. Kocanız değilse bile, böyle uçkur düşkünü arkadaşları vardır, olacaktır...kaçınılmazdır çünkü. Örneğin, karıları evde otururken başka hatunlarla dışarı çıkan doktor arkadaşları. Bu doktor arkadaşlar ki, bir gün yanlarında"şuna da getirelim bir tane" dedikleri bir hatunla çıkabilecekleri muhtemel. Bunlar etrafına aç aç bakan adamlardır, niyeyse hiçbir kadın bunları tatmin edememiştir. Anlaması imkansız...Herhalde çok ders çalışmış, sevişememişdir sevişmesi gerektiği zamanlarda, ve en saf düşünceyle, o zamanların acısını şimdi bir ilaç yazma karşısında ucuzca yaşayacaktır. Böyle bedelsizce güvenmek gereklidir kocanıza arkadaşlarından etkilenmeyeceğine dair. Saf saf güvenebiliyorsanız ne ala...

Yazarken sinirlendim ay, bu uçkur kısmına devam edeceğim sonra...

16 Eylül 2011 Cuma

Jetlag...

Eylül geldi, hatta bitmek üzere...Yıllardır alıştığım Temmuz'da yaz gelir, Ağustos'da sıcak olur tatile gidilir, Eylül'de yağmur yağar, Ekim'de kış gelir düzeninin değiştiğini bir camdan dışarı bakıp sonra bir de karşımda asılı takvime bakınca bir daha anlıyorum, hatta şaşırıyorum, bu yaşta hala şaşırabiliyorum ona da seviniyorum. Eylül ayında gri bir gökyüzü ve yağmur, hiç olmadı güneşli ise bile silik bir güneşle yaşamaya alışmış bünye, hava durumu takvim tarihi uyuşmazlığı yaşamakta. Hala askılı elbise ve şortlarla dolaşmaktayız, hala denize girebilmekteyiz, hala hava sıcak, güneşli...Dolayısıyla, Eylül ayı ile gelen depresif halleri yaşamamaktayım...aksine Mayıs ayının gelmesiyle bünyede nükseden "nisan mayıs ayları gevşer gönül yayları" ayarındayım...ılıman iklimlerde yaşayan insanların güleryüzlü olması bundanmış...sürekli böyle bir "lay lay lom" moduyla insan hiçbir şeye kötü gözle bakamıyor...güneş kemiklere iyi geldiği üzere beyne de iyi geliyor olmalı...

Yirmili yaşlarda yağmur, bulutlar, gri havanın yarattığı melankoli bünyede yaratıcılığı tetiklerken, otuzlu yaşlarda yıpratıcı oluyor. Otuzlu yaşlarda ağlamaya hayıflanmaya değil, gülmeye ihtiyacım var, herşeyi bu kadar ciddiye değil hafife almaya ihtiyacım var. Yerçekimine engel olamayan kaslarım aşağıya doğru sarkmaya çalışırken, sürekli gülerek onlara inat edesim var. Ilıman iklim bunu sağlıyor çoğu zaman...demek ki ılıman iklimlerde doğmuş büyümüşler pek şanslıymışlar...

Kızım ise arada bir soruyor, "buraya kar yağar mı" diye, hemen arkamızda yükselen Toroslarda yağarmış kar, yaylalara torbayla kaymaya gidebilirmişiz o zaman. En soğuk kış durumu ise durmaksızın yağan yağmur ve esen rüzgar olurmuş, boğazlı yün kazak giyilmezmiş, bir yağmurluk veya ince bir montla kış çıkılırmış...o kadar soğuk da olmazmış..yazık tonla boğazlı kazağım vardı ama taşınınca hepsini vakumlu torbalara sıkıştırıp biryerlere tıkmıştım, sanırım bir daha giyilmeyecekler..

15 Eylül 2011 Perşembe

on..

İnsanların on saniyede ağızlarından çıkıveren sözcüklere ben çoğu zaman on saat, on gün ve hatta on yıl takılı kalabiliyorum. Sözcükler üzerinde fil gibi bir hafızam var, unutmuyorum. Sözcüklerin sahipleri bir sonraki sözcüklerine devam ederken, ben fonda bir müzik eşliğinde, üzerinde hiç mi hiç düşünülmemiş sözcüklere takılı kalıyorum, sonra kendimi üzüyor sabote ediyorum. Niye, ne gerek var...

13 Eylül 2011 Salı

Tatil...

Bayram tatili olmasaydı sanıyorum bu sene tatile gitme şansım olmayacaktı, yeni bir iş izinsiz bir yaz demek çünkü. İtiraf ediyorum "bayram"ları hiç sevmem ben, çocukluğumdan beri hiç hazetmem. "Nerde o eski bayramlar" durumu benden çok uzak, ben bayramların tatil fırsatına dönüşmüş olmasından memnunum. Ziyaretler, el öpmeler, yeni kıyafetler, erken kalkmalar küçüklüğümden beri beni boğan ve sıkan bayram durumlarıydı. Küçükken dedemlere giderdik, annemler ve teyzemler deli gibi bayram temizliği yaparlardı, "oraya basma, burayı elleme, siz arka odaya gidin", çok sıkılırdım; dedem sabahın köründe kaldırırdı, o namazdayken biz kuzenlerle gözlerimizi ovuştura ovuştura bayramlıklarımızı giyerdik, ben yine sıkılırdım, o yepyeni kıyafetlerin içinde kendimi rahatsız hissederdim, bayram sabahlarında pijamalarım üstümde ayaklarımı duvara dayayıp çizgifilm izlemek isterdim, öyle bir tiptim işte; kurban bayramlarında ise ek bir kabus olarak kavurma girerdi işin içine, allahımmm her yer kavurma kokar, ben kavurmadan yemeyince dedem bozulurdu, sonra büyüdüm şimdi kayınvalidemler kavurma yemediğim zaman bozuluyorlar, vejeteryan değilim hiç olmadım ama bir gün önce gördüğüm hayvanın taze kavurmasını yiyemiyorum, kokusundan bile midem bulanıyor işte, olayım o. Bayramlarda dedemlere falan gidemediysek, annemlerle eş dost gezerdik, birileri bize gelirdi, ailenin kız çocuğu olarak kolonya dök, şeker tut, kahve yap, tatlı koy hizmetinden çok sıkılırdım, bir de üstünde yeni kıyafetler.ııyk. Bir de kayınvalidemler bölümü var tabii, onlarda bayramlar bayram gibi yaşanır, ben çok sıkılırım. Çalışmaya başladıktan, dedemler başka dünyalara göçtükten sonra bayramlar tatilden ibaret oldu benim için. Hele bir de bayramın son günü Perşembe'ye denk gelirse, ne ala. Cuma nasıl olsa tatil olur, tatil olmasa bile izin alınır, bir şekilde 9 günlük bir tatile dönüşür. Bu sene bana 9 gün lütfedilince, anne baba, eş dost, kayınvalide kayınbaba, bayram mayram hiç sallamadan kendimize güzelinden bir tatil ayarladık. Kendimizden geçtim de, bizim kızı tatile götürememiştik, içime oturmuştu. Anneleri çalışmayan çoğunluk çocuklarını kreşlerden alıp evinde istiharate çektirirken bizimki yaz demedi her sabah kalktı kreşe gitti, kreş mesaisi.

Geçen seneki tatilimizde bol bol gezmiştik, insanın 3 yaşında bir kızı olunca ve buna rağmen yan gelip yatmak, dibine kadar dinlenmek istiyorsa bir tatilde ihtiyacı olan şey bütün ihtiyaçlarının birbirine yakın alanlarda, kolayca ulaşabilmesiymiş. Hem gezelim tozalım görelim modu hem de kız düzgün yesin, kız eğlensin, kız rahat etsin modu hepsi birada olmuyormuş. Biz bu sene gezelim tozalım görelimden biraz taviz verdik, hiç ama hiç hazetmediğim "herşey dahil, ye, iç, yat, eğlen, hemi de ultrasından" konseptli bir tatil ayarladık kendimize. "Güdümlü tatil" diyorum ben buna, "şimdi kalk", "şimdi ye", şimdi ister denize ister havuza gir", "şimdi eğlen", "şimdi bir daha ye", "şimdi de git yat" komutlarıyla dolu bir tatil biçimi. Bakış açına bağlı tabii, eğer dolu tarafından bakarsan, parasını baştan veriyor bir daha para harcamıyorsun, bu iyi; düşünmüyorsun, ne zaman eğleneceğini ne zaman yatacağını birileri söylüyor sen de buna uyum sağlıyorsun, bu iyi; sınırsız içiyorsun sürekli yiyorsun, bu da iyi. Peki nerede kaldık? Voyage Sorgun'da.

(Her sabah bu manzaraya uyanmak isterseniz...)
Peki Voyage Sorgun nasıl bir oteldi? Daha ilk girişte hayran olunabilecek bir oteldi, çünkü bu Sorgun mevkii, çam ormanlarıyla kaplı bir alan, sanıyorum bu denizle birleşen çam ormanlarında yaklaşık 4-5 otel konumlanmış durumda. Daha girişte bile çok güzel bir yeşillik karşılıyor misafirlerini. Binalar yüksek olmadığından uzun çam ağaçlarının arasında kalıyorlar, doyasıya bir yeşillik içinde yapıyorsunuz tatilinizi. Rezerasyonu yaparken bungalov mu ayarlasam denize bakan otel odası mı ayarlasam diye arada kalmış, sonra "amaan Mersin'de her gün denize bakıyoruz zaten" diyerek bungalov tercih etmiştim, hem de daha ucuzdu, iyi ki de öyle yapmışım. Zira bu otelde kalınacak en güzel yerler bungalovlar. Büyük havuzun patırtısından uzakta, insana yazlığındaymışsın hissi veren bungalovlarda kalınmalı. Yemekler tabii ki de güzeldi, her çeşit, istemediğin kadar. Her şey dahillerde beni rahatsız eden bir diğer konu da bu tabii, bunca yemeği daha sonra ne yapıyorlar? Hayır kurumlarına falan bağışlıyorlardır umarım, çöpe gitmiyordur bunca yemek. Yemek konusunda savrukluğun son noktası "herşey dahiller", bu konuda kendimi suçlu hissetmekten alıkoyamıyorum. En azından biz ailece kişisel olarak dikkat ettik, yiyeceğimiz kadar almaya ve tabağımızda artık bırakmamaya, bu da kişisel avuntumuz.

"Herşey dahillerle" ilgili korkulu rüyam , animasyonlar. Daha çok turistleri güldürmeye yönelik, cıvık ve bayağı esprilerle donatılmış başarısız tiyatrocular beklerken o da ne, gayet profesyonel ve donanımlı bir animasyon ekibi var karşımızda. Eğlendirmeye çalışmaya odaklı değil de eğlendireceğinden emin bir ekip. Kesinlikle cıvık değil, kesinlikle bayağı değil. Havuz başında cıvık cuvuk eğlenceler yok. Animasyon ekibinin çocuklardan sorumlu kişileri son derece profesyonel, çocukları sıkmıyorlar. Otel dahilindeki mini klübe çocuğunuzun kaydını yaptırıp, gidip kendi başınıza takılabiliyorsunuz, anne baba için ne büyük bir lüks.

Ha, bir de sanırım çalışanlarını memnun ediyor Voyage. Zira yapmacıklıktan uzak bir güleryüz hakim çalışanlarda. İşimi seviyorum bakışını çalışan insan anlar ya, o şekilde, orada çalışmayı seven bir dolu insan, temizlik görevlisinden barmenine kadar, ilginç. O sıcağa, o koşturmaya rağmen tüm çalışanların kıyafetleri tertemiz, bir tane kolaltı terli adam yok, ilginç. Bir de orta yerde sigara içen personel yoktu.

Kısacası güzel bir oteldi. Ama "herşey dahile" ben sadece 3-4 gün dayanabiliyorum. Gezmek görmek istiyor insan. Gelirken "aman sakın sahil yolundan gitmeyin" uyarıları almış, inatla ve meraktan sahil yolundan gelmiştik. İne çıka, döne döne, bir tarafımızda deniz bir tarafımızda yeşillik, bir deniz seviyesinde bir denize 2000 metre yukarıdan bakarak. Hayran kalmıştık, Mersin kıyılarının bakirliğine. Sorgun'a gelirken bu yoldan, "dönüşte burada duralım", "şurada denize girelim" şeklinde duramadan gelmiştik, daha o yolu geri dönecek, ve ben bir sürü fotoğraf çekecektim. Hızla çıktık otelden...

Mersin-Antalya yolu birbirine sınırı olup da bu kadar uzun ve tehlikeli bir karayoluna sahip tek yoldur sanıyorum. Okul zamanlarında öğrendiğimiz "Akdeniz'de dağlar denize paralel olarak iner" öğretisini ben bu yolu alınca anladım. Mersin'den çıktığınız anda Alanya'ya kadar dağlar hop diye deniz iniyor. Dolayısıyla yolu da bu dağlara yapmak zorunda kalmışlar. Kalmışlar kalmasına da yolun bazı bölümlerinde bir tarafınız denizden 2000 mt yükseklikte uçurum iken yol kenarında bariyer bile yok, yol desene virajlarda otobüse veya kamyona denk gelirseniz durmanızı gerektirecek cinsten. Yine de çok keyifli, çok sessiz, ve çok ama çok mavi bir yol. 320 km boyunca deniz kenarından gittiğiniz, bir bakmışsın 2000 mt yükseklikte bir bakmışsın deniz seviyesinde bir yol. Gidilesi, görülesi bir yolGelelim iki şehir arasındaki kıyı farkına. Antalya kıyıları ne kadar fark edilmiş ve hatta boku çıkartılmış bir güzellikte ise, Mersin sınırları dahilindeki kıyılar bir o kadar keşfedilmemiş güzellikte. Kıyılar özel idarelerce tutulmamış, her bir turkuaz koyda gönül rahatlığıyla denize girebiliyor, seyre dalabiliyorsunuz, kimse para istemiyor. Şezlong kiralayabileceğiniz yerlerde bile miktar o kadar düşük ki şaka gibi. Mersin'im keşfedilmemiş tüm koyları ile bizi beklemiş sanki, o derece. Aydıncık, Boğsak, İncekum, Akçakıl, Yapraklı Koy, Kapızlı...ve daha nicesi. Yapraklı koy ki, benzerleri Kaş'da ve Bodrum'da var, paranız olmadan giremezsiniz. Yapraklı koy denize sıfır kıyı oturma yerleri kafelerce parsellenmesi yasak olan. Görmeniz lazım, o kadar saf ve temiz.


Deniz, kum ve güneş dışında koskaca bir tarihin yattığı kıyılar bunlar bu arada. Tüm kıyı şeridi boyunca bir çok antik şehir var, bunlarla ilgili daha ayrıntılı bir araştırma yaptıkta sonra yazmak sanırım daha iyi ve daha doğru olur. Mersin birçok dinin yaşandığı bir kıyı şeridi, daha çok turkuaza, denize odaklanmış bu tatilde tarihe pek ilgi göstermedim,itiraf edeyim. Ama,Alanya Kalesi ardından Silifke Kalesine gelince farkettim ki, Silifke korunmamışi tarihi eserlerin çoğu Kıbrıs'a kaçırılmış, bunlar duyduklarım. Fakat, şunu söyleyebilirim ki Mersin'de yatan tarih kaçırılmamalı. Yine söylemeliyim ki, Alanya kalesi ne kadar güzelse ve tanıtılmayı hakediyorsa birçok medeniyete kucak açmış, Göksu nehri etrafına kurulmuş Silifke ve tabii ki Anamur da tanıtılmayı hakediyor. Anamur ve Anemurium antik kentini gezemedim henüz. Yakında diyelim...
















Çok hızlı gezmek zorunda kaldım. Mersin'e dair kaynak o kadar az ki. Burada yaşayanlar ne güzel bir memlekette yaşadıklarının çoğunlukla farkında değil, bense sanki burada doğmalıymışım gibi hissediyorum. Garip..

Tatik tatil dedik...her tatil sonunda söylediğim üzere...güzel şeyler çabuk bitiyor...ama bu sefer farklı olmak üzere...tatil sonrası döndüğün şehir de maviyse, o kadar koymuyor be....

9 Eylül 2011 Cuma

Bu sabah maalesef gazete okudum..

Gazetede iki ayrı haber var...biri kendisine tekne alan işadamı teknesiyle ilk defa geziye çıkıyor, başka bir hız motoru tekneye çarpıyor, adam ölüyor...bir diğeri kurduğu rock grubuyla albüm çıkartabilmek için bir tekstil fabrikasında çalışan çocuk, patronun arabasını yıkarken elektrik çarpıyor, ölüyor...ben bazen ne zaman öleceğimi bilmek istiyorum. Yani ona göre ayarlarım herşeyi, kapıdan çıkıp kızını kreşe bırakıyorsun, öpüyorsun, sonra işe gidiyorsun, akşam eve dönüp dönemeyeceğin meçhul. Saçmalıyorum.

Sabahları gazete okuma, alışveriş sitelerine bak diyorum ben sana ama değil mi?

23 Ağustos 2011 Salı

Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun - Hatice Meryem

Bir doktorla evli olmak yazılarımda beni rahatsız eden “bir doktorun karısı olmak”la ilgili rahatsızlıklarımdan bahsetmiştim. Bir doktorla evli olmanın toplumsal, ailesel ve kişisel kimliğimde oluşturduğu komplekslerden duyduğum rahatsızlıktan, daha da bahsedeceğim gibi görünüyor, her geçen gün yeni bir macera ile karşılaşıyorum çünkü. “Sen nesin ki, kaç para kazanıyorsun ki” diyen sözde aile yakınlarım oldu, yüzüme yüzüme, “üç kuruş maaş alıyorsun onu da eve gelen temizlikçiye veriyorsun, evde durup evinle ve çocuğunla ilgilenebilirsin” diyenler. En son yazımda yazmıştım ya, doktorlar doktorlarla evlensinler, herkes için en hayırlısı bu olur sanırım, iki koca ego önce birbirlerini sonra etrafındakileri tatmin edip dururlar. Hal böyleyken, ben kendi kendime sinirlenip his yaparken, bu kitap beni daha da gaza getirdi. “Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun” da yazar kendisini toplumun farklı yüzlerinden farklı farklı erkeklerin “karısı” olan kadınların yerine koymuş. İlk birkaç hikayeyi çok sevdim, bazıları çok çok abartılı geldi, sadece abartmak için yazılmış gibi.

“Ben bir ayyaşın karısı olsaydım eğer… yağmurlu bir gecede, pencerenin kenarındaki sandalyeye ilişmiş, oluklardan akan suların sesinden türlü nağmeler duyar ve Allahın belası kocamı beklerken kapı hızlı hızlı tokmaklanırdı…..” (S.7)

diye başlayıp bir ayyaşın karısı olarak hayatından bir geceyi anlatırken aslında bu kadının tüm hayatını özetleyiverir. Sonra, apartman kapıcısının karısı, tornacının karısı, cücenin karısı, imamın karısı, kuryenin karısı, marangozun karısı, gardiyanın karısı, kasabın karısı, genç bir adamın karısı, ince ruhlu bir adamın karısı, işçinin karısı, avare bir adamın karısı, bir adamın ikinci karısı, demiryolcunun karısı, tüccarın karısı, sünepenin karısı, emeklinin karısı, oburun karısı, lüzumsuz adamın karısı, şoparın karısı, ilkaşkın karısı, saz aşığının karısı, kader kurbanının karısı, yakışıklı bir adamın karısı, şairin karısı, yaşlı adamın karısı, garibanın karısı, babanın karısı, oğlunun karısı olma halleriyle devam eder kitap ve “Ama ben kimsenin karısı değilim ki! Yarın yine bir başıma açacağım gözlerimi” diye biter.

Bittiği noktada yazar “…….havayla, suyla temasımın son bulacağı o güne kadar bir koca eksiyle ve hayata horozlanmakla geçecek ömrüm.” diyerek kendi kendisinin parodisini yapıyor. Sanki hem aşık olup dolu dizgin yaşamak ister hem de bundan korkar tırsar bir havası var.

Ben en çok “bir tornacının karısı” hikayesini sevdim. Hamileyken doktor “sende demir eksikliği var” deyince, doktorun verdiği hapları içmek yerine, yatağa kocasının üzerinden dökülen demir tozlarını yiyen kadın çok etkiledi beni. Cahilliğine mi yansam, kocasını gözünde bu kadar yüceleştirmesine mi yansam, neye üzülsem bilemedim.Biz “okumuş” tabir edilen kadınlar bir taraflarımızı ne kadar yırtsak da, bazı kadınlar akıl etmeyi bırak, düşünebilecek kadar bile eğitilmiyorlar, ona mı üzülsem. Olanı biteni, anladığımı böyle güzel simgelerle yorumsuz anlattığı için de sevdim yazarı ve hikayesini.

İtiraf ediyorum bazı hikayelerde çok sıkıldım ve atladım….

Bir de en son “Ben Babamın Karısı Olsaydım Eğer…”hikayesini çok sevdim. Hiç yorum yapmadan bir bölüm koyayım aşağıya, bu bölüm ki bütün hikayelerin özünü oluşturmakta aslında.

S.92. Başımı yastığa koyarken, tam o an, rüyamda gördüğüm babamın karşısındaki zavallı çocuğun ben olabileceği fikriyle sarsıldım. Evet, babamın karşısında eli yüzü, sırtı başı, gölgesi dahil her yeri kan içerisinde oturan yaralı, çaresiz, zavallı bendim besbelli. Yıllardır birbirimize sevgiyle yaklaşmış, birbirimize gül’den ağır laf etmemiştik. Aramıza giren erkeklerin sayısı birkaçı geçmeye başladığında birden büyük bir yabancılaşma yaşamıştık her ikimiz de. Gerçi o bunu bilmiyordu, yani erkeklerin sayısını; ama sanırım hissediyordu ve çok mutsuzdu. Ben de kendimi, kocasını aldatan kadınlar gibi huzursuz ve aşağılık hissediyordum. İkimizde haksızlığa uğramıştık. Çok büyük haksızlığa! Baba-kız olmanın inanılmaz haksızlığına maruz kalmıştık. Zorla…İkimiz yüzünden, ikimiz sayesinde, ikimizden dolayı olmayan…İkimizin dışında… İkimize buyrulan, layık görülen, ikimize ceza olarak verilen bu gerilimli ve faşizan ilişkinin içinde sıkışarak yaşamak gerektiğini anlardım başımı yastığa koyarken.”

Şimdi, babasıyla olan ilişkisinde kendini haksızlığa uğramış hissetmeyen var mı? “Bunu ben de hissetmiş ama kelimelere dökememiştim” diyenler…. Hissedenler alsın okusun, son hikayede birkaç damla gözyaşı bekler sizi, hissetmeyenler de okusun ama, o ayrı.

İletişim Yayınları, 12.Baskı 2011 (1.2002), 95 sayfa

4 Ağustos 2011 Perşembe

Özlem...

Ankara’dan, oradaki yaşam şartlarımdan, işimden, kocamın işinden, evimden o kadar çok sıkılmış ve bunalmıştım ki taşınmak bana çok iyi geldi. Bunu defalarca anlattım herkes biliyor. Şimdi yaşadığım şehri seviyorum, daha kolay yaşıyorum, otuz beş yaşımdan sonra sektör değiştirdim, hiç bilmediğim bir işi öğreniyorum ve işimi seviyorum, kızım çok mutlu, sürekli yüzüyor, sürekli sokakta, toprağa çıplak ayakla basarak oynuyor, kocamın işi rahat, daha çok vakti var, bu taraflarda çok farklı bir kültür var, değişik insanlar tanıyor değişik yemekler yiyor, değişik gelenekler tanıyorum, dağ tepe deniz kumsal geziyorum, işe giderken vapura binme fantezim gerçekleşmemiş olsa da işe giderken sahil yolunu kullanıyorum Akdeniz’i sağıma alarak…her şey çok heyecanlı benim için bu aralar, süper monoton hayatımdan sonra “sürekli yanık tenle gezip askılı elbise ve şortlarımı sadece 1 hafta değil en az 5 ay giyebildiğim, yüzdüğüm için fit olduğum, güneşli sıcaktan bayıltacak bir iklimde yaşama” hayallerim gerçek oldu, son beş aydır yalnız kalabildiğim sürüyle zamanım oldu, kafamı dinledim, boşalttım…. bütün bunlar oldu da…..

Bütün bunlara rağmen yeni bir şehre taşınmak yine de zormuş. İnsan dostlarını, arkadaşlarını çıkıp gittiği şehirde bırakınca çok özlüyormuş. Aynı şehirde her kafamın tası attığında aradığım, dakikalarca telefonda kaynattığım deli manyak dostlarımla iş çıkışında bir bira içebilme imkanını özledim ben. Kendimi anlatmaya ihtiyacımın olmadığı, sesimin tonundan, bakışımın ezikliğinden, konuşurken yaptığım el hareketlerimden ruhsal halimin tahlilini hemen yapıveren ve ona göre bir tedavi planını hemen oluşturabilen dostlarımla alışveriş merkezlerinde giysileri elleyip elleyip, deneyip deneyip, nerde ne zaman hangi üründe indirim var takip edip, hiçbir şey almadan boş boş gezme imkanımı özledim. “Hadi çık bize gel” demeyi özledim, “hadi ben sana geliyorum” demeyi özledim. “Şimdi bunu böyle dersem ne olur” diye hayıflanmadan dedikodu yapmayı özledim. En gizli şeylerimi dostlarımla paylaşmayı, paylaşıp rahatlamayı özledim. İstanbul-Ankara arası mesafenin yakın ve ucuz olması nedeniyle çıkıp gelebilen arkadaşlarım şimdi yanıma gelebilmek için plan yapmak zorunda kalıyorlar, onların çıkıp gelebilme imkanlarını özledim. Çok özledim…çok ama…bu yüzden ağlayacak kadar özledim.

Beş ay çıkardım ya yalnızlığın tadını, artık batıyor bana. “Orada da arkadaş edinirsin” diyorlar… edinmeye çalışıyorum tabii... yeni insanlarla tanışıyorum, etrafıma bir duvar örmüş içine de girip oturmuş değilim. Belki aynı frekansı yakalayacağım insanlar karşıma henüz çıkmadılar, bilemiyorum. Zaten çıksalar da, on, onbeş hatta yirmi, yirmi beş senelik tanışlarımın yerini tutabilirler mi? Ben bu yaştan sonra benzer frekansı bulup da ayrılmadan zevkle aynı kanalı dinleyebilecek miyim?

Hiçbir dostumun olmadığı bir şehirde yaşıyorum… daha pozitif bakarsam dostlarımdan uzakta yaşıyorum da diyebilirim belki, zorlarsam…

Dahası beni anlayacak kadın sayısının çok az olmasından korktuğum bir şehirde yaşıyorum…

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Ölümlerine üzüldüğüm iki kadın..

Geçen hafta iki kadının ölümü etkiledi beni…genç ölümler nasıl etkilerse insanı öyle işte, gazete manşetlerinden sapasağlam durdukları günlere ait fotoğraflarına bakınca içimin acıdığı birbirinden habersiz, birbirinin zıttı, bin bir dertli iki genç yaşam.

Biri Ceylan…

21 yaşında, 1 yaşında bir kızı var, kocasını bırakıp baba evine sığınmak üzere Adana’ya geldiğinde olacakları bilmiyormuş. Kocasını bırakıp da anasına babasına sığınmaya gelince, sahibi kabul edilen koca da “alın bunu gereğini yapın” deyince, eve götürülüp bir odaya tıkılınca, sonra kardeşi elinde bir silahla gelip onu vurunca, vurulduktan sonra kapı üzerine kapatılıp ölmesi beklenince neler hissetmiştir acaba. Hayatta güvenecek, dayanacak kimsesi olmaması bir insanın nasıl bir yıkımdır ölümden öte …kocadır, eldir, erkektir…her an dönüp gidebilir, gün gelir gözyaşlarına aldırış etmeyebilir, baba desen canındır ama neticede erkektir, erkek olmayı bile becerememiştir bence de, iyimser bir bakış açısıyla bakarsam yaşadığı yerde sevgi göstermek erkeklik kabul edilmediğinden o da öyle bir erkek olmayı tercih etmiştir, çocuklarına sevdiğini göstermeyen…arkadaşlar dostlar belli olmaz bazen yanındadırlar insanın bazen değil, bazen yanında bile olsalar paylaşamazsın, anlatamazsın… bu üçüne güven duymayabilir, bu üçünü bu nedenle sevmeyebilir, bu üçünden korkabilir, kaçabilirsin de…. kardeş desen, canısındır, ondan öte canındır, beraber büyümüşsündür, nasıl bir ailede yaşadığını bilen ve sadece bu nedenle bile seni çok iyi anlayabilecek insandır, anne desen kollarında dinlendiğin huzur bulman gereken varlıktır, bütün kapılar çarpıldığında ne olursa olsun açık olması gereken kapıdır, sevgisi katıksız ve karşılıksız olmalıdır… neden kaçasın.

Ben, bazen kocamdan çok bunalırım, işten bunalırım, yaşadığım şehirden bunalırım, sorumluluklardan bunalırım, annelikten bunalırım, evimden bunalırım, bazen hepsinden aynı anda bunalırım, işte o zamanlarda annem yanımda olsun isterim, sanki annemin dizine yatsam saçımı okşatsam her şeyi bırakıp dünya turuna gidip gelmiş gibi hissederim ki annemin beni sabote ettiği durumların yanında üzerinde anlaşmaya varabildiğimiz konuların parmakla sayacak kadar az olması da bu kadar aleniyken annem yine de benim sığınağımdır, korunağımdır. Kılıma zarar gelse parçalar. Annesini kaybetmiş kişilerin bu kadar korunmasız bu kadar kırılgan olmaları da bu yüzdendir belki de. Baba neyse de, anne yoksa durum biraz daha kötüdür. Ceylan da muhtemelen annesine güvenmiştir, baba evine geri dönerken. Anne ki ne anne… torununun annesiz bırakılmasını seyreden bir anneanne, bir yavrusunun diğer yavrusunu öldürmesini seyreden bir anne, ikisine de acımayan. Kızcağız odada can çekişirken bırakınca sen ne yaptın acaba, biz anca otuz yaşımızda yapabildiğimiz hepi topu bir tane çocuğun saçını tararken bile incitmemeye çalışırken sende dokuz tane var diye mi bu kadar rahatsın. Sen nasıl bir insansın, acaba insan mısın…??? Sonrasında yaşadığı ıssızlığı ve yalnızlığı düşününce bile ürperiyorum Ceylan’ın, diken diken oluyorum. En yakınların tarafından yapayalnız bırakılırken, bir yandan da canının parçasını ardında bırakıyorsun, bu nasıl bir acı, nasıl huzursuz bir ölüm. Buna izin veren anlayışa da, engelleyemeyen devlete de lanet olsun.

Diğeri Amy..

Amy’yi sevip dinleyen herkesin onu ilk gördükleri zamana ilişkin duyguları aynı. Kabarık upuzun siyah saçları, elbiseleri, eyelinerı, dövmeleri, besteleri ve sesiyle 80 kuşağı olmaktan uzak bir genç kadın. Herkes ölecek diyordu, öldü. Üzüldüm. Müzik piyasasının iğrenç Lady Gaga ve benzer kopyaları ile talan edildiği, seviyesinin düştükçe düştüğü bir dünyada Amy’nin besteleri ve sesi ne kadar umut vericiydi, hala güzel müzik yapan insanların var olduğuna dair. Yaratıcı gücün bunca fazla olması, hayata karşı bu denli kırılgan olmayı da beraberinde mi getiriyor, yeteneğiyle haşır neşir iyi müzisyenler neden uyuşturucu bağımlısı, yetenekleriyle başa çıkabilmenin tek yolu bu mu, yaratıcı göz acılara daha mı duyarlı da rahatı böyle arıyor, uyuşturucu tahammül edebilme çıtasını mı yükseltiyor; müzik veya edebiyatta yetenekli olmasını dilediğim kızımda herhangi bir yetenek olur da ortaya çıkacak olursa tırsacağım bu gidişle. Bu yazıyı Cibelle dinleyerek yazdım, o da başka bir yetenek, tavsiye ederim.

22 Temmuz 2011 Cuma

"Türk" anneler...

“Türk anneler neden böyle çocuklarına çok karışıyor, yabancı anneler ne kadar rahatlar…” diye başlayıp Türk annelerin çocuklarına zorla yemek yedirmeleri, düştüklerinde hemen koşup kaldırmaları üzerine yerli yersiz birçok nutuk dinledim, kimileri anne babaydı, kimileri bekardı, bazıları erkek bazıları kadındı. Türk kadınlarının kadınlıklarını yabancı kadınlarla da karşılaştırırlar ya, büyük genellemeler yaparak. Türk kadınları kocalarını-sevgililerini sıkıştırır, bunaltır, sürekli konuşur vs vs. Ahh şu yabancı kadınlar ne kadar rahat sevgililer, ne kadar rahat eşler ve ne kadar rahat anneler….ve sadece bu nedenlerle ne mükemmeller…

Üzerine çok kelime paralayabileceğim bir konu, toparlayamıyorum bile.

Ben işin yabancı anneler kısmına takılıyorum bazen, birileri ortaya böyle bir şeyler atınca….annelik üzerine ahkam kesecek kadar süper bir anne değilim hatta bazen kötü bir anne olduğumu bile düşünüyorum, tüm “Türk” anneler gibi üzerime giymek zorunda kaldığım çeşit çeşit kimliği bir öyle bir böyle idare etmeye çalışırken annelik arada kaynayabiliyor sıklıkla. Ama yabancı uyruklu annelerle yapılan herhangi bir karşılaştırmanın ve bu karşılaştırmada mağlubiyete uğrayan tarafın Türk anneler olmasının da karşısındayım. Böyle bir karşılaştırmayı yapanlar çocuklarımızı eksik buluyorsa bunun nedeni anneleri değil aslında bu karşılaştırmayı yapanların kendileridir. Onlara sormak isterim, bir otobüs/uçak/tren/gemi vs yolculuğunda annesinin kucağında ağlayan çocuğa tahammül edebilir misiniz….. edebilseydiniz o çocuğun “Türk” annesi çocuğunu sürekli susması için uyarmak zorunda kalmazdı; bir alışveriş merkezinde kendini yerden yere atan çocuğa müdahelede bulunmayan bir çocuğun annesine ayıplamadan bakabilir misiniz… bakabilseydiniz o çocuğun “Türk” annesi çocuk üzerindeki tüm etkisini, kaybedip siz rahatsız oluyorsunuz diye çocuğunu kucağına alıp susturmaya çalışmazdı…. bir restoranda önündeki yemeği yememek için ağlayan bir çocuğa tebessümle bakabilir misiniz….bakabiliyor olsaydınız o çocuğun “Türk” annesi çocuğunu susturup kendisi yedirmeye çalışmazdı… çocuğunu evde bakıcıya bırakıp spora giden bir Türk anneye “aferin” diyebilir miydiniz…. diyebilseydiniz “Türk” annesi kendisini her bir haltta suçlu hissetmezdi. Örnekler uzar gider. Türk anneler her zaman çocukları etrafı rahatsız etmesin diye uğraşırlar, çünkü Türk olan etraf çoğunlukla tahammülsüzdür. Bu yüzden Türk anneler yabancı annelerden daha koşturmalı, daha stresli kadınlardır.

Ben kızımı çamurla oynarken, bir şeyleri karıştırırken, tehlikeli bir işi kurcalarken (tehlike boyutunu göz önünde bulundurarak tabii ki), rahat bırakıyorum kendi çapımda, keşfetsin falan diye; ya da kötü bir söz söylediğinde, saçma hareketler içinde bulunduğunda “ayıp”, “yapma” falan diye uyarmıyorum, uyarınca olayın inat boyutuna taşınmasından, kötü olan söze daha fazla dikkatini vermesinden tırsıyorum. Alışveriş merkezlerinde, parkta, bahçede, çarşıda bir şeyi ağlayarak isterse serbest bırakıyorum, ister ağlasın ister kendini yerlere atsın, insanların bakışlarına dayanmak zor oluyor ama bunu uzun süredir yapıyorum. Şimdilerde yemek yeme konusunda eğitiyorum kendimi, “aman beslenemeyecek” kaygılarımdan sıyrılıp tabağını önüne koyuyorum yerse yiyor, yemezse aç kalıyor. Ama bütün bunları yaparken toplumu göz ardı edebilmek o kadar zor ki, bazı insanların “anneye bak, çocuğuna bak” bakışlarına dayanmak.

Istanbul’dan Adana’ya dönüş yolundayız. Deniz koridorda otuyor ben ortada, çocuk hali bu ya uçağa bindiği için nasıl heyecanlı nasıl heyecanlı. Sürekli yüksek sesle konuşuyor heyecanlı heyecanlı. Uçak kalktıktan sonra geçecek biliyorum, bu tür durumlarda çocuklara karışmaz, heyecanını yaşamasına izin verirseniz, bir süre sonra bitiyor, o heyecan yaşanıp atıldığı için ortalık huzur buluyor deneyimle sabittir, “yapma” “etme” “sessiz” desem heyecanı kat be kat artıp bütün yolculuk boyunca sürecek. Sesimi çıkarmıyorum ama insanların bakışlarından rahatsız oluyorum, fakat dayanıyorum. Kızım 4 yaşında, koltuğa oturduğunda ayaklarını ne tam olarak sarkıtabilecek ne de toplayıp oturabilecek boyda, dizlerin bükülmeden uzatıldığı bir boyda. Uçak heyecanını yaşarken ayakları ön koltuğun alt kısmına çarpıyor, ön koltukta oturan 20 lerindeki delikanlı şöyle bir dönüp bakıyor. İlk vurmada böyle dönüp uyuz uyuz baktığına göre şirret bir insan belli. “Anneciğim, bak ön koltuktaki amca rahatsız olabilir ayaklarına dikkat et olur mu, çarpmasın diyorum”. Ayaklar birkaç kez daha vuruyor, oğlan her seferinde daha da uyuz olmuş bir şekilde bakıyor. Bu arada kızım keşifte, ön koltuğa asılı sehpayı açıp kapatıyor, ben sabırlardayım birkaç kez kapatıp açacak, keşif tamamlandığında bir daha açmayacak biliyorum. Yine de üzerimde oluşan sosyal baskı ile arada bir istemeden “yapma kızım, etme kızım” diyorum. Derken oğlan dönüyor ve “Hanımefendi…çocuk..” demesiyle ben “beyefendi uyarıyorum siz de duyuyorsunuz ne yapayım elini kolunu mu bantlayayım, siz de biraz anlayışlı olun” deyip adamın söyleyeceğini de ağzına takıverdim. Oğlan “anasına bak amma da şirret” diye düşünmüş olacak ki tıpış tıpış önüne döndü. Sonrasında kızımın keşifleri bitti, yolculuğumuz huzura erdi.

Şimdiii, Türk anneler neden çocuklarını sıkıştırıyor diye düşünenler kendinize bakın lütfen. Siz annelerini rahat bırakırsanız onlar da çocuklarını elbet rahat bırakırlar. Bu arada hep “anne” olarak bahsettiğim kişiler “baba”lar da olabilir, kendi cinsiyetimden hareketle yazdım bunları sadece. Yoksa babalar da aynı baskının hedefleri tabii. Türk anneler derken de herhangi bir ayrımcılık yapmak istemiyorum tabii ki, ağız alışkanlığı üzere denir ya hep “biz Türkler…”.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...