26 Eylül 2013 Perşembe

Deneme bir ki...

İki ay olmuş yazmayalı. İki ayda büyüdüm kocaman oldum, tartılmıyorum bile artık. Bildiğin öküz kadar oldum. Otuzyedinci haftadayım. 1 Ekim'de doğuracağım.

Aynı profilde blog adresimde değişiklik yaptım, birkaç saçma insana vermiştim adresimi, verdikten sonra saçma olduklarına karar verdiğimden okumalarını da istemiyorum. Ayrıca küçük bir şehirde yaşıyorum ve bu şehirden sürüyle insan okumaya başladı burayı, ben zaten o kadar önemli şeyler yazmıyorum okumalarına da gerek yok, biz böyle kendi kendimize iyiyiz diyerekten değiştirdim adresi. Malum şehre ilişkin yazılarımı da kaldırdım ki geri dönüp gelemesinler. O kadar açık olup da sonra kendim olmayan şeylerden bahsetmeyeyim değil mi, mesela yellozun biriysem evde falan burda da olmalı, öyle baby showerında naif ve son derece duru güzelliğiyle objektiflere gülümseyen hamile kadın gibi davranmaya başlarsam mesela olmaz, hiç olmaz. Öyle değilim çünkü. Baby showerları da zaten çok saçma buluyorum. Nereye para harcayacağını bilemeyen insanları tuzağına düşüren bir takım güçlerin oyunları bunlar, bence gelmesek bu oyunlara iyi olur da, olmuyor işte. Ben gelmem o ayrı. Zaten o kadar da para bırakmıyoruz tuvalete, yok parasız değiliz tabii kendimizce bir takım lükslerimiz var, süslü baby shower kekleriyle yarışamaz ama var yine de... de ben o tip partileri yapmacık buluyorum mesela o da var. Şimdi kalksam baby shower partisi yapıyorum desem beni tanıyanlar gülerler, neden, çünkü her türlü arızam ortada, o kadar şeker pembe bir kadın olmadığımı yedi alem biliyor, böyle naifmiş gibi yapamıyorum. Ayrıca süper arıza ve ağlak bir hamilelik geçirdim, duygusallığın dibine vurdum vurdum çıktım. Beyimin yıllar süren profesör olsam mı olmasam mı sorunsalı  bildiğin rock yıldızı olmasıyla sona erdi şimdilik, barlarda çalıyor falan, önünde böyle onsekizlik çıtırlar dansediyor, bildiğin gibi değil bir gör nelerle yarışmak zorundayım ve düşün bir de hamileyim üstüne, baştan yemişim sevişemeyen kutsal kadın damgasını... sakın çıkıp da "aaa hamileyken de sevişilir" deme, herkes biliyor aynı şey olmadığını. Öyle böyle geçti gitti işte hamilelik... ne idealisttim başta, her gün hamilelik notları alacaktım, haftalık bloğa yazacaktım onları falan filan, yalan oldu tabii. Öyle naif bir kadın da değilim işte, hamilelik hormonlarımla barış içinde yaşayıp her kadının gıptayla baktığı örnek bir hamile olamadım, ama hakkımı yememek lazım yine bir hamileye göre süper enerjiktim, belki de barış içinde olamamamın nedeni budur, içimde biriken enerjiyi hamileyken atamıyorum, kimbilir belki de. Neyse. Moda olduğu üzere hamile, doğum vs fotoğrafı çektireyim dedim, sonra ücretini duyunca "aman ben kendime o parayla şunu alırım" veya daha insaflı davranarak "çocuklara harcarım" dedim işte. Para olsaydı da saçımı boyatmaya üşenecektim büyük ihtimalle, zira saçımı uzatmaya karar verdim bir karış boyasız saçla kaşlarım birleşmiş halde geziyorum. Bir de yine o kadar naif bir kadın değilime gelecek olay belki sıkıldın ama poz vermek zor olacaktı bu yelloz halimle saçıma papatya takmış karnımı seviyorum yüzümde ultra kutsal bir tebessüm falan, hadi onu da geçtim, birinci çocukta yapmadık böyle bir şey büyüyünce demez  mi benim niye yok diye. Ama en önemlisi şu, şimdi bizim ev var ya öyle süslü bir ev değil, bildiğin öğrenci evinden biraz daha iyi modda, afilli araç gereçleri ve süsleri olmayan (küçük dokunuşlar mı diyorlar nedir işte onlardan), evde köpek olduğundan kelli kıl tüy içinde, ben de otuzyedi yaşında evli ve çocuklu bir kadına göre hiç titiz bir insan olmadığımdan kelli çoğunlukla tozlu ve kirli bir ev, o şıkımdırak fotoğrafları assak duvarlara ne kadar eğreti duracağı o kadar açık ki. Ya bir de şu bebek fotoğraflarının hepsi aynı be... o da var. Tüm bunların sonucunda ondan da vazgeçtim, çekerim ben kendi fotoğrafımı dedim ama tabii o fotoğraf makinalarından olmalı bende de, neyse.... 

Bu yazmadığım ama yukarıda yazdıklarımı düşündüğüm iki ayda çok önemli şeyler oldu aslında. Şu nefret ettiğim işim vardı ya, patronlarım bana bir iyilik yapıp ofisi kapattılar. Ne de iyi ettiler. Çocukları bakıcıya bırakmak istememenin yanında annemi ya da kayınvalidemi buraya çağırmak zorunda kalmak da istemediğimden yaşadığım ikilemi anlatmak sanırım çok uzun olacak ayrı bir konu başlığıyla yazmak lazım onu. Çocuklara annelerin bakmasını çok büyük bir nimet olarak görsem de herkes gibi, sadece bakıcıdan daha iyi olduğunu söyleyebilirim, aynı şehirde yaşamayınca sıkıntı bunlar hep, hoş bn aynı şehirde yaşasam yine sıkıntı olurdu da. Sonradan vıdı vıdılamamak için çocuğuna kendin bakacaksın sanırım, tek çözüm bu. Kariyer de yaparım çocuk da sanırım çok da doğru bir söylem değil be, en azından benim için. Ne onu isterim ne bunu isterim hallerindeydim hep, içten içe kendim bakmak istiyordum evet, birinci de alamadığım keyfi ya da çekemediğim çileyi bunda da kaçırmak istemiyordum ve en önemlisi de bu iş hayatında bir halt olamayacağım artık çok netti. E çok da para kazanmayınca hala çalışmakta diretip kendimi niye kandırayım ki, kazandığım para bakıcıya ve temizlikçiye gidecekse bu strese değmez sanırım. Bir de artık cidden yıldım yirmili yaşlarımdaki motivasyon yok bende. Yani çalış çalış ne olacak, kendime beş yıllık kalkınma planı yapsam daha mı mutlu olacağım, iş hayatı cidden sahte ve anlamsız gelirken geleceğe yönelik planlar yapmak nasıl da komik ve acıklı geliyor insana, çalışırken ciddi ciddi mutsuzum ben, müdür de olsam mutsuzum mesela onu biliyorum ez azından, bir maydonozdan farklı hissetmiyorum neticede o zaman da. Şimdilik koca parasıyla geçinebilecek durumdayken bütün iş hayatını bir tarafa bırakıyorum süreli ya da süresiz şimdilik bilemiyorum ve çok da memnunum. Herkes sıkılacağımı düşünüyor, bunalacağımı falan, çalışmamanın ve çocuklarla birlikte olmamın beni asosyalleştireceğinden dem vuruyorlar çoğunlukla, çalışmanın kadına verdiği dinamizmden bahsediyorlar evde olunca bunu kaybedeceğimi vurguluyorlar satır aralarında kelimelere dökmeden, ama, bunlardan bahsedenlerin çoğunluğu da bir gün ben bunlardan şikayet edecek olursam ki eğer böyle bıyık altından gülecekler "ahahaha biz demiştik" falan diye şiddetle onu hissediyorum; Duman bizimle yaşamaya başladığı günlerdeki gibi aynı, "bakalım ne zaman bakamayıp geri verecekler?" diye içten içe dört gözle bakan insanlar vardı, böyle şeylerle mutlu olan insanlar var ya "ben demiştimlerle" mutlu olan, halbuki biz Duman'la yaşamayı beceremeseydik bu işten en çok Duman zararlı çıkacaktı kimse bunu düşünmüyordu sanırım; aynı çatlak meraklar ben hamile kalınca çıkmaya başladı "hamile hamile ne yapacak evde köpekle bakalım?" ne mi yaptım doğumuma sadece 6 gün var ve ben hala sokakta köpek gezdirebiliyorum, şimdi aynı çatlaklar "bebekle köpek birarada ne yapacaklar bakalım bu sefer kesin verecekler" diye düşünüyorlar eminim ama ben çok inat bir insanımdır. Sırf inat olsun diye bile bırakmam o köpeği, şaka be şaka ne takacağım seviyorum köpeği kendi çocuğum gibi nasıl bırakayım da.... Böyle şeylerle mutlu olmayın kardeşim milletin köpeğinden işinden sana ne iyi dileklerini dile nasihat etme bu insan 37 yaşında bilmem anlatabildim mi.... haz etmiyorum bu fikrini söylerken sonucunu merakla ve hasetle bekleyen insanlardan... 

Yazacak çok şey varmış, devamı sonra olsun....

18 Haziran 2013 Salı

Ne güzelsin duran adam...

Bu kadar sinir bozucu bir ülkede yaşanan haksızlıklara içerleyip dururken, belki de en çok kızımın büyüdüğünde duran adam gibi adamların öğrencisi olacağını umarak mutlu oluyorum... umarım bir gün bu insanlar tarafından yönetilen bir devlette genç kız olur kızlarım...

12 Haziran 2013 Çarşamba

12.06.2013...

Bu tarihi not etmeliyim. Bütün gece dürüst yayın yapmaya çalışıp bugün cezayı yiyen bir kanalın başında, elimde telefon facebook, twitter takip ederekten, gece üçte artık ayaklarımın ağrısına dayanamayıp nasıl bir sabaha uyanacağımı bilmeden girdim yatağa. 

5 Haziran 2013 Çarşamba

Ankara'ya sadece perinataloğa gitmiştim oysa...

Son dört gündür Ankara'daydım. Doktor kontrolünü arkadaşları da görüp sevme planıyla birleştirince dört gün oldu. Daha önce planlanmamış şekliyle Ankara karıştı, kendimizi eyleme gidiyor gibi hissettik. Hayır, halen biber gazı kokusu nasıldır bilmiyorum maalesef. Çocukluktan beri beraber yaşadığım alerjik astımım ve 21 haftalık göbeğimle benim eylemlere katılamayacağım aşikar olsa da aynı havayı solumuş olmak, mahalle arası yürüyüşleri görmek, Ankara sokaklarına tencere tava çalmak, altı yaşındaki kuzuya bunların neden yapıldığını bir bir anlatmak da çok güzeldi. Bütün bunlar olurken Erendiz Atasü'den Dağın Öteki Yüzü'nü okuyor olmam bile gözlerimin yaşarmasına yetiyordu. Onu sonra yazayım zira mis gibi bir roman kendisi.

Yıllardır bu ülkede olanlara kimsenin gıkının çıkmadığından, bütün karşı çıkışların, onaylamamaların ise sosyal paylaşım ortamlarında yapılan bir paylaşımdan öteye gidemediğinden, insanların giderek yozlaşmasından ve kapitalizmin kölesi, hükümetin yalakası olup işlerini halledenlerin giderek çoğalmasından şikayet eder yakınırken, artık ciddi ciddi "yurtdışına nasıl gideriz" konulu araştırmalar yaparken olanlar sanırım olmasını istediğim olaylardı. Ama keşke can yanmasaydı ama zaten bu da beklenen bir durumdu bana göre. İstanbul'da hiç yaşamadım, çok gezdim ama yaşamadım, bilmem oraları, yaşanmadan bilinmez tanınmaz. Ama Ankara'yı bilirim. Ankara'da öğrenci olmuş herkes bilir. Ankara'da polis denen bir acı gerçek vardır, ve bu acı gerçekten Ankara'da öğrenci olmuş hiç kimse hoşlanmaz. Dolayısıyla Ankara'da öğrenci olmuş kimseler olanlara pek de şaşırmamış olmalı... Olanlara tanık olurken öğrenciliğim geldi gözümün önüne çok çok, çıkan olaylar neticesinde kantinde kapalı kalışım mesela, polislerin bizi sıraya dizişi, kimlik bilgilerimizi kontrol esnasında hepimize pislikmişiz gibi bakışı, cep telefonumuz bile yok ki bırak internetten sosyal medyayı çağıralım kapıya... neyse... 

Ülkenin gidişatından, hatta abartmak gerekirse tüm dünyadaki gidişattan endişeliyim. Evrensel yozlaşma... evrensel endişe... ben apolitik bile değil de politika fobik büyütülmüş bir insanım... annesi babası 80 dönemini gayet güzel yaşamış belki de bu nedenle de kızını oğlunu koruma altına almış bir ailede büyüdüm, şöyle ki annemler beni onyedi yaşımda üniversite okumaya büyük şehire göndermişti ama her olay çıktığında ve dahası benden haber alınamadığında, ve televizyonlar dtcf de eylemcilerin okulu nasıl dağıttığını anlatırken ve cep telefonu yokken (evet medya o zaman olması gerektiği gibiydi) okulun kapısına Ankaralı bir yakınımızı dikerlerdi misal. "Aaaa İsmail Amca senin ne işi var burda" diye kalakalırdım okulun kapısında... "Aman kızım olaylara dikkat et" diye diye okudum ve büyüdüm işte, o yüzden ahkam kesemem politika siyaset vesaire üstüne ama çok okurum söylemesi ayıp, bir fikrim vardır benim de.

Bir sosyolog edasıyla yazamayacağım affet günlük, son zamanlarda yapılan eylemlerin olması gerekiyordu, çok da iyi oldu.

Evet, mesele üç beş ağaç değil elbet ama sadece üç beş ağaç için olsa ne olur ki zaten, sadece onun için bile eylem yapılabilir bence. Hatta AOÇ bu hale gelirken neden susmuşuz mesela, gözlerim yaşardı görünce. AVM yapmak yememiş de kendine saray yapıyormuş AOÇ nin göbeğine. Güzelim AOÇ ormanının tepesinde bir saray... etrafı büyük büyük yollar ve köprüler geçiyor... AOÇ nin yanında Gezi Parkı nedir ki aslında... AOÇ ye denk gelmedi işte direniş..yazık oldu.

Mesele çok, bütün bu meseleleri nasıl halledecekler belli değil henüz.

Mesele bence sadece diktatör olmasın, ılımlı olsun meselesi de değil, ne yani ılımlı olsa Arapça'nın okullarda seçmeli ders olmasını kabul mu edeceğim, ya da hamile kalıp kromozomları bozuk olması muhtemel bir cenini doğurmak zorunda kalmayı kabul mü edeceğim, sağlık sistemindeki sorunları ise doktor yakını olanlar bilebilir bir durumdayız mesela, büyük şehirleri bilemem ama buralarda aldığı gazla firmasının girişine cami maketi koyan firmalar var, yarın bir gün kızım bana "anne biz niye türban takmıyoruz, herkes takıyor" diye soracak ve hatta belki de suçlayacak kadar normalleşecek mesela bu kafa, ben bütün bunları "ılımlı" da olsa kabul edemem kimse kusura bakmasın, o kadar hümanist değilim maalesef. Dedim ya politikadan çok çakmam ama kendi tarafımdan bakacak olursam, alışveriş merkezine gitmiyorum, son 3 senede hepi topu en fazla on defa gitmişimdir o da mecburiyetten (tabii bunda ılıman iklimli denizli bir şehirde yaşıyor olmamın da etkisi var), televizyon izlemiyorum dolayısıyla hürrem'i, acun'u, kuzey'i  ve/ya binbir türlü reklamı sadece sosyal medyadaki bilgi kirliliğinden duyuyorum, Türkçe'yi kötü kullanan hiçbir kitabı veya yayını komik de olsa yok da satsa moda da olsa almıyorum, bunları bu eylemlerden önce de yapıyordum, yapmaya da devam edeceğim elimden geldiğince. Çünkü bunların hepsi birer zincir, şimdi haberleri net vermediği için kızdığımız medyaya hürrem seyrederek yeterince para kazandırmıyor muyduk mesela....dedim ya ben izlemiyorum. Bu tip dizi ve yarışmaların insanlar salaklaştırdığını düşündüğüm için ama sadece.

Sen de izleme olur mu... Bütün bu eylemleri unutup olağan hayatına geri dönme bence... ve bir daha oy verme, tadından yenmez ılımlı mı ılımlı bir insan dahi olsa kendisi kafa aynı kafa çünkü. Kadınlara erken emeklilik vermesi bile çalışmayalım diye...ona göre...

Bu arada, Ankara'da detaylı ultrasonumu oldum, büyük ihtimalle bir sorun olmayacağını amniyosenteze gerek olmadığını bilimsel kesirlerle açıkladı doktor, "bazen tıpta oluruna bırakmak da gerekir" diye de ekledi... sonra bende "Siz doktorsanız Adana'daki adam neydi acaba?" demek istedim...

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Bir doktor macerası...

Yarısı bitti bile. Ben keyfini çıkartacağım derken nasıl geçtiğini anlamadım hamileliğin yarısının. Zaten bana hayat ne olduğunu anlamadan geçiyor sanki hep. Birşeyleri yaşarken bedenen oradayım da ruhen orada yokum sanki, herşeye ilişkin bir nasıl geçtiğini anlayamama vakası yaşıyorum sürekli, hafıza kaybına benzer nitelikte. Neyse... Hayır, bir daha hasta olmadım neyse ki. Detaylı ultrasona girdim, bebeğin kalbinde görülen ekojenik kardiyak odak dışında herşey normal görünüyor. Aslında evdeki doktora, kendi doktoruma ve detaylı ultrasonumu yapan perinataloğa göre herşey normal. "Ekojenik kardiyak odak tek başına bir aksilik göstergesi değil, kaldı ki ikili testim düşük riskte, sadece ileri yaş da bir risk değeri değil, malum 35 yaş üstü bir hamileyim, sonuçta amniyosentez önermiyoruz"; bunlar onlara, doktorlara göre tabii, haa bu arada perinatalog arada "isterseniz de yaptırabilirsiniz tabii" demeyi de ihmal etmedi, olaki kusurlu bir doğum yaptınız bana gelip hesap sormayın der gibi. Ben ekojenik kardiyak odak tanımını duyduğum andan itibaren nette sörfteyim, ilk hamileliğimde de internette abuk subuk şeyleri okuyup doktorumu fitil ediyordum ve doktorum kelli felli kadın doğum üzerine ne varsa yapmış bir profesördü, her muayenede nette okuyup sorduğum abuk sorulara cevap veriyordu, ikili testim düşük riskli çıktığında "üçlü teste gerek yok, ikili test daha güvenilir" demişti de ben itiraz etmiştim "yok ben yaptıracağım" diye de, benimkinden azarı bir güzel işitmiştim "koskoca profesör gerek yok diyor sen kalkmış yaptıracağım diyorsun" diye, zira tonton doktorum koca kişisinin de hocasıydı. Sonra tonton beni uyardı okuma oradan buradan diye de bıraktım ben de okumayı sonra mis gibi tatlı mı tatlı geçti hamileliğim. Çok da hafıza kaybım yokmuş ya bak hatırlıyorum güzel güzel, ama sanki başkası bana anlatmış gibi. Birinci ve ikinci hamilelik arasındaki en büyük fark, ikinci hamilelikteki farkındalık sanırım. Neyse... dedim ya içim rahat etmedi, Adana'dan bir profesör araştırdım, bugün ona gideceğim. Bakalım o ne diyecek, hayatta en nefret ettiğim şey başıma geldi... doktor doktor gezmek. Elini sallasan tıp fakültesine çarparsa böyle olur işte, sanki heryerde eğitim aynı kalitedeymiş gibi, hasta ameliyat etmeden uzmanlık alan cerrahlar var bu ülkede be. Bak kızdım yine. Tabii bugün gideceğim doktor da şöyle diyebilir, "isterseniz amniyosentez yapalım", bu amniyosentez işi de anladığım kadarıyla artık hasta talep ederse yapılan bir müdahele olmuş, zaman benim ilk hamileliğimden bu yana değişmiş. Doktorlar sanki biraz daha fazlaca şirketler gibi davranıyorlar ya da davranmak zorunda mı bırakılıyorlar, normal doğum diye hastaneye giren hiçbir arkadaşımın normal doğum yapamamış olması gibi, "isterseniz amniyosentez yaparız"... ben ne isteyeceğim kardeşim yapalım mı yapmayalım mı sen bileceksin, sen okumuşsun o kadar sene, ben buna karar verecek olsam sana ne gereği var. Değil mi? Bu arada bir doktorla evli olan doktor olmayan kişinin en zor anları da bir başka doktorun muayenesi esnasında yaşanmaktadır, zira ortamda bir doktor olduğundan bütün kontroller tıp dilinde dile getirilir, sen de hiçbir şey anlamazsın, bu da ayrı gıcık bir durumdur da bunları anlatmanın yeri burası değil, konu başlığı farklı.

Bu arada yarın oldu. Ben yazıyı yayınlamadım, akşamına profesöre gittim, yattım kalktım işe geldim, devam ediyorum.

O profesöre gittiğime gideceğime bin pişman oldum. Koca lafı dinlemez, hep burnunun dikine dikine gidersen böyle olur işte. Gittiğim profesör artık yaş itibariyle mi yoksa medyanın başına gelen bir olayı bu sene başında abartmasından dolayı mı nedir kendini paranoyaya teslim etmiş bir adamdı. Daha adamın yüzünü görmeden sekreteri ultrasonografinin bebekteki bütün anomalileri görmek için yeterli olmadığına dair bir yazı imzalattı. Evet, ülkemizdeki bir takım insan profilini, ve kocanın yanına uğradığım birkaç seferde gördüğüm bazı hasta profillerini düşününce bunu haklı bulabilirdim tabii de, doktorun odasına girdiğimizde yaşımın 37 olduğu öğrendiğinde verdiği tepkiyi ve daha hiçbir muayene yapmadan ve hasta hikayemi almadan 35 yaş üstüne amniyosentez önerdiğini söylemesini ise hiç de haklı bulamadım. Zira, doktorun üzerindeki paranoyak haller burada da kendini gösteriyordu. Neyse, kendisine zahmet olacaktı ama nihayet ultrasona geçebildik. Ultrasonda herşeyi birbir anlattı, hem de Türkçe olarak, buna şaşırdım doğrusu. Sonuç herşey normal. Bunun üzerine biz dayanamadık, kalpte odak vardı dedik, tekrar baktı, yok çok ufak o kaybolur önemli değil dedi, evet odak küçülmüştü. "Bu tek başına bir bulgu değil zaten" dedi bir zahmet, evet onu biz de biliyoruz demedik zaten. Neyse, adam sürekli kendini garantiye almak peşinde olmaya devam etti, "ultrason kesin bilgi vermez", "ikili testi çöpe at bir işe yaramaz, bak yaş riski var", "çocuk down sendromlu olmayabilir ama başka zeka özrü olabilir biz ultrasonda zekayı göremiyoruz" diye ekledi de ekledi, "yaş riski var amniyosentez öneriyorum ama tabii sen bilirsin" dedi, ben "19 haftalıkken hafif bir kanamam oldu, amniyosentez riskli olur mu?" diye sordum, o da devam etti "e tabii amniyosentez den sonra düşük olabilir, suyun gelebilir, sen enfeksiyon kapabilirsin bunları kabul etmen gerekiyor, riski var tabii sen bilirsin" dedi. Ben "gerekiyor mu, gerekmiyor mu" dedim, "sen bilirsin tabii, ben sadece öneriyorum" dedi. Ben "Düşüneceğim" dedim. Arkasından sekreteri bir kağıt getirdi ve adam bana "yaz bakalım buraya amniyosentez istemiyorum, çocuğumu doğurmak istiyorum diye imzala" dedi. Kuzu kuzu imzaladım. "Peki dedim amniyosenteze olur dersem de çocuğumu düşürebilirim, kendimi enfekte edebilirim diye mi yazı imzalayacağım" dedim, "evet" dedi. "Evet". Amniyosentez kararı bana kalmış yani, istersem yaptırım istemezsem yaptırmam, bu mudur? Olması gereken, yaptırıp yaptırmamam gerektiğini doktorun söylemesi değil midir, önermek değil de yapılması gerektiğini söylemek değil midir? Ayrıca bu doktorların söyledikleri neden birbirini tutmaz, biri yaş tek başına bağlayıcı değil büyük şehirlerde insanlar gecikebiliyorlar diyor diğeri 35 yaş üstüne kesin öneririm  Amerika'da da böyle diyor. Bir müdahele yapılması gerekiyorsa yapılır zaten, itiraz etmeyiz herhalde. Neyse, bana Ankara yolları göründü kısacası. Tonton doktoruma gideceğim, o ne derse onu yapacağım... o mutlaka ne yapmam gerektiğini kesin bir dille söyler böyle yavşaklık yapmaz, böyle tırsmaz başıma bir olay gelir mi diye...


14 Mayıs 2013 Salı

Son zamanlarda....

Yine hasta oldum. Grip oldum hem de öyle böyle değil... Bütün hamileliğim boyunca sürekli hasta oldum, oysa çok çok keyfini çıkarmayı koymuştum kafaya. Zaten ne istersen hep tersi olur şu hayatta...neyse, iyileştim şimdi, bir daha olmamasını ve bundan sonrasında keyifli bir hamilelik geçirmeyi umut ediyorum. Şöyle hamile kalınca, anne olunca falan tadından yenmez, şeker, olgun, ermiş, bilmiş, bütün dünyayla barışık  vesaire kadınlar oluyor, onlardan olmak istiyorum bir süre mümkünse.
....

Hatay'da patlama olunca çok şaşırdınız değil mi? Birden bire aylar öncesine döndünüz, hükümetin tavrını hatırladınız, söylenenleri belki, etkisi birkaç gün sürdü zaten. Sonra araya bir sürü olay daha karıştı unutturuldunuz, malum biz ve bizim gibilerin unutması ve düşünmemesi için uyutulmaları, unutturulmaları gerek. Biz unutmadık ve biz hiç şaşırmadık... Biz dediğim bu taraflarda yaşayanlar. Olaylar ilk patlak verdiğinde ve gündem o şekilde çalkanırken, biz sahile bakıp "Suriye'de karşısı, adamlar ordan sallasa küt tepemize iner" diyorduk, traji komik esprimsiler. O gün bugündür, şimdilik yollardaki on arabadan üçünün Suriye plakalı olması ve giderek çoğalmasına, Arapça konuşan ve Arapça yaşayan nüfusun, yüzü gözü örtülü kadınların giderek artmasına ve bu şehirde doğup büyümüş olanların oturamadığı sahil sitelerine bir bir yerleşmelerine tanık oluyoruz. Zaten karışık olan bir toplumun daha da karıştığına şahit oluyoruz, ve kendimiz burada yaşadığımız halde "burası Türkiye'mi" diyecek hale geliyoruz. Hatay'lı çok arkadaşımız var... onlardan duyuyoruz karışıklıkları, zaten burada bu derece bir karışma var ise, oraları tahmin etmek güç değil. Demem o ki, kısaca, Reyhanlı' daki patlama beni şaşırtmadı. Adamlar ülkenin içine ediyorlar, bunu görmemek için ahmak olmak lazım ama her geçen gün rabbimciler, hayırlı cumacılar çoğalıyor, ben de bunu anlamıyorum... 
....

Bir doktorla evli olmak beni bu aralar çok geriyor. Ne bitmez tükenmez bir kariyer hevesiymiş bu anlamadım ki. Sanki senden para sıçmanı isteyen mi var ana fikriyle yeni bir yazı daha yazıp içimdekileri dökmeliyim hastalıklardan başımı kaldırabilirsem eğer. 
....

Ha, bu arada bir kız daha doğuracakmışım. Ne sevindim ne sevindim. "Aman kız olsun, ilkinin eskilerini giydiririz masraf olmaz" mı desem, "kız çocuk nasıl bakılır biliyorum kız olsun benim için kolay olur" mu desem... o hastalıklı ana oğul ilişkisini yaşamak, sürekli eleştirdiğim bir cinsiyeti yetiştirip sonra nefret ettiğim erkek triplerine tanık olunca onları hoşgörmek zorunda kalarak tükürdüğümü yalamak istemediğimden, ve gerçekten de erkek çocuklar çok yaramaz olduğundan ve benim bu yaramazlığa dayanma gücümün çok zayıf olmasından kelli kız istiyordum... tabii önce sağlıklı olsundu, ama sonra hemen de kız olsundu. Gönlüme göre oldu. Şimdi iki tane kendim gibi yelloz yetiştireceğim işte, ohhhh.
....

Duman bugün yatak odasındaki halının üzerine kakasını, hatta kakalarını yaptı. Bu yeni kardeş onu da mı daraltıyor nedir? Hoş, birinci kuzunun kardeş gazını almak için şuan çok iyi gidiyorum denebilir. Bunları onun günlüğüne yazıyorum şimdilik.
....

Çok fena kitap okuyorum bu aralar. Ahmet Altan ve Livaneli'nin yeni kitaplarını okudum bile. Nasıl bir tesadüf bilemiyorum ama Ahmet Altan'ı bitirip de Livaneli'ye başlayınca, sanki aynı mekanda bir evden diğerine geçmiş gibi oluyorsunuz. Birbirinin devamı gibi... çok ilginç geldi bana. Üst üste okumanızı tavsiye ederim, detayları sonra yazacağım.

Benden bu kadar şimdilik....

3 Mayıs 2013 Cuma

Ruhumu Öpmeyi Unuttun - İnci Aral

İnci Aral'a olan sevgi ve hayranlığımın boyutlarını çok yazdım daha önce. Bir detay daha eklemem gerekirse, onun yazdığı öykülerden sonra bir süre hiçbir öykü tat vermiyor. Bu öykülere ilişkin en önemli notum ise, kokuları bile öyle tasvir ediyor ki, her bir öyküde yer verilmiş kokuları burnumda hissederek okudum, o kadar da güzel yazarsın İnci Aral teyze. Yazılı materyalde kokuyu burnuma getiren tek yazarsın galiba.

30 Nisan 2013 Salı

Karışık Kaset - Uygar Şirin

Çok büyük hevesle başladım okumaya. Birkaç yerden duydum methini, bir de kapağı hoşuma gitti. E ben de kurşunkalemle kaseti başa saran bir kuşaktanım madem muhtemelen hoşuma gidecekti okuduklarım. Baştan çok da hoşuma gitti aslında. Ulaş'ın 13-14 yaşları beni benden aldı, taaa ergen hallerime götürdü. Ne de olsa Ulaş benden bir yaş küçüktü hesaplamalarıma göre. Kendi ergen hallerimi okumak çok eğlenceli ve nostaljikti ayrıca, kolay okunur günlük yazarmışçasına rahat dili ilk başta hoşuma gitse de bir süre sonra kendimi olaylara kaptırmama neden oldu. Pek sevmiyorum ben o tip okumaları. Kendimi olaylara kaptırınca ve olaylar bir dizi filmi andırmaya başlayınca bir süre sonra sıkıldım ve romanın ortasında sonunu düşünmeye başladım. Ulaş beni bir süre sonra uyuz etmeye başladı. Bütün roman boyunca aynı davranış şeklinde ısrar eden, kendini bir gıdım öteye götürmemiş, buna rağmen iyi bir kariyer yapmış bir baş karakter bana bir süre sonra çok sıkıcı geldi. Ayrıca, romanda sözü geçen şarkıların çoğunu duymuş olsam da çok iyi bilmiyordum ve zihnimde herhangi bir anıya götürmüyordu beni zira ben kendi ergenliğimde guns n' roses, led zeppelin vs. dinliyordum. Bütün bunların sonucunda  maalesef romanın sonuna atlaya atlaya geldim çünkü çok sıkılmıştım. Sonu ise bence kötü yazılmış bir best seller aşk romanına benziyordu. Sanki yazar romanı "belki bir gün romanımın dizisini çekerler ben de paranın gözüne vururum" diye düşünmekten kendini alamayarak bitirmiş.

Çok bilmiş yazdım biliyorum. 

22 Nisan 2013 Pazartesi

Can sıkıcı bir kaç gün...

Hamilelik bir sürü ruh hastalığını da beraberinde getiriyor. Mesela herşeyde ağlanacak acıklı bir nokta bulabiliyor hamile kişi, ya da bir olayı dramatize etmede üstüne olmuyor, aklına bin türlü felaket senaryoları geliyor, herşeye üzülebiliyor her naneyi takabiliyorsun, bir gün çok mutlu bir gün çok mıutsuz olabiliyorsun. Bu hafta 15. haftadayım. Üç ayı geçtim, ilk üç ay bir risk taşıyor ne de olsa, bunu geçmiş olmak önemli. İş yerine söyledim mesela, patronum kendisinden hiç de beklemeyeceğim bir olgunlukla çok sevindi ve kesinlikle bir engel olarak düşünmediğini söyledi ama nedense ben ona inanmıyorum. Yakın arkadaşlarım zaten biliyordu da, artık etrafımdaki diğer insanlara da hamileliğimi söylemeye başladım. Zaten karnım hafif hafif belirmeye de başladı. 

İlk hamileliğimde farkında olmadığım çoğu durumun şimdi çok çok farkındayım. Bütün algılarım açık. Bütün algılarımın olabildiğince açık olmasının zaten evde gözden kaçırmak istemediğim bir çocuğumun daha varlığından kaynaklandığını farkettim. İlk üç ayın verdiği uyku halini, ilk çocukta biraz da yapacak başka hiç bir iş olmamasından kelli uyuyarak ve yayarak geçirirken, ikinci de uyumak istemiyordum, zaten uyumak için çok da vaktim yoktu. Sanki uyuyunca evdeki çocuğu kaçıracakmışım hissi ilk üç aya damgasını vuran ruh hastası duygulardan biri oldu. İşten gelip birinci için hiç koşturmadığım kadar çok koşturmak istedim. Bundan başka, ikinciye içimde, kendi vücudumla bakarken ve korurken birinciyi boş veriyormuşum hissine kapıldım sık sık. Bu hissi yenebilmek için bütün vakitlerimi birinciye ayırmaya çalıştım. Normalde gözüm kapalı babaya paslayacağım veya zaten onun işi olan işleri bile ben yapmak istedim. Böyle, bir sonradan olma üstün annelik çabası, ikinciyle beraber gelen. Bunun büyük bir faydasını da gördüm, şimdi kuzunun saçlarını tararken bile asla başka yerlere gitmiyorum, tel tel bütün saçlarının arasındayım, o kadar farkındayım ve onunlayım.

İki hamilelik birbirinden farklı olur diyor herkes... birincide ne kadar rahat ve ferahsam bunda tam aksi oldu.... insan büyüdükçe kendini daha fazla dinliyor olmalı...

Farkındalık ve algı açıklığı biraz daha fazla evhamlı olma hali getirdi üzerime mesela, birinci için ayrı, ikinci için ayrı, kendim için ayrı, hatta baba için bile ayrı evhamlı davranışlarım ortaya çıktı. Birinciyi sürekli boşveriyormuşum hissiyle savaşırken (ki aslında boş vermiyorum tabii ki), ikinciyi severek sanki birincinin sevgisinden çalacakmışım gibisinden ruh hastası düşünceleri aklıma getirip, karnımdakini biraz yok sayıp, sonra da onu yok saydığıma üzülüp "ya Kevin'ın annesi gibi olursam" diye endişeleniyordum. Sahi bir anne iki çocuğu birden nasıl aynı oranda sevebilir, ben hala bunu çözebilmiş değilim, ve sanırım kucağıma alana kadar da çözemeyeceğim... kucağıma alabilirsem tabii...

Ben böyle duygu bulantılarının birinden çıkıp öbürüne koşarken, hamileliği bütün ruh hastalıklarıyla beraber algılarım açık yaşamaya çalışırken, ikinci ayda boynumda ve dudaklarımda geçmek bilmeyen alerjiler çıktı, geçirene kadar da canım çıktı, astım atakları peşimi aylardır bırakmıyor ve ben sürekli Ventolin kullanıyorum, sonra geçen Cumartesi günü, yine kendimi çok yorduğum bir günde de kanamam oldu. Çok hafif koyu renkli bir kanamaydı. O kadar korktum ki kimseye söylemedim. Evet böyle huylar edindim yaşım büyüdükçe. Bundan on sene önce parmağım kanasa doktora giderdim, artık birşey olsa "aman kötü birşey çıkarsa ya, en iyisi geç öğrenmek" gibi en saçmasından koca karı huyları edindiğimi yeni farkediyorum. Kanama bu boru mu tabii ki de ters giden birşeylerin habercisi diyerekten ertesi gün de olunca geçen Pazartesi doktora gittim tabii ki.

Bebekte bir sorun yok, kalbi hala pıt pıt atmakta. Pazartesi'den bu yana Progestan hapı ve Magnezyum tozu kullanıyorum. Bu benim için çok garip, zira birinci hamileliğimde hiç böyle bir sorunla karşılaşmamış, ekstra hiçbir ilaç kullanmamıştım. Şimdi neredeyse her gün en az bir kez Ventolin kullanıyor, vitamin ve demir haplarının yanında bir de Progestan ve Magnezyum kullanıyorum. Ayrıca bir de bu ilacı kullandığım için hamileliğimin sonuna kadar varis çorabı giyeceğim, zira Progestan dvt mi ne bir tür damar hastalığına neden olabiliyormuş. Bu doktorların da hastasıyım, biri bir ilaç veriyor ama başka bir yeri bozuyor öteki de onu kurtarmaya çalışıyor falan filan, bu mesleğe olan hislerimi zaten biliyorsunuz değil mi uzatmaya gerek yok. Öyle işte... bu da buralara not olsun.

Ha, bu arada sona bir not düşeyim gugıldan gelenlere bu varis çorabı denen şey öyle çok da korkulacak bir nane değilmiş, biraz paraya kıyarsanız anneanne çoraplarından değil de gayet de ince çorap görünümlü varis çoraplarından alabiliyorsunuz. Ben böyle varis çorapları olduğunu bilseydim sanırım çoktan alırdım zira acaip dinlendiriyor bacakları, böyle hani kanınızın hepsi ayak parmaklarınıza inmiş gibi hissedersiniz ya işte onu hissetmiyorsun, güzel. Ben Sigvaris Delfina aldım, tavsiye ederim çok memnunum, hiç ne anneanne çorabı gibi değil....mis...

12 Nisan 2013 Cuma

Tükürdüğünü yalamak üzerine...ve 37...

Bazı insanlar vardır, beyniyle ağzı arasındaki mesafe çok kısadır, hatta o kadar kısadır ki beynini ağzında taşıyor sanırız...işte bu insanlar beyinleri ağızlarında olduğundan aklına düşen düşünce kırıntılarını pek de olgunlaştırmadan hemencecik kelimelere dönüştürüp ağızlarından çıkarıverirler. Bu insanlar düşüncesiz değillerdir, sadece akıllarına geleni daha sonra iyicene düşündüklerinde fikirlerinin, olayların boyutlarının değişebileceğinin farkında olmadan söyleyivermekte, söylediği şey üzerine ise günler sonra ancak düşünebilmektedirler. Mesela iş yerinde patronuyla kavga edince "istifa edeceğim" diye her yere ilan asar, günler sonra düşününce görür ki para lazımdır, kimse zengin değildir, çalışmalıdır. Halk arasında boşboğaz da denir bu tip insanlara sanırım. Bana göre doğru bir tabir değil, zira ağız boş değil beynin bir kısmı orada. Ha, bir de bazı durumlarda patavatsız da denir. Böyle bir insan arkadaşının yeni kestirdiği saç modelini beğenmediğini çat diye söyleyebilir, ya da olmadık ortamlarda olmadık esprileri patlatabilir. Ama konumuz bu değil, konumuz ağzının bir kısmı beyninde olan bu insanların patır patır konuşup, çatır çatır davranmasından kelli oluşan rezalet ve pişmanlık anları, sonrasında isteyerek ve/ya istemeyerek, hatta çoğu zaman farkında olmayarak da olsa tükürdüğünü yalamaları. Evet, yine kendimden bahsedeceğim. Çünkü, ben çok güzel tükürdüğümü yalarım.

Laf ağzımdan çok kolay çıkar benim... Kavgada, barışta, aşkta, arkadaşlıkta ağzımın ayarı yoktur. İçim dışım birdir çoğu zaman birazı ondan ama tamamen bunun ardına saklanmam biraz fazla bir pozitif yaklaşım olur. Düşünmeden konuşuyorum evet, o an ne hissediyorsam engel olamıyorum kelimeler ağzımdan paatır paatır dökülüyor. O anda aklıma gelenin veya o zaman diliminde düşündüklerimin fena halde fanatik taraftarı oluyor ve adeta coşkulu bir tezahürat halinde alakalı alakasız herkese haykırıyorum ağzımdakileri. Bir tut içinde değil mi, belki birkaç ay sonra bu düşündüklerinin aksini yapacak ve/ya düşüneceksin. Değil mi? Yok... değil. 

Lisedeyken "evlenmek miiii ıııyyyy, ben evlenmeyeceğim" diye millete göğsümü gere gere nutuk atardım. Ne oldu sonra, tükürdüklerimi yalayıp evlendim...

"Avukat olacağım ben" diye naralar atardım, sanırsın yedi sülaleden avukatız o derece. Ne oldu sonra, daha üniversite sınavına girmeden etim butum yemedi, fazla çalışmak fazla geldi, tükürdüklerimi yaladım bölüm değiştirdim. Hoş, iyi ki de avukat olmamışım tabii de, neyse.

Yıllarca "ben küçük şehirde hayatta yaşamam, iğrenç ıyyy" dedim. Ne oldu sonra, buraya geldim tadından yenmez bir hayatım oldu, kısaca tükürdüklerimi bir daha ve bir daha yaladım.

Çarçabuk kavgalar çıkarıp, her kavgamda döndüm özür diledim....

Şimdiki kocam olan geçmiş zamanki sevgilime bin beş yüz kere "ayrılacağım senden" dedim, bütün arkadaşlarıma "ayrılacağım bundan" dedim. Sonra ne oldu, bir baktılar can ciğer kuzu arması oluvermişim. Kısa süreli ayrılıklarımızda, cümle aleme "ohh kurtuldum bomba gibiyim, hayatta bir daha işim olmaz" naraları atıp kapıma dayanınca yine ve yine tükürdüklerimi yalayıp böğüre böğüre ağlayaraktan boynuna atladım. Sonra utanmadım, evlendim. Sonra, başladım her kavgada "boşanacağım ben bundan" diye cümle alemi ayağa kaldırdım. Ne oldu...yalancı çobana döndüm ne olacak, zırt pırt kavga eden ergen çocuklar muamelesi gördük.

Çocuk mocuk istemem ben diye takriben ortaokuldan beri söylenmekteyim, tabii ki ne oldu biliyorsun günlük.

İkinci çocuk için ne naralar attım biliyorsun... sana attığım naranın bin türlüsünü herkese kanlı canlı attım. Ne oldu sonra... tükürdüğümü yaladım ya, hamileyim günlük. Deminden beri onu diyecektim. 

Neyse, benim beynimin ağzımda olmasına alıştı insanlar. Ben de kendime alışsam diyorum, iyi ederim.

14. haftadayım şimdi hamile ağzıyla. Herkesin anlayacağı dilden söylemek gerekirse 3 ayımı doldurdum. Bilen bilir ilk üç ay tehlikeli biraz.

Nasıl hissettiğime gelirsek, hamilelik bir nevi ruh hastalığı, bir gülersin bir ağlarsın, her şeye kırılırsın öyle panik atak bir dönem işte. Ben de o karnını okşayan duygusal hamile kadın profili hiç olmadı, sanırım bunda da olmayacak. Yani arada bir karnımı sevip "canım bebeğim" falan diyecek oluyorum sonra bana bile çok eğreti geliyor bu hareketlerim. Sürekli uyuyorum ve sürekli uyuduğum içine kendime uyuz oluyorum. Sonraki günlerimi çok fazla düşünmüyorum, düşünürsem eğer bir altı yaş kız çocuğu, bir bir yaş kurt köpeği ve bir bebekle nasıl bir ruh hastasına dönüşebileceğim ihtimalini şimdiden düşünmek istemiyorum. Bunlarla ilgili çok yazacağım daha, uyumaktan kitap da okuyamıyorum, kitap okuyamadığımdan yazmak da hiç gelmiyor içimden zaten gündüz işteyim akşam da uyuyorum öyle bir uyuz yaşantım var bu ara. Uyumaya direndiğim günlerde hep film izledim, sonra ertesi gün işte masaya yatsam uyusam diye baktım baktım baktım. Yazacağım ama neler var neler...ikinci çocuğa hamile olmak ayrı bir ruh hastalığıymış günlük, doğmuş büyütmüş olduğuna bakıp üzülüyorsun mesela "ben bunun sevgisini başkasına nasıl paylaştıracağım" diye hayıflanıyorsun, sanki onun sevgisi alacaksın öbürüne vereceksin de ilki sevgisiz kalacak. Değişik bir ruh hastası durum işte. Geçen anneme şunu sordum da kadın şoktan şoka girdi "anne" dedim, "sen hem kardeşimi hem beni nasıl sevdin aynı anda?" Neyse, hepsinin derinlerine ineceğiz bakalım, herşey yolunda giderse. 

Bu arada 37. yaşımı da doldurdum. Doğum günüm kutlu olsun. O da öyle arada kaynadı gitti. 31 Mart. Hem Mart hem 31 diye dalga geçerim ben doğum tarihimle ama severim de kendisini o ayrı. Kuzu girdiği yaşı söylüyor, ben bitirdiğim yaşı. 37 yaşında ikinciyi doğuracağım, Duman'ı da sayınca üç çocuğum olacak, onu ben doğurmadım ama olsun. Öyle işte... devamı sonra.

Bu arada gugıla "... yalamak" yazıp gelenlere de saygılarımı sunarım...

18 Mart 2013 Pazartesi

Pazartesi... bir kaç Duman'lı not...

Geçen hafta çok hastaydım... iki gün işe hiç gitmedim, evde yattım, üçüncü gün kalktım geldim işe, bir iki saatten sonra tekrar eve gidip yatmam icap etti. Uzun lafın kısası, bu sabaha kadar yaklaşık altı gündür hayattan bezmiş ve soğumuş bir şekilde "nereye devrilsem de yatsam" modunda gayet uyuz bir şekilde, öksürüp tıksırıp nefes alamamakla geçti günlerim, dün bütün bir Pazar günü bir sıkımlık dahi Ventolin almadan uyuduktan sonra bu sabah nasıl da enerjik ve nasıl da mutlu kalktım. Hasta olduğum günler boyu, yatıp uyumadığım nadir zamanlarda, vaktimi kuzuya ayırıp Duman'la ilgilenme işini kocaya bıraktım. Cumartesi gecesi itibariyle Duman'ın menstruasyon dönemi başlayınca da içim sızım sızım sızladı. Evet, hayatımızda yeni bir gelişme oldu, Duman artık çocukluktan çıktı, ergen oldu. Bu aralar herşeyi dramatize etmekte üstüme yok, bir yandan yatıp kendime acıyorum, diğer yandan kuzuya hiçbir zaman yeterince vakit ayıramadığımın hesabını durduk yere yapıyorum, bir yandan da Duman mens oldu kimbilir kendini nasıl kötü hissediyordur diye hayıflanıyorum. Gülme... Köpeklerle insanlar çok benziyor birbirlerine. Muhtemelen o da kendini gergin, mutsuz, başarısız falan hissediyordur bu dönemde.

Ne diyordum?

Bu sabah iyi kalktım diyordum. Hastalığımı atlatmış, zımba gibi kalkmıştım, "yazık" dedim, "bir saat Duman'ı gezdireyim". Çıktık sabahın köründe, mis gibi gezdik. Hava da süper ya artık. Kuzunun servis saati gelince de, kapıya dikildim. Kuzu geldi, servise doğru güle oynaya yürümeye başladık. Sitenin kapısına doğru yürürken, karşıdan gelen kadın yanımdan geçerken (Duman'dan tırstığı için biraz uzakta durmak kaydı ile) birşeyler mızırdandı. Belli ki bana birşeyler söylemek istiyor ama poposu sesli söylemeyi yemiyordu ve zaten bana Pazartesi Pazartesi neşeli neşeli uyanmakta haramdı. Hani, şöyle insanlar vardır, karşısındakine sinirlenmiştir ve kötü bir söz söylemek, vermek veriştirmek istemekte fakat poposu sesli ve/ya bağırarak söylemeyi yemediğinden dişlerinin arasından dudaklarını kıpırdatarak tıslama tarzında kısık ve kesik, duyulur duyulmaz bir ses ayarıyla kızdığı ve/ya uyuz olduğunu kişinin yanından geçerken söyler söyleyeceğini, bu anda lafın edildiği kişi kendisine bir saldırı olduğunu anlar fakat kelimeleri tam duyamadığından ne olduğunu anlamaz, işte kadının yaptığı tam da buydu ama ne yazık ki ben kadını tanımıyordum. Kaldı ki benim onu tanımamam dan daha kötü bir durumda olan kendisiydi çünkü asıl o beni tanımıyordu. Ben de bütün yelloz kadınlar gibi durdum ve en kibar yelloz halimi takınarak "Pardon bana birşey mi dediniz" dedim. Kadın dönüp bana ne dese beğenirdim şimdi hiç kestiremiyorum ama "her sabah sizi ve köpeği görmek sinirlerime dokunuyor" dedi. Yanımda kuzu olmasaydı, "asıl köpek sana benzer" diye bağıraraktan, Duman'ı üstüne salar, bir yandan Duman onun bacaklarına zıplayıp aklını alırken, ben de saçını sağ elimin bileğine doğru dolayıp kafasını hemen yan tarafımızda uzanan duvara vura vura aklının kafasının içinde doğru yere yerleşmesi için uğraşır, bunu da başarırdım, o da hayatına düzgün bir insan olarak devam ederdi sayemde. Ama yapmadım tabii. Kuzunun yanında içimdeki yellozu ortalığa salıp çocuğu annesiyle ilgili hayal kırıklığına  uğratmaya gerek yoktu, zaten çocuk bir keresinde araba kullanırken beni sinirlendiren bayan şöför karşısında nasıl bir yelloza dönüştüğüme şahit olmuştu da fazlasına gerek yoktu. Neyse, kadın bunu dedi ve çekti gitti. ben de öyle kaldım, popo gibi. Kendimden beklenmeyecek denli büyük bir sakinlik ve hatta huşu içerisinde çocuğumu öperekten servise bindirdikten sonra içimdeki yelloz ortalığa çıkmıştı ama ne yazık ki kadın toz olmuş hangi apartmana girdiyse girmişti işte. Demem o ki, ulu orta girişmemizin olanağı kalmamıştı. Problemi medeni yollarla halletmemiz gerekecekti. Gittim site görevlisine kadını tarif ettim, dedim bana böyle böyle dedi, hatta site içerisinde gördüğüm tüm görevlilere ve kişilere de "aaa bana böyle dedi kadın" falan diye de anlatıp kadını mimledim. Sonra görevliye dedim ki, "o kadının hangi daireye gittiğini bana bulun, yoksa yakarım burayı" dedim, tamam" yakarım burayı" kısmını biraz fazla gaza gelip yazmış olabilirim şuan. Şimdi ... tantana akşama kopacak, bu kadının bir site sakini mi, yoksa site sakini olup da çalışan bir bayanın yardımcısı mı olduğu merak konusu? Bana farketmez zira, kaba insan kaba insandır. Detaylar akşama belli olacak, her halukarda da tavrımı koyup benzeteceğim terbiyesizi.

Buraya kadar tamam da....

İnsanlar yolun ortasında birilerine laf atmak için cesareti ve haddi nereden buluyorlar ya?
İnsanlar hiç tanımadıkları kişilere durup dururken nasıl öfke duyabiliyorlar?
İnsanların poposu duyduğu herhangi bir rahatsızlığı nezaket göstererek sakince söylemeyi neden yemiyor?

Bunlar da tamam... hatta belki anlayabilirim...de... sonuçta insan en ahmak hayvan neticede...de....

İçinde şuncacık hayvan sevgisi olmayan insanları anlamak...

Hayvanları severim diye cart curt atıp hiç hayvan beslemeyen insanları anlamak mesela.... beslemek için evimize almak zorunda değiliz ona göre...

Dahası....

İki metre uzaktaki kediden tırsan sandalyeye çıkan insanlar... ya da....

Tasma ile gezen hayvandan korkan insanlar var bu dünyada... en çok bunları anlamıyorum. Hayvanın umrunda değilsin be adam, be kadın... hayvan annesinin yanında uslu uslu oturuyor ya da yürüyor, umrunda değilsin ki, ne yapsın seni, safari parkındaki aç aslan mı bu. Bir de yanında küçük bir çocuk var köpeğin, altı yaşındaki bir kız çocuğunun korkmadan mıncıkladığı bir köpekten bağlı olduğu halde tırsan bir salak insan topluluğu var. Tırsmakla kalmadığı gibi onu beslediğin ve baktığın için de sana öfke duyan benim köpeğimden daha hayvan insanlar bu insanlar ayrıca.

Kimse de fobi falan demesin bana. Bağlı köpekten, iki metre uzakta duran kediden korkmak salaklıktan öte değildir. 

6 Mart 2013 Çarşamba

Pazarlama ve Satış...

Modern dünyada satış ve pazarlamaya verilen önem giderek artmaktadır ve geleneksel yaklaşımların mevcut piyasa koşullarında rağbet görmediği aşikardır. Büyüyen pazar ve artan rekabet karşısında pazarlama ve satış stratejilerini geliştirmek elzem olmuştur. 

Falan filan falan filan falan filan. 

Yukarıdaki cümleleri oradan buradan afırttım, afırttığım siteleri de yazmayacağım zira yaşam koçluğu, yönetim danışmanlığı, marka yöneticiliği, müşteri ilişkileri zamazingosu gibi hiç hoşlaşmadığım çok iddialı meslek gruplarının web sitelerinden bu cümleler. Zira ben komple bir pazarlama ve satış fiyaskosuyum, bu cümleleri benim yazmış olmamı beklemek hayal olur. O sitelerin bağlantısı verip bir de reklamlarını yapamam, dedim ya haz etmiyorum. Hoş, duyan da beşbinbeşyüzbeş takipçim var sanacak, bir yazıya ikiyüzelli yorum aldığımı, hiç işim olmadığını ve o ikiyüzelli yoruma tek tek cevap yazarak bloggerlığı kendi çapımda meslek zannettiğimi falan sanacak. Yok, kaaaç senedir tutuyorum ben bu günlüğü öyle tıklanma rekoru falan da kırmadım, yazılarıma  beş on yorumdan fazlası gelmedi, şurda hepi topu birkaç kişiye yazıyorum işte. Dedim ya, pazarlama satış fiyaskosuyum, büyüyen pazar ne istiyor bilemiyorum, bilsem de uygulayamıyorum. Halbuki, ağzı ve dili bozuk yazım tarzına binbeşyüzbeş takipçi geliyor mesela, ya da böyle ojesinin rengiyle rujunun renginin muhteşem kombini tartışanlara da geliyor, bir de çekiliş yapılanlar var ağız bozmaya gerek yok şu dakikada. Bana gelmez bunlar, ağzı dili bozuk yazamam, çok kitap okuyorum saygısızlık olur okuduklarıma; sonra tırnaklarımı yiyorum ben bir de, oje falan durmuyor tırnakta, ondan mı acaba. Okuyucuya potansiyel müşteri yaklaşımı yapamam muhtemelen. Ün değişik bir hadise olmalı ki insan hayatında, hemen havaya sokuyor onları, böyle hemen bir "ben sizinle var oldum" mesaj kaygılı yazılar yazdırıyor insana. Komik, çok komik, çok gülüyorum ama var ya ben çok uyuz oluyorum bunlara. 

Neyse, işte pazarlama satış fiyaskosuyum dedim ya. Müşterilere genelde doğruyu söylerim mesela, öyle çat diye. Mal hazır değilse hazır değildir, malı geç gelecekse geç gelecektir, mal yolda yandıysa yanmıştır. Yalan söyleyip kıvırmanın ne manası var bana göre.  Oysa, ne okumuştun az önce, geleneksel yaklaşımlar mevcut piyasa koşullarında rağbet görmüyordu. Yalan söylemen gerek belli ki. Daha doğrusu doğru olana yalan süsü verip sunacaksın ki müşteri de onu yesin yutsun, üstüne de geğirsin. Sen kötü ol ama doğruyu söylediğin için.  "Size hediye olarak film kanallarını bedava veriyoruz" diye başlayıp on dakika konuştuktan sonra istediği taahhütü yumurtlayan bilmem ne tv kanalı müşteri temsilcisi durumuna düşmek istemiyorum ben anlasana, zira kendilerinden gelen telefonları suratlarına kapatıp, haklarında hiç iyi düşünmüyorum. Tabii bazen de sıka sıka yalan söylemek durumunda kalıyoruz tabii de, çok ama çok zor durumda kalmış olmam lazım. Sonra, ipsiz sapsız, eline bir kitap alıp okumamış, kıroyum ama para bende tipli müşterilere ağız burun eğmek zorunda kalıyoruz ya bizi seçsinler diye, en gücendiğim nokta da o. Müşteri ziyaretine gidiyorsun, adam/kadın ya bildiğin kıro, ya çok akıllı bıdık, ya çok gösteriş budalası, kısacası hayatımın herhangi bir noktasında aynı otobüse bile binmek istemeyeceğim bir tip oluyor, ama mecburen ağzının içine bakmak zorunda kalıyoruz, dandalak dangalak konuşuyor mesela, "yaa öyle tabii" diye saçmalamak zorunda kalıyoruz, müşteriyle on dakikalık görüşmede polemiğe giremiyorsun tabii. Benim gibi bir insanın o noktada kibar olmaya çalışması ne kadar zor anlatamam. Patrona da pazarlayamam ben mesela kendimi. Pazarlayamadığım için de satamam. Nasıl bir alçakgönüllü ezik bir insan olarak yetiştirdilerse beni yapamıyorum işte. Burda böyle yazıp duruyorum ya, iş görüşmelerinde "bize biraz kendinizden bahseder misiniz?" dediklerinde apışıp kalıyorum. İşlerimi düzgün yapmam gerek bana bunun için para veriyorlar diye baştan kabul etmiş bir memur zihniyeti içinde çalışmaya çalışırım mesela. Düzgün yapılan işi patronun odasına kırk kere girip, allayıp pullayarak gümüş tepsilerde pazarlayamam, utanırım. Yaptığım hatayı çat diye itiraf ederim bir de, öyle de gerizekalıyım. Halbuki süsle biraz, alla pulla, hatayı öyle söyle de hataymış gibi görünmesin, hatta biraz kasarsan kendin yalan söylemene gerek kalmadan başkası yaptı da sen söylüyorsun bile sanabilirler. Evet patron olsam çalışanlarımı arada bir pohpohlardım, motivasyon tavan yapsın daha çok çalışsın diye inekler, ama böyle yaptığı iyi işi burnuma burnuma sokanlara da taviz vermezdim tabii ama patronlar genelde böyle olmazlar. Cuma günleri aradığım muhasebe müdürümüz "nasılsınız" soruma "elhamdülihllah" diye cevap veriyorsa, ve "hayırlı Cumalar" diye başlıyorsa telefon görüşmesine, ben "bilmukabele, Cuma'mızın nuru üzerimize böyle böyle aksın" diyemem, demem. Çok taktım ben bu Cuma olayına değil mi? Öyle. Diyorum ya çok ifrit oluyorum. Kendi pazarlamamı yapamıyorum ben, iş hayatımın her daim problemli olmasının nedenlerinden biri de bu olabilir belki de...kimbilir... de ben bunu yazmayacaktım. Nihayetinde benim için sadece iştir, kapıdan çıkınca bitiştir. Ay yine kendi çenemden yoruldum ya...vıdı vıdı vıdı...bazen birileriyle konuşurken de böyle oluyorum, o kadar çok konuşmuş hissediyorum ki kendi kendimden yorulduğumu farkediyorum sonra.

Neyse benim asıl rahatsızlığım başkaydı.

Ben asıl anne, baba, koca, arkadaş, kayınvalide, kayınbaba gibi özel ilişkilerde kendimi pazarlayıp satamıyor oluşuma değinecektim. İşten sıkılırsan kocan, anan, baban sponsor oluyorsa bırakırsın, başka şirkete geçersin, olmadı popon yiyorsa sektör değiştirirsin ama bu yakın ilişkileri değiştiremezsin öyle kolay kolay. Mesela kayınvalidemi değiştirmek için öncelikle kocamı değiştirmek zorundayım. Babamı değiştirmek daha zor belki de bir zaman makinası icat etmeliyim. Ya kendi annen, baban seni bir şekilde kabul ediyor önünde sonunda, benimki mesela beni değiştiremeyeceğini ben otuzaltı yaşıma geldiğimde anladı sonra da mecbur böyle kabul etti. Ama ergenken böyle miydi, değildi. Ben nasıl müşteriye çat diye gerçeği söylüyorsam, anneme ve toplumun namus bekçisi komşularına da öyle çat diye davranıyorum, hem ergenim hem de hamurumda var, bir nevi çifte kavrulmuşum. Hiç unutmam bir komşumuzun kızı vardı, yakın bir komşumuz ama. Kız böyle anasının babasının yanındayken aman kahveler yapar, misafire bir hizmet eder bir hizmet, annesini kaldırmaz yerinden, annesi koltukları kabarık gezer her daim, bir de bu kız bildiğin inek (ay tamam akıllı da olabilir çok ders çalışıyordu, zaten şimdi de çok para kazanan bir hatun oldu) notları böyle tavan tavan, annesinin yanında süt dökmüş kediden daha masum, daha saf bir tip işte. Sürekli karşılaştırıldığımdan kelli nefret ettiğim kız tipi. Her namus bekçisi, koltuğu kabarık annenin isteyeceği bir kız evlat.  Ya ben... Ben hayatta misafire hizmet etmem, hatta misafir gelince genelde odama kaçarım, eğer annem kimse görmeden kolumu çimdirdiyse mecburen yardım ederim, ama öyle nemrut bir surat takınırım ki annem misafirlerin yanında bir süre sonra utanır ve nihayet beni salıverir; bir de uçarıyım, özgürlüğüme düşkünüm, aşık olduğumu sanıp duruyorum, erkekleri merak ediyorum falan, annem sıktıkça onun üzerine kusan, herşeye çemkiren çok iğrenç bir ergenim neticede. Hiçbir annenin istemeyeceği türden bir ergen kız çocuğuyum işte. Şimdi biz böyle yakın komşu çocukları mahallede geceleri saklambaç oynamaya çıkardık, kızlı erkekli, o çalışkan akıllı ideal gelin kız da vardı tabii bunların arasında. Benim çok haz etmediğim bir gruptu bu, çünkü çoğu kendiyle ve ailesiyle barışık ergenlerdi ama ne yazık ki annem kendim gibi arıza ergen arkadaşlarıma potansiyel tecavüzcü gözüyle baktığından ve sadece efendi ve namuslu yakın komşu çocuklarıyla takılmama izin verdiğinden ve saklambaç da çok eğlenceli bir oyun olduğundan kaçınılmaz olarak onlarla dışarı çıkmak zorunda kalıyordum. Neyse, bir gece oynarken biz bu kızla beraber yol kenarına yakın bir büyük çalının oraya saklandık, bu yoldan geçen bir çocuğu gördü yanına gitti, konuştular ettiler, geri geldi. Bir sonraki saklanmada beni ekti bu. Ekti ama o kadar çok ergen koştururken ben son anda bir yere saklanacağım bir baktım bu o çocukla aşna fişne halinde, onlar beni görmeden kaçtım tabii. Şimdi bunu niye böyle uzun uzun anlattım. Bu kızın anasına babasına, konuya komşuya kendisini pazarladığı özelliklerle, benim çalıların arkasında gördüğüm şey tamamen farklıydı birbirinden. Ama o iyiydi ben kötüydüm, kaldı ki onca özgürlük düşkünü uçarı bir ergen olarak bir erkekle bir çalı arkasına gitmeye cesaret de edemediğim için bir yandan uyuz da olmuştum. Bu arada çalılar deyince yıl 80 ler, pek fazla bir fantezi ummayın tabii, o zamanlarda bir erkeğin eline değsen bomba olurdu da, konu o değil zaten. Neticede, onun pazarlama ve satış kabiliyeti bu derece iyiyken ben gördüğümü söyleseydim anneme muhtemelen bana inanmayacaktı. Yıllar sonra genç ve iki küçük çocuklu bir komşunun kocasını ayartıp, sonra boşatıp, adamla kendisi evlenene kadar da kimse anlamadı zaten. Ya var ya, bu günlüğü bir tanıdık okuyacak bir gün diye çok tırsıyorum yeminle.

Neyse konuya dönelim. Kendini pazarlama. Kadınlar var mesela...kocalarına "masayı hazırlamama yardım eder misin" demezler de "ay ne güçlü kolların var, hayranım onlara, o kollarla şu tabakları masaya koyuversen beni ne kadar da mutlu edersin" derler. "Markete gidip karpuz alır mısın" demezler de, "ay kocacim sen çok iyi karpuz seçiyorsun, senin seçimlerine hayranım, ben alıyorum hep kelek çıkıyor, sen bütün seçimlerinde olduğu gibi karpuz seçimlerinde de muhteşemsin, bugün de karpuzu gidip sen alsan" derler, adamı ağzı kulaklarında markete gonderirler. Tamam... tamam... örnekler biraz abartılı olabilir ama böyle abartılı çok kadın var. Ben böyle bir kadın değilim, ben "hayat müşterek değil mi, masayı da kuracak, markete de gidecek, ev temizliğine de yardım edecek" diye düşünüp ne istiyorsam onu söylerim. Diyorum ya pazarlama m kötü. Birkaç yerde gördüm kocasına üç beş gülücük atıp güçlü kollarına övgüler yağdırıp istediğini aldıran ya da yaptıran ya, ben de deneyeyim dedim bu yöntemi ama ne oldu, alışmadık götte don durmadı tabii. Bir iki defa denedikten sonra kocayla asker arkadaşı modunda "hadi canım bakkala, hadi hadi" sıradanlığına geri döndüm ve pazarlama satış orada kendini enseye tokata bıraktı. Aşkitom, bebeğim kadını değilim neticede ne yapalım. Ama bu tarz kocaya kendini pazarlama ve satış stratejisini kullanarak istediklerini yaptırma ve aldırma olayı gerçekten de çalışıyor ne yalan söyleyeyim, ama dediğim gibi ben bu stratejinin kadını değilim, yapmacık, sahte ve fazlasıyla koca yalakalığı olarak görünüyor benim özüme bu tarz hareketler. Erkek olsam yemem yani. Kocama nasıl pazarlayamıyorsam kendini kayınvalideme de pazarlayamıyorum kendimi. Kadınlar var mesela iki dakika yanlız bıraksan kayınvalidesini bir kaşık suda boğacak ama kocasının yanında anneciğim aşağı anneciğim yukarı olan. İşte bu benim için inanılmaz derecede olağanüstü bir durum. Benim kendi annemle bile kavga etmem için bir iki gün yanyana durmamız yeterken kayınvalidemle can ciğer kuzu sarması olmam beklenemez herhalde. Bir pazarlama ve satış taktiği olarak bazı kadınlar kocasının ebeveynleri hoşlaşmadığı bir harekette bulunduysa ve/ya söz sarfettiyse  bunu kocalarına söyleyerek (ama burada söyleme taktiği kocayı karpuz almaya gonderme taktiğiyle benzer, dikkat...) kendileri hiç muhattab olmadan sorunu kökünden çözerler. Ben ne yaparım? Ben sorunun kaynağıyla bilahere kendim yüz göz olurum. Sorun beni sallamaz tabii, zira kayınvalidelerin gelinleri sallamamak gibi bir alışkanlıkları vardır ve ne de olsa çok sevgili oğluyla doğanın kanunları gereği kendisi evlenemeyeceği için mecburen bu kadınla evlenmesine göz yummuştur, gelin rol gereği oradadır, o evde asıl olan oğludur, o yüzden her kayınvalide kendi oğlu tarafından paylanmak ister. Kimse inkar etmesin, bir kayınvalide gelin gerçeği ne olursa olsun, nerede ve ne olursan ol var. Kayınvalidesiyle kanka, anne kız olan kadınların da pazarlama ve satış kabiliyetleri çok iyidir, derinlerde bir yerde kayınvalide gerçeği vardır ve gelin onu üstün pazarlama ve satış kabiliyetiyle nakavt etmiştir. Çok akıllı bıdık konuştum yine, ne gıcığım. Oğlum yok ya bana konuşması kolay işte...

Ya asıl, sevgilisini nikah masasına oturtmak için strateji kullananlar... onlara da çok gülüyorum. Ben gülmeye devam edeyim, onlar ben ve benim gibilerden daha çabuk evleniyorlar evet. Pazarlama stratejileri ise şöyle "burama şimdi şurama evlenince dokunabilirsin", "buna karışabilir buna, buna ve buna karışamazsın kocam mısın nişanlım mısın" yöntemleri.Bu yöntemleri kullanmayan, kullanamayan, evlenmeden önce sevgilisinin evinde çamaşırını yıkayıp yemeğini yapan, yatağında yatan kadınların otuzdan önce evlenebileceklerini sanmıyorum ben ya, cidden. Çok iddialıyım bu konuda. Ve maalesef bu pazarlama yöntemi de çalışıyor.

Bu pazarlama ve satış yetenekleri bu kadınlarda doğuştan mı var yoksa bir yerlerde bunun eğitimi veriliyor da benim mi haberim yok? Yaşam koçu olayına kılım ya, ondan mı haberim yok acaba?

Ne çok vıdı vıdı yaptım yine, vıdı vıdı insanıyım son zamanlarda... hayat bir yerden sıkıştırıyorsa beni çeneme vuruyor işte. Bu yazıyı Nick Cave'in yeni albümünü dinleyerek yazdım. Bu pazarlama stratejilerini uygulayabilseydim Nick Cave ilen evlenebilir miydim acaba? Ama o zaman annem kafayı yerdi muhtemelen doktoru bıraktı çalgıcıya vardı diye...e hadi bitir artık yazıyı...

28 Şubat 2013 Perşembe

Yarın Cuma..

Daha çok yazacağıma söz vermiştim kendi kendime. Günlük değil mi bu? Yazacaksın sürekli ki yarın bir gün baktığımda arada kopukluklar olmasın, değil mi? Bak herkes çalışkan çalışkan yazıyor. Seviyorum ben günlüğü günlük gibi yazanları da, kendim niye yazmıyorum değil mi? Baktım da yazdan beri okuduklarımı bile yazmamışım, oysa okuyorum valla. Bir sürü kitap okudum ama hepsini yazmak zor olacak gibi, üşenmezsem yazarım. Bu yazıya da geçen Cuma başlamış, bitirememiştim. Bu aralar acaip bir uyku modundayım. Uyumak dışında mala bağlamış bir şekilde işe git, eve gel, işe git, eve gel rutini....işten çok soğudum. Hiç çalışasım da yok. Çalışmasam ne yapacağım onu da bilmiyorum. Çalışırken evde oturup kitap okumak, vırt zırt yapmak çok çekici geliyor da, çalışmayınca bunalıma girer miyim acaba... diye ciddi ciddi düşünür oldum. Cumaları severdim herkes gibi, bu iş yüzünden Cumalarla aramda bir hastalıklı aşk başladı resmen. Tabii bu düşüncelerin sonucu bütün koç burcu kadınlarının da muzdarip olduğu üzere, ne istediğini bilmeme, elindekinin kıymetini hiç bilmeme, hep olmayanı isteme gibi durumlara bağlanıyor. Ama ne yalan söyleyeyim, sabah mutfakta güzel bir kahvaltı yapıp, sonra öğlene kadar kitap okumak için şu aralar neler vermezdim neler. Neyse, bu sene başında yazmıştım, gelişine yaşayacağım ben bu sene, biraz boşvere boşvere. Biraz geç olsa da anladım artık, sen istediğin kadar çabala, düşün, seç, iste... bir şekilde herşey kendi kendine oluveriyor öyle ya da böyle, dolayısıyla düşün düşün boktur işin diyerek, naapıyorumm, gelişiiişinee yaşıyorum. Şimdiye kadar kastım kastım da ne oldu? Kişilik itibariyle herşeye kasarım ben. Mesela yazdan önce hatta kışın sonlarına doğru kim hangi ay tatile gidecek konuşulur ya, ben o an itibariyle "acaba aynı zamanda izin alabilecek miyiz kocaylan", "acaba o izin ayarlayabilecek mi" falan diye kasarım da kasarım, zırt pırt sorup deliye çeviririm mesela adamı, sonra "nereye gideceğiz" diye kasarım, kasmaktan başıma ağrılar girer, sonra ne olur, ne olacaktıysa o olur, ben kasmakla kalırım. Koca ne kadar rahatsa ben o kadar kasan bir insanım mesela. Çocuğun sunumu olacak Perşembe, ben başlarım Cumartesi'den "aman da ne yapacağız, nasıl hazırlanacağız, konu ne seçsek" bilmem ne diye kasmaya, o hiç kasmaz, ben kasarım o kasmaz derken sunum son dakkaya kalır ve ben panik olup sinir yapıp olayın dışında kalırım, o sakince hazırlanır kızıyla. Öyle işte... kasan insanım. Daha bir şey olmadan o şey olursa ne olur diye sızlanmaya başlarım mesela, kendime de etrafımdakine de zindan ederim dünyayı o derece. Kasan insan... şimdi bu yıl kasmayacağım diyorum ya, yalan ha. Kasmadan yaşıyorum evet, ama sonuçlarını kasıyorum bu sefer, öyle mi olur böyle mi olur diye. Kasan insan..pff.

Uyumaktan ve her sabah sevimsiz işime gitmekten ve tabii ki kasmama rolüne bürünmüş kasmaktan başka ne yapıyorum... aa.. onbeş tatilde bir Cuma Ankara'ya gittik. Hoş, onbeş tatilin üstünden de bir sürü zaman geçti ya, neyse. Ankara'dan ayrıldığımdan beri gezmeye gitmemiştim hiç. Maksat hem arkadaşları görmek hem de kuzuya onbeş tatilde gezdim, gördüm havasını vermekti. İnsan çocuğunu tatilde bir yere götürmeyince suçluluk duyuyor, insan diye genelleme yapmamayım da, bahsettiğim kendim insanı öncelikle tabii. Kuzu bir yerlere gittik diye sevindi ama ondan çok anasıyla babası gezdi. Anıtkabir'i falan unutmuş hep, oraları gezdirdik bir daha. Zaten başka da gezecek bir yer yok ya Ankara'da, oturup da alışveriş merkezi de gezecek değiliz deyip arkadaş evlerinde vakit geçirdik. Herkese vakit yetmedi ama olsun. İki sene geçse de üzerinden, arkadaşlarım olmasa benim için hiçbir şey ifade etmiyorsun Ankara, ben bir daha anladım bunu, hep iyi olalım hatta daha iyi olalım da, büyük de konuşmadan kısaca, umarım bir daha topraklarında yaşamak durumunda kalmayız. Arkadaşlarıma gelince, alınmasınlar gücenmesinler ama büyük şehirde yaşamak yoruyor insanları belli ki, gülmeler bir azalmış, enerjiler bir düşmüş sanki. Neyse...iyilerdi yine de. Hala yaşadığım şehirde şöyle adam gibi muhabbet edebileceğim bir arkadaşım yok, olmadı, ve sanırım olmayacak. Buradaki kadınlarla frekansım tutmuyor, ya da onların benle tutmuyor bilemedim işte, birkaç yanılgı yaşadım insanlarla ilgili, zira herkesi kendim gibi sanarım ya ben. Şöyle ental dantel konular tartışacak bir tane adam yok etrafımda, ya da bilgisiyle bana birşeyler katacak birileri. Ama zaten alıştım da bu duruma, kendi başıma takılıyorum işte.

Ee başka...yarın Cuma...

Hiç ummadığım insanlar "Cuma'ya" gidiyor. Millet çıkar derdinde be. Üniversitede karı kızla hem de "paralı" olarak yemediği halt kalmamış adamlar Cuma'ya gidiyor şimdi patronu dinci diye. Müşteri ziyareti yapılacaksa bir Cuma günü, herkes Cuma'da, iki saat kimse yok masasında. Cuma'ya gitmek yeni yeni girdi laflarımıza, bundan on sene önce Cuma'ya gitti deselerdi birileri için Cuma kim derdim muhtemelen. Çok değişik birşeyler oldu yaşadığımız yer ve zamana. Öfkeleniyorum. Allahım oldu rabbim, milletin ağzında vıcık vıcık. Günlüklerde yazıyorlar "rabbim bana doğru yolu gösterecek" bilmem ne, bir de üzerine yorumları "canım rabbin sana yolu vermiş zaten" felan diye. Herkes de bir rabbin aşağı bir rabbim yukarı, ne meraklıymışsınız ya. Yazınca böyle günlüğe rabbim mabbim diye bir torpil falan mı var bir yerlerde? Kime yalakalık yapıyorsun kardeş sen diye gülerim adama, rabbin okuyor mu yazdıklarını? Teşekkürler oldu, elhamdülillah. Anlamıyor ben hiçbir şey. En iyisi kısa keseyim zira ağzımı bozmak üzereyim. Nerden geldik ki buraya, haa... yarın Cuma ya ordan...

Başka haberlerim de var günlük ama onları yazmak için henüz pek hazır değilim. Sonra yazayım olur mu...

29 Ocak 2013 Salı

Skandal...

Cumartesi günü bir kez daha farkettim ki hayatım boyunca kendi çapımda değişik tesadüfler yaşamışım. Bu tesadüflerin pek az bir kısmı karizmatikken, bir çoğu beni yerin dibine geçiren şapşal anlardı. Başka konular içinde bahsettiğim olmuştu bu şapşal anlardan da, örneğin koca şehirde müşteri araştırması yaparken, bir numarayı yanlış çevir, başka bir firmayı ara, operatör konuşsun sen hala yanlış firmayı aradığını anlama, o yanlış firma komşunun firması olsun, adama bağlan, kim olduğunu tanıma, o seni tanısın, gevrek gevrek konuşmaya devam et... bu kadar firmanın bu kadar insanın içinde denk gel.... sonuç maskaralık. Lise sonda bir çocuktan hoşlan yaz tatilinde... az biraz sohbet, baygın bakış...aman annem görmesin, ağzıma etmesin diye oraya buraya kaçış, zira annem beni erkek sinekten bile korumaya adamış kendini... sonra gözler yarı kapalı baygın bakışlı bir sohbette ortaya çıkar ki... çocuğun babasıyla eniştem aynı işi yapmakla kalmıyor, bir de aynı yerde çalışıyorlarmış... sonuç yaz sonu gelmeden annem dahil teyzem, eniştem ve hatta bütün sahil de öğrenmişti aşna fişne durumlarımızı, aman zaten biz de ayrıldık gittik sonra da tesadüfün rezaletine bak. Koca kişisinin bir hastası var...yok bildiğimiz hasta... bilmem ne hanım diye kaydetmiş, ben de hayal gücü çok geniş bir küçük yelloz olduğumdan kelli neremden uydurduysam bu kadını dul ve kırk yaşında kocama yazıyor sanıyorum ya "bu bilmem ne hanım ne arıyor seni diye" ağzına ettiğim yetmiyormuş gibi, koca kişisi de sen git bunu hastaya söyle, gel zaman git zaman biz bir sosyal paylaşım ortamında bu bilmem ne hanımla birbirimize denk gelelim, ben her zamanki salaklığımla uyanmayayım konuya, böyle şirin mi şirin yorumlar yazayım kadına, sonra kadın artık dayanamasın bana mail yazsın ben bilmem ne hanımım diye... ben yerin dibine geçmekten beter olayım allaaam bu naif kadının yanında ben ne yelloz kafasına kaya düşesi bir kadınmışım diye kızarıp bozarayım... sonuç utanç. Of anlat anlat bitmez yani. Hayır, yani, ben çok şapşal karakterli bir insan mıyım acaba da böyle şapşal olaylar başıma geliyor, yoksa doğuştan şapşal bir aura ile gezip şapşal tesadüfleri çekiyorum .. nedir yani olayım.

Üç ay önce, kuzunun okul arkadaşlarından birinin doğumgünü için bahçelerine gideriz... çocuklar oynar, ebeveynler tanışır, çocuklar oynar, ebeveynler kısa kısa sohbetlerle birbirini tanımaya çalışır, çocuklar oynar derken ben bir adam görürüm, kuzunun sınıf arkadaşlarından birinin babası olmasına babası da ben bu adamı nereden tanıyorum olurum, adam feci tanıdık gelir.... hal böyle olunca o an itibariyle ben adama kitlendim tabii, adam da beni tanıyor sanki o da kaçamak bakışlarda sanki yoksa bana mı öyle geliyor... direkt bakamıyorum da adama, sonra bir şapşal durumdan başka bir şapsal duruma geçmeyelim yani bilmem kimin annesi bilmem kimin babasını kesiyordu felan diyerekten göz ucuyla kısa kısa bakıyorum adama...kim bu adam ya, kafayı yiyeceğim... acaba iş çevresinden biri mi...   çalıştığımız firmalardan biri... yoksa bir müşteri mi... karısını mı tanıyorum acaba.... yooo onu da tanımıyorum.... üç çocuğu var vay be.... gidip sorsam mı...yok yok en iyisi sormayayım... yok yok sorayım çatlayacağım... yok şimdi ne alaka derler adama sormayayım.... diye debelenirken ben, doğum günü biter evlere dağılırız. Konu unutulur.

Bir buçuk ay önce, kuzunun veli bilgilendirme toplantısı...kimse istemediği için ben el kaldırıp yazman oluyorum öğretmene ayıp olmasın diye, böyle de düşünceli bir çıkıntıyım ya yuh, ama gel gör ki veli toplantısında yazman ne yazar haberim yok... soramıyorum da ben ne yazacağım buraya diye... söylenenleri not mu alacağım acaba... ne yazacağımı bilemediğimden kelli bir sıkıntı basıyor beni.... kafamı bir çeviriyorum... aynı adam... sağ çaprazımda oturuyor... bir yandan yine ben nereden tanıyorum bu adamı diye kafayı mı yesem, yazman ne yazar oturup onu mu düşünsem bilemedim tabii.... ve benim bu noktadan sonra bırak bir yazman olarak not almayı, toplantıyı dinlememin bile imkanı yoktu.... yok yok kesin tanıyorum ben bu adamı.... nereden tanıyorum... iş... hayır... koca kişisinden doğru mu tanıyorum.... hayır, salak mısın nesin koca tanısa konuşur herhalde.... resmen çatlayacağım... bu sefer kesin kararlıyım.... toplantı bitsin bir şekilde yaklaşacağım adama... laf açacağım... iki kakara kikiri..... vay sizin oğlan bizim kız, oradan buradan derken çıkarırız birbirimizi tevekkeli o da beni tanıyor... not da almadım.... yazman yazar da ne yazar derken toplantı bitti ben adama doğru bir adım atamadan adam sınıftan vınladı gitti. Ben de öğretmenin yanına elimde boş kağıtla gittim, yazman oldum da ben ne yazacaktım dedim... herkes güldü... bir de şamar annesi olduk iyi mi. Eeve gittik. Konu unutuldu.

Geçen cumartesi kuzunun en sevdiği arkadaşının ailesinin evine gittik, hem çocuklar eğlensin hem de kafa dengi ebeveynler bulduk ohh sohbet muhabbet dedik (ay amma da sosyaliz ebeveyn olarak değil mi? Ama bu aile doğumgünü ailesiyle aynı o yüzden asosyal bile sayılabiliriz, zira onbeş çocuk daha var...). Biz ebeveynler muhabbette... çocuklar oynaşta...derken... laf nereden geldiyse doğumgününden...başka çocukları çok tanımadığımızdan falan açıldı.... derken... bilmem kim bey var... bilmem ne hastanesinde kadın doğumcu o da.... hangisi ben bilemedim.... üç çocuğu var.... bildin mi....yaaaa bildim bildim.... kadın doğumcu muymuş o.....yaaa ne güzelmiş. Yüzümde oluşan mor popo ifadesini kimse yakaladı mı bilemiyorum da sonuç kendimce bir skandal onu biliyorum. Onlarca hastane arasından birini seç.... o hastanenin onlarca kadın doğumcusunun arasından da birini seç.... çocuğuna onlarca okuldan birini seç.... o da gelsin senin kadın doğumcunun çocuğuyla aynı sınıfa düşsün. Ya öyle kadın doğumcuda stres olan tiplerden hiç değilim, gayet modern kadın imajımı takınır öyle de gider muayenemi olurum, farkındayım yani ne kadar normal bir süreç olduğunu.... da...ya adama milletin içinde "ben sizi nereden tanıyorum acaba" deseydim!!!!

Şapşal tesadüflerin kadınıyım neticede....

Yazman toplantıda karar alınırsa kararı yazarmış... onu da öğrendim bu genç yaşımda....

Foto

24 Ocak 2013 Perşembe

Onbeş tatile az kala...

Günlerdir yarıyıl tatiline odaklanmış durumdayım. Her sabah gözlerimi açınca "bugün tatil mi değil mi?" diye soruyorum. "Hayır" denince üzülüyorum, "Peki ne zaman tatil?" diye soruyor, şu kadar sonra deyince yüzüme nemrut mu nemrut bir ifade yerleştirip, sıkkın ve bıkkın bir şekilde yatmaya devam ediyorum, ta ki annem uyuz olana kadar. Annemi uyuz etmek de o kadar zor değil hani. Hem babama hem de bana yüz bin kez "hadi" ve Duman'a binbeşyüz kes "hayır" dedikten sonra annem uyuz oluyor. Babam da saatini kurduğu halde annemin ciyaklamasını bekliyor kalkmak için, sanki onun işine vaktinde gitmesinden de annem sorumluymuş gibi, neyse burada tarafsız olmalıyım. Duman desen annemin uyuz olma aşamasında çoktan yatağa çıkmış zıplıyor veya dolabın içinden bir kemer çekip kemirmeye çalışıyor oluyor. Annemin uyuz olduğu noktada ise Duman dahil herkes birbirine giriyor, evde bir iki ayağı tek pabuca girmişlik havası altında sinirler gerilmiş bir halde tüm hazırlıklar tamamlanıyor. Palas pandıras bir çıkış evden, Duman biz çıkıyoruz diye bağırınıyor, benim montumun bir yanı yerlerde sürünüyor, babam çıkarayak yaptığı kahvenin bir kısmını döküyor asansöre, annem mutlaka evde birşeyler unutmuş oluyor ama üşeniyor geri dönmeye, bazen saçına jöle sürmeyi unutmuş oluyor mesela papaz gibi bir saçla gidiyor işe, çok komik oluyor. Anneme haksızlık etmemeliyim bazen erken kalkıp Duman'ı gezdiriyor, yürüyüş yapmanın verdiği enerji ile beni türlü şarkılarla, mesela Winx kızları şarkısının komik bir versiyonunu uydurup uyandırmaya çalışıyor ama sonuç genelde aynı oluyor. Annemi uyuz etmenin ne kadar kolay olduğundan bahsetmiştim. Okullar Eylul'de açıldı, üç aydır okula gidiyorum, ve evet, musmutlu uyandığım sabahları saysam bir elimin parmaklarını geçmez. Her sabah mutsuz kalkıyorum, insan her sabah "yarın tatil mi?" diye sorar mı? Ben sorarım. Sanki, otuz yıllık çalışanım da, bıkmışım usanmışım, her sabah "Bugun Cuma mı?" diye kalkıyorum, bu annemin düşüncesi, benim daha bu çalışma işlerine kafam ermiyor, daha çok saçımı pembeye oniki yaşında boyatabilir miyim acaba diye sorup duruyorum kendime, ha bir de Winx kızları gibi kanatlarım niye yok diye hayıflanıyorum. Mutsuz giyiniyorum sonra sabahları. Mutsuz çıkıyorum evden. Oysaki mutlu bir çocuğum, yarı manyak annemle babam var, sadece sabah arsızıyım, muhtemelen babama çekmişim, zira o da kalkarken çok söyleniyor. Öğretmenim de zaten diyormuş ki veli toplantısında annemle babama "belli ki çok mutlu bir çocuk". Neyse, yarın karne alacağımdan çok tatile giriyor olmak kısmı ilgilendiriyor beni, sanıyorum ki istediğim kadar televizyon izleyebileceğim, evet evet, kanatlarım çıkana kadar Winx, vampir olana kadar da Monster High izlemek istiyorum. Bunları izlerken de sürekli abur cubur yemek istiyorum, ha bir de muz yemek istiyorum.... Ha sonra gebeş gibi uyuyacağım tatilde... yataktan kalkıp koltuğa, koltuktan düşüp yerde uyumaya devam edeceğim...yaşasın uyumak. Karne mi.... o da ne?

Karne mi...o da ne? Ben de işin tatil kısmındayım ebeveyn olarak ya, hadi hayırlısı. Ödevlerle aram öğrenciyken de iyi değildi şimdi bir ebeveyn olarak da iyi değil, kuzu için okul araştırırken okul sorumlulularına "Ödevsiz bir okul arıyoruz biz" diyerekten şoktan şoka sokmuşluğum var evet. Bunun sorumlusu halen nefretle andığım ilkokul öğretmenimiz olmalı, Hayat Bilgisi dersi için ezberlememiz gereken ne çok ödev verirdi. Yaptığım ödevlerin hiçbiri hatırımda değil, tek hatırımda kalan dediği dedik çaldığı düdük bir anne bekçiliğinde bu ezberleri ıkına sıkına yapan bir küçük gıcık kız. Koca kişisinin de ödevlerini annesi yaparmış. Durum ortada yani. Umarım bize çekmez, bu noktada umarım ben de anneme çekmemişimdir. Ben bütün karne günlerini, ilkokuldan lise bitene kadar ki geniş mi geniş bir zaman diliminde, stres dolu günler olarak hatırlarım. Zira, eve geldiğimde annem karnemi eline alır, tek kaşını kaldırarak inceler ve iyi alsam "niye pekiyi değil?" pekiyi alsam "niye pek pek pekiyi değil?", sonrasında beş alsam "niye altı değil?", dokuz alsam "niye on değil?", on alsam "filancanın kızı kaç almış" diye sorardı. Şimdi de markette omo alsam, "niye alo almıyorsun?" der mesela. Bu konu ayrı bir yazıda bulmalı kendini. Şimdi konu başka. Böyle büyüyünce insan, kendi çocuğuna tam tersi davranıyor olmalı ki, bunun da iyi bir davranış şekli olup olmadığı tartışılır, karne marne hiç umurumda değil. Filancanın çocuğu da hiç umurumda değil. Kim ne almışsa almış. Onbeş tatil bizi bir süre sabah streslerinden arındıracak, akşamları da "uyumak istemiyorum" tepinmelerine ara vereceğiz,   hafta içi gezmelerine gidebileceğiz... kısaca pamuk bir anne olabilme için onbeş günlük bir zaman dilimi olmasını ümit ediyorum.

Bunun dışında işten çok fena soğudum. Evimin kadını çocuğumun anası modundayım, sabahları evden çıkarken "ulan evde dursam bir kahve yapsam kendime oturup günlük yazsam" diye hayal kurarken bulup kendimi sonra evde olunca yemek falan da yapmak gerekecek diyerekten de uyandırıyorum kendimi, sonra "çeviride yaparım kafama göre çalışırım" diye tekrar hayallere dalıp, "onu da yapmış sonra sıkılmıştın" diye uyandırıyorum kendimi. Böyle bir uyuyup bir uyanma hali.

İmza: Karın için tek kelime yazmadım. Koca kişisi pek naif bu günlerde, ortalık süt liman olunca yazası da gelmiyor insanın. "Yaratıcılığımı canlandırmam lazım, bana malzeme lazım kalk kavga edelim mi" desem ne desem?

Öyle işte... kış bitsin artık.

22 Ocak 2013 Salı

Hıyar patrona kısa bir mektup...

Sokakta görsem dönüp de suratına bakmayacağım bir patronla çalışıyorum. Dönüp de suratına bakacağım patronla da çalışmışlığım vardı zira kendisi yakışıklı ve ülkemizin en iyi üniversitelerinden birinin en güzel bölümlerinden birinden mezun bir hıyardı ama onunla sokakta karşılaşmak mümkansızdı, zira aynı sokakta ve/ya mekanda dolanmak için yeterince para vermiyordu bana. Ha, sokakta görsem dönüp bakmayacağım son patronum da bana çok para veriyor da sanki onu sokakta görebilirim gibi bir anlam çıktı şimdi ama, yok muhtemelen onunla da karşılaşamayız zira kendisi biraz kıro. Çok para veriyor mu...hayır tabii ki. Bütün patronlar son model arabaya biner ama çalışanına bir kuruş fazla vermez, naçizane iş hayatımda öğrendiğim yegane doğru da budur. Akşam kalır çalışırsın kimse birşey demez, sabah geç gelirsin kıyamet kopar. Geçmişte bir patronum öğle tatilinde yemekten hepi topu 2 dakika geç gelen çalışanlarını, bizi, merdivenin başında bekleyip elinde de bir köstekli saat, suratımıza baka baka "saat kaaaç" gibisine kafamıza kafamıza saat sallamıştı. Hiç işi yoktu herhalde, bunu bile düşünmüştü. Utanmış mıydık, hayır tabii ki. Yılın esprisi olmuştu, her yemekte "ay geç kalmayalım filanca bey birşey sallamasın" diye alay konusu olmuştun.

İyi patron var mıdır bilmiyorum günlük, ama bana varsa da bana hiç denk gelmedi. Biri eğitimli bir hıyarken, bir diğeri eğitimsiz bir hıyar oldu, biri riyakar bir hıyarken, bir başkası kendinden başkasını umursamayan bir hıyar oldu, ama sonuçta hepsi hıyardı. Belki de iflah olmayan iş hayatımın iflah olmama nedeni ben değil de onlardır kim bilebilir değil mi? Ya tabii ki sonuçta ben de ilk üç üniversiteden digri almış profesör değilim neticede ama kendime göre bir üniversite eğitimim bir tecrübem var, yirmili yaşlardaki yırtık ve hırslı çalışan kimliğimi oralarda bir yerlerde bırakmış olarak şu dangalak iş hayatında ssk günlerimi tamamlamaya odaklamış olsam da kendimi, elimden geleni yapıyorum ulan. Bu yaşa geldim hala safım ben iş hayatında, yemediğim kazık, görmediğim ikiyüzlülük kalmadı ya halen "bir yerlerde iyi insanlar vardır mutlaka" diye bakınıyorum etrafıma.

Sevgili patronum... sen dün bana telefonda çemkirirken, sesimi çıkarmadıysam sana olan saygım ve sevgimden ötürü gösterdiğim bir büyüklük değildi bu, senin gibi parası olan hıyarlara ne desem anlaşılamayacağımı çok önceleri tecrübe etmiş olduğumdandı, gerizekalı ahmak, ha bir de dengim değilsin; sen herhalde beni çevrendeki yalakalarınla karıştırdın. Sen benim sahibim misin, nesin yahu. Bir şirketin var, ben de o şirkette çalışıyorum diye kendini ne sandın. Kadınım diye adam yerine koymuyormuşsun beni öyle duydum, sen bana kurban ol e mi. Benim kadar taş düşsün başına, hazır kilo da aldım altından kalkamaz ezilirsin. Kadınım ya ben ne yapsam yaranamam sana, satışların en kralını yapsam, saçların niye böyle dersin; haa bir de aileden değilim onu da duydum. İyi ki aileden de değilim ya, yoksa senin ailenden olsaydım herhalde kadın olduğum için kıçımı kırıp evde kocamın bana harçlık vermesini beklemek zorunda kalırdım. Seni sokakta görsem adam yerine koyup da konuşmam bile, bunu da bilesin lavuk. Senin paranı kendi param gibi düşünüyorum her bir kuruşunu, salağım ya ben. Otuzaltı yaşındaki minik bir pollyanna. Burada çalışan çoğunluk çalıştığı şirketin merkezini düdüklüyor, naber? Umarım onlardan birine denk gelirsin de sana gösterir nasıl oluyormuş çalışmak. Baba işini devralmış kıro.

Çalışanına insan gibi davranmayan bütün patronların canı cehenneme kısaca. Çalışanların özbenliğiyle oynayarak nasıl bir fantastik mastürbasyon peşindesiniz ki siz... bu insanlar birilerinin biricik kızı/oğlu, birilerinin çok sevgili annesi/babası, hatta sevgilisi/karısı/kocası ve onların kahramanı... herkes bir küçük hayatın kahramanı bunu o koca kafanıza sokun.... senin azarladığın o adamın ağzından çıkacak iki kelimeye odaklı çocukları var belki... ben ve/ya benim gibiler ofisin kapısından çıkınca formatı atmayı öğrenmiş olabilir ama atamayan o stresle çocuğuna nasıl çemkiriyor evinde karısına ya da kocasına... oynamayın böyle şeylerle yahu...  sen kimsin peki haa bütün hayatı iş olmuş bir manyaksın en fazla... azıcık insan olmayı becerebilin be. Gerizekalılar... Çok sinirlendim sonra devam etmeli...

15 Ocak 2013 Salı

Dumanlı Hayat...no.1...

Bu yazıyı yazmak için biraz beklemem gerekti, zira ne küçükken ne de herhangi bir zaman diliminde köpeğim olmamıştı ve nasıl bir yaşam şeklimiz olacağı konusunda en ufak bir fikrim yoktu, bu nedenle de bir köpeğin bizimle birlikte yaşamasının anlam ve önemini idrak etmem, sabrımın sınırları görebilmem ve maceralarımızdan bahsedebilmem için zaman ve tecrübe toplamam gerekiyordu.

Duman, 24 Mayıs 2012 doğumlu dişi bir Belçika Kurdu. Ailemizin 4. üyesi olarak bizimle birlikte yaşamaya 24 Haziran 2012 tarihinde, eve bir kedi alınmasını isteyen, istemekten öte bunun için deliren kuzunun ısrarları sonucu köpek eğitimi veren bir arkadaşımızın çiftliğine gidince onun kendi köpeğinin yavrusunu bize önermesiyle başladı. Evimize geldiğinde herşeyden korkan, tırsan, ilgiye ve sevgiye muhtaç, acıklı bakışlarıyla içimizi paralayan, olmayan dişleriyle boyundan büyük sandalyeleri kemirmeye çalışan, evin her yerine dışkılayan, yanlız kalınca viyik viyik ağlayan, herşeyi ağzına sokan, kemiren, etrafını biran önce keşfetmeye çalışan, bunu yaparken de kafasından büyük kulaklarını havaya diken, savunmasız, sevimli bir aylık küçücük bir bebekti.  

Dedim ya hiç köpeğim olmadı benim, kuş veya balık beslemeden öteye gidemedi hiçbir zaman evcil hayvan besleme çabam. Çok şey kaçırmışım onu söyleyebilirim. Şimdi, kendim doğurmuş gibi seviyorum Duman'ı desem sanırım abartmış da olmayacağım. Çocuğumu nasıl sevdiğimi çocuksuz birine anlatamayacağım gibi, bir köpeği nasıl sevdiğimi de köpeksiz birine anlatamamam, anlaşılmaz maalesef. Duman kuzunun kardeşi benim de ikinci çocuğum oluverdi.

Duman'ı ilk gördüğümüz güne dönersek...çiftlikte bir golden yavrusu bir de bizim Duman vardı. Duman ortalıkta gezinmiyordu henüz. Golden yavrusunu sevdik önce, aldık kucağımıza hoplattık zıplattık, öyle sakin öyle miskin bir köpek, tatlı mı tatlı. Arkadaşımız baktı ki evin kadını olaraktan ben köpeği mıncık da mıncık seviyorum, ağzını yüzünü öpüyorum, kirliymiş temizmiş bakmıyorum, o da hemen anladı tabii benim öyle yerden saç toplayan temiz pak bir kadın olmadığımı, "bir köpeğe bakabilecek kadın" izlenimi edinmiş olmalı ki Duman'ı getirdi. Duman o kadarlık bir bebekken bile cevval ve heyecanlıydı, Golden yavrusunun aksine bir oraya atlıyor bir buraya zıplıyor, peşimizden haldır huldur koşuyordu bacak kadar boyuyla. Nedense kanımız daha bir ısındı o böyle cevval olunca, zira biz de cevval ve heyecanlı bir aileyiz neticede. Aldık, eve getirdik.

Yol boyunca koca kulaklarını yukarı dikip ürkek gözlerle etrafını kolaçan ederken, kucağımıza ezik ezik sığınan Duman efendinin, eve girmesinin ilk on dakikasından sonra bizi darmadağın ettiği doğrudur ki bizim kuzu bile "ay napacağız biz bununlaaa" diye cırlayaraktan endişelerini dile getirmişti. Evet biz bu bir aylık, mütemadiyen koşan, herşeyi ısırmaya çalışan, ve sürekli oraya buraya yapan hepi topu yirmi santimlik boyuyla bize etmediğini bırakmayan, azıcık kızınca küçük emrah bakışlarıyla kalbimize kalbimize kazıklar çakan bu simsiyah enikle ne yapacaktık?  Eve geldiği gece ve sonrasındaki bir hafta boyunca her gece ağlamış olmasını anlatarak başlamalıyım belki de. Orada cevval diye sevdiydik de evde üç cevval ne yapacaktık hep birlikte, ben ki ikinci çocuğu doğurmayı poposu yemeyen, rahatına bin düşkün?

Evet, Duman evimize geldiğinde ona daracık bir yer vermek yerine, kuzuyu boş olan büyük odaya taşıyıp kuzunun odasını da Duman'a verdik. İlk gece itibariyle bütün odayı gazete kağıdıyla kapladık. Duman ilk bir hafta sürekli ağladı, köpek ağlamasını bilen bilir, böyle acıklı tiz viyiklemeler olarak tasvir edebilirim. Ve biz her saat başı kalkıp Duman'ı sevdik, itiraf etmeliyim ki arada bir de kızdık öfkelendik, hatta ailecek birbirimize girdik. Hani, ilk çocuk doğunca anne baba ne yapacağını bilmez bir durumda en ufak bir sorunda sürekli birbirine girer ya, aynen öyle işte. Duman kokumuza alışınca, bu kokuların onu bırakmayacağına, bu kokulara güvenebileceğine, bu kokuların kendisine yemek, su ve ilgi vereceğine emin olunca ve yeni evine alışınca ağlamayı bıraktı. Ağlarken de yaptığı üzere evin her yerine yapmaya devam etti. Diyorum ya, yere düşen bir tane saçı bile görüp de onu yerden almadan geçemeyen bir kadınsanız/adamsanız olmaz o iş. Zira bebek bir köpek alıyorsanız eve her yere mutlaka yapıyor, ve siz elinizde bez ve deterjan hababam çiş ve kaka temizliyorsunuz, bunun aksini söyleyen de çıkmaz herhalde. Ha, sonra öğrenmiyor mu evet öğreniyor, ama her çocuk büyüten insana söylendiği üzere ha insan annesi olmuşsunuz ha köpek annesi olmuşsunuz farketmiyor, annelik acaip bir sabır gerektiriyor. Duman üç dört hafta sonra sadece gazeteye yapmaya başladı mesela, o üç dört hafta sürekli poposunu gözetledik büyük bir sabır göstererek ve hatta sabır taşına dönüşerek evet. Gazete olmayan yerde tutmaya başladı sonra. Odasındaki gazeteleri her geçen gün biraz daha daraltmaya başlamıştık bile, derken ufak bir köşede kaldı gazeteleri ve evet halen o ufak köşede o gazeteler, zira kızım sürekli dışarıya yapmaya alışamadı daha, ama bu hikayeye daha var. Bu süre zarfında bütün halılar üç dört kez yıkanmaya gitti evet, Duman'ı araba tutuyordu arabaya birkaç kere kustu evet, gözümüzün önünden kaçırdığımız anda bir halt karıştırıyordu evet, örneğin gözümüzden kaçırdığımız bir on dakikada çok sevdiğim bir yazlık ayakkabımın -bir sürü de para vermiştim, çok iyi bakıyor ve senelerdir de giyiyordum- bandını tabanıyla birlikte sökmüşlüğü var, çorap çekmecesinden kaçırıp parçaladığı çoraplarla çoktan bir çorap dükkanı açabilirdik, evet. Ahşap kapının pervazını da dişleriyle boydan boya nasıl söktüğünü anlatmayayım bana kalsın.

Geçiyor efendim hepsi geçiyor. Nasıl ki küçük bir çocuk anne ve babasının sınırlarını deneyerek öğreniyor, köpekler de öyle. İnsan anneleri bunu söylediğimde hep kızıyorlar bana ama bir köpek büyütmekle bir çocuk büyütmek arasında pek de bir fark yok aslında. Davranışlar neredeyse aynı. Belki de köpeklerin insanlara bu kadar yakın ve bağlı olmasının nedeni de budur kimbilir. Nasıl ki çocuğunuz gözünüzün içine bakıyor, bu da gözünüzün içine bakıyor ve belki de çocuktan en büyük farkı çocuğunuz büyüdükçe başka gözlerin de içine bakacak, o ise bütün hayatı boyunca sizin gözlerinizin içine bakacak, ve hepi topu onbeş sene yaşayacak...

Yoruldum yazmaktan biterayak duygusala da bağladım tam oldu...Duman şimdi 8 aylık... koca bir bedenin içinde çocuk ruhu taşıyor... maceralara devam edeceğim...zira tadından yenmez anılarımız oldu kendisiyle... Duman'ın ayağına bastı diye ittirdiğim komşumuzu anlatacağım daha, kakasını dışarı yapsın diye saatlerce dışarıda donduğumuz zamanlar var sonra, kuzunun Duman'ı kıskanmasına ilişkin komik mi komik anlar var,  dişlerinin dökülmesi yerine yenilerinin çıkması var, koca kişisinin içinden çıkan köpek eğitmeni ruhuna ilişkin bombalar var...bir köpeği çok sevmekle ilgili tespitlerim var.... ohooo var da var...




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...