23 Ağustos 2011 Salı

Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun - Hatice Meryem

Bir doktorla evli olmak yazılarımda beni rahatsız eden “bir doktorun karısı olmak”la ilgili rahatsızlıklarımdan bahsetmiştim. Bir doktorla evli olmanın toplumsal, ailesel ve kişisel kimliğimde oluşturduğu komplekslerden duyduğum rahatsızlıktan, daha da bahsedeceğim gibi görünüyor, her geçen gün yeni bir macera ile karşılaşıyorum çünkü. “Sen nesin ki, kaç para kazanıyorsun ki” diyen sözde aile yakınlarım oldu, yüzüme yüzüme, “üç kuruş maaş alıyorsun onu da eve gelen temizlikçiye veriyorsun, evde durup evinle ve çocuğunla ilgilenebilirsin” diyenler. En son yazımda yazmıştım ya, doktorlar doktorlarla evlensinler, herkes için en hayırlısı bu olur sanırım, iki koca ego önce birbirlerini sonra etrafındakileri tatmin edip dururlar. Hal böyleyken, ben kendi kendime sinirlenip his yaparken, bu kitap beni daha da gaza getirdi. “Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun” da yazar kendisini toplumun farklı yüzlerinden farklı farklı erkeklerin “karısı” olan kadınların yerine koymuş. İlk birkaç hikayeyi çok sevdim, bazıları çok çok abartılı geldi, sadece abartmak için yazılmış gibi.

“Ben bir ayyaşın karısı olsaydım eğer… yağmurlu bir gecede, pencerenin kenarındaki sandalyeye ilişmiş, oluklardan akan suların sesinden türlü nağmeler duyar ve Allahın belası kocamı beklerken kapı hızlı hızlı tokmaklanırdı…..” (S.7)

diye başlayıp bir ayyaşın karısı olarak hayatından bir geceyi anlatırken aslında bu kadının tüm hayatını özetleyiverir. Sonra, apartman kapıcısının karısı, tornacının karısı, cücenin karısı, imamın karısı, kuryenin karısı, marangozun karısı, gardiyanın karısı, kasabın karısı, genç bir adamın karısı, ince ruhlu bir adamın karısı, işçinin karısı, avare bir adamın karısı, bir adamın ikinci karısı, demiryolcunun karısı, tüccarın karısı, sünepenin karısı, emeklinin karısı, oburun karısı, lüzumsuz adamın karısı, şoparın karısı, ilkaşkın karısı, saz aşığının karısı, kader kurbanının karısı, yakışıklı bir adamın karısı, şairin karısı, yaşlı adamın karısı, garibanın karısı, babanın karısı, oğlunun karısı olma halleriyle devam eder kitap ve “Ama ben kimsenin karısı değilim ki! Yarın yine bir başıma açacağım gözlerimi” diye biter.

Bittiği noktada yazar “…….havayla, suyla temasımın son bulacağı o güne kadar bir koca eksiyle ve hayata horozlanmakla geçecek ömrüm.” diyerek kendi kendisinin parodisini yapıyor. Sanki hem aşık olup dolu dizgin yaşamak ister hem de bundan korkar tırsar bir havası var.

Ben en çok “bir tornacının karısı” hikayesini sevdim. Hamileyken doktor “sende demir eksikliği var” deyince, doktorun verdiği hapları içmek yerine, yatağa kocasının üzerinden dökülen demir tozlarını yiyen kadın çok etkiledi beni. Cahilliğine mi yansam, kocasını gözünde bu kadar yüceleştirmesine mi yansam, neye üzülsem bilemedim.Biz “okumuş” tabir edilen kadınlar bir taraflarımızı ne kadar yırtsak da, bazı kadınlar akıl etmeyi bırak, düşünebilecek kadar bile eğitilmiyorlar, ona mı üzülsem. Olanı biteni, anladığımı böyle güzel simgelerle yorumsuz anlattığı için de sevdim yazarı ve hikayesini.

İtiraf ediyorum bazı hikayelerde çok sıkıldım ve atladım….

Bir de en son “Ben Babamın Karısı Olsaydım Eğer…”hikayesini çok sevdim. Hiç yorum yapmadan bir bölüm koyayım aşağıya, bu bölüm ki bütün hikayelerin özünü oluşturmakta aslında.

S.92. Başımı yastığa koyarken, tam o an, rüyamda gördüğüm babamın karşısındaki zavallı çocuğun ben olabileceği fikriyle sarsıldım. Evet, babamın karşısında eli yüzü, sırtı başı, gölgesi dahil her yeri kan içerisinde oturan yaralı, çaresiz, zavallı bendim besbelli. Yıllardır birbirimize sevgiyle yaklaşmış, birbirimize gül’den ağır laf etmemiştik. Aramıza giren erkeklerin sayısı birkaçı geçmeye başladığında birden büyük bir yabancılaşma yaşamıştık her ikimiz de. Gerçi o bunu bilmiyordu, yani erkeklerin sayısını; ama sanırım hissediyordu ve çok mutsuzdu. Ben de kendimi, kocasını aldatan kadınlar gibi huzursuz ve aşağılık hissediyordum. İkimizde haksızlığa uğramıştık. Çok büyük haksızlığa! Baba-kız olmanın inanılmaz haksızlığına maruz kalmıştık. Zorla…İkimiz yüzünden, ikimiz sayesinde, ikimizden dolayı olmayan…İkimizin dışında… İkimize buyrulan, layık görülen, ikimize ceza olarak verilen bu gerilimli ve faşizan ilişkinin içinde sıkışarak yaşamak gerektiğini anlardım başımı yastığa koyarken.”

Şimdi, babasıyla olan ilişkisinde kendini haksızlığa uğramış hissetmeyen var mı? “Bunu ben de hissetmiş ama kelimelere dökememiştim” diyenler…. Hissedenler alsın okusun, son hikayede birkaç damla gözyaşı bekler sizi, hissetmeyenler de okusun ama, o ayrı.

İletişim Yayınları, 12.Baskı 2011 (1.2002), 95 sayfa

4 Ağustos 2011 Perşembe

Özlem...

Ankara’dan, oradaki yaşam şartlarımdan, işimden, kocamın işinden, evimden o kadar çok sıkılmış ve bunalmıştım ki taşınmak bana çok iyi geldi. Bunu defalarca anlattım herkes biliyor. Şimdi yaşadığım şehri seviyorum, daha kolay yaşıyorum, otuz beş yaşımdan sonra sektör değiştirdim, hiç bilmediğim bir işi öğreniyorum ve işimi seviyorum, kızım çok mutlu, sürekli yüzüyor, sürekli sokakta, toprağa çıplak ayakla basarak oynuyor, kocamın işi rahat, daha çok vakti var, bu taraflarda çok farklı bir kültür var, değişik insanlar tanıyor değişik yemekler yiyor, değişik gelenekler tanıyorum, dağ tepe deniz kumsal geziyorum, işe giderken vapura binme fantezim gerçekleşmemiş olsa da işe giderken sahil yolunu kullanıyorum Akdeniz’i sağıma alarak…her şey çok heyecanlı benim için bu aralar, süper monoton hayatımdan sonra “sürekli yanık tenle gezip askılı elbise ve şortlarımı sadece 1 hafta değil en az 5 ay giyebildiğim, yüzdüğüm için fit olduğum, güneşli sıcaktan bayıltacak bir iklimde yaşama” hayallerim gerçek oldu, son beş aydır yalnız kalabildiğim sürüyle zamanım oldu, kafamı dinledim, boşalttım…. bütün bunlar oldu da…..

Bütün bunlara rağmen yeni bir şehre taşınmak yine de zormuş. İnsan dostlarını, arkadaşlarını çıkıp gittiği şehirde bırakınca çok özlüyormuş. Aynı şehirde her kafamın tası attığında aradığım, dakikalarca telefonda kaynattığım deli manyak dostlarımla iş çıkışında bir bira içebilme imkanını özledim ben. Kendimi anlatmaya ihtiyacımın olmadığı, sesimin tonundan, bakışımın ezikliğinden, konuşurken yaptığım el hareketlerimden ruhsal halimin tahlilini hemen yapıveren ve ona göre bir tedavi planını hemen oluşturabilen dostlarımla alışveriş merkezlerinde giysileri elleyip elleyip, deneyip deneyip, nerde ne zaman hangi üründe indirim var takip edip, hiçbir şey almadan boş boş gezme imkanımı özledim. “Hadi çık bize gel” demeyi özledim, “hadi ben sana geliyorum” demeyi özledim. “Şimdi bunu böyle dersem ne olur” diye hayıflanmadan dedikodu yapmayı özledim. En gizli şeylerimi dostlarımla paylaşmayı, paylaşıp rahatlamayı özledim. İstanbul-Ankara arası mesafenin yakın ve ucuz olması nedeniyle çıkıp gelebilen arkadaşlarım şimdi yanıma gelebilmek için plan yapmak zorunda kalıyorlar, onların çıkıp gelebilme imkanlarını özledim. Çok özledim…çok ama…bu yüzden ağlayacak kadar özledim.

Beş ay çıkardım ya yalnızlığın tadını, artık batıyor bana. “Orada da arkadaş edinirsin” diyorlar… edinmeye çalışıyorum tabii... yeni insanlarla tanışıyorum, etrafıma bir duvar örmüş içine de girip oturmuş değilim. Belki aynı frekansı yakalayacağım insanlar karşıma henüz çıkmadılar, bilemiyorum. Zaten çıksalar da, on, onbeş hatta yirmi, yirmi beş senelik tanışlarımın yerini tutabilirler mi? Ben bu yaştan sonra benzer frekansı bulup da ayrılmadan zevkle aynı kanalı dinleyebilecek miyim?

Hiçbir dostumun olmadığı bir şehirde yaşıyorum… daha pozitif bakarsam dostlarımdan uzakta yaşıyorum da diyebilirim belki, zorlarsam…

Dahası beni anlayacak kadın sayısının çok az olmasından korktuğum bir şehirde yaşıyorum…
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...