29 Aralık 2006 Cuma

Mutlu Yıllar, Mutlu Bayramlar

Sanıyorum Orta 1 den beri yapıyorum bunu, her kullandığım takvimde biten günün üstünü koskoca bir çarpı işaretiyle karalıyorum. O yaşlarda yaz tatiline bir tür geri sayımdı bu. Sadece yaz tatilinde gördüğüm bir platonik çocukluk aşkım vardı, ne kadar çok çarpılarsam yaz tatili o kadar çabuk gelecek kendisini de o kadar çabuk göreceğim, aman allaam ergenlik ne garip bir dönemmiş. O aklı bir karış havada zaman süresince bu çarpılama yüzünden günümü yaşayamamış hep geleceğe dönük debelenip durmuşum sanıyorum. O platonik aşk ergenlik bitince bitti gitti de, bu çarpılama durumu kaldı yadigar, gördüğüm her takvimin biten gününü karalamadan rahat edemiyorum sanki. 2006 yı da karalamışım gitmiş, karalamaktan kastım olumsuz algılanmasın, dediğim gibi mutluluklarımı alıp devam edeceğim yoluma. Yeni Yılınız kutlu olsun, sağlık ve mutluluk olsun.

Bayram desem, o kadar uzun bir süredir tatil anlamına geliyor ki benim için. Dedemin sabahın köründe torunları ayağa dikmesi, anneannemin evde kavurma yapması o kadar eskide kaldı ki, o jenerasyonun aramızdan ayrılmasıyla hepimiz tatil yapar olduk. Ama onu da haketmiyoruz değil, yeni jenerasyonda yoruluyor ama çalış çalış. E o zaman iyi bayramlar!!

27 Aralık 2006 Çarşamba

Hokkabaz

Seyretmek yeni nasip oldu, çünkü pek de hevesli değildim acele etmedim. Cem Yılmaz'ı seviyorum sevmesine de Gora'dan pek hazetmemiştim ondan olsa gerek. Hafif bir tebessüm yaratan, güzel hisler bırakan filmlerden olmuş, iyi de olmuş. Hokkabaz'ı sevdim, özellikle de ana karakterlerden çok ara tiplemelerdeki yurdum insanlarını sevdim diyebilirim: İskender tamirciye sorar "Şehitlik nerde?" tamirci cevap verir "buralaaa böööle şehitlik işte", bu sahne o kadar tanıdık ki. Bu yaz Knidos'dan kıyı şeridini gezerek Datça'ya geri dönmekteyiz duyduk ki Mesudiye güzel deniziyle gezilesi bir yermiş, biz de görelim dedik, deniz kenarından dağ boyu tırmanmakta ama etrafta herhangi bir yerleşim alanı veya tabela görememekteyiz, inin cinin top oynadığı dağın başında o sıcakta yol kenarında yürüyen teyzeleri görünce birden durup sorarız "teyze mesudiye nerde?" şirin mi şirin teyzeler cevap verir "buralaa böööle Mesudiye yavrum". Etrafa yine bakarız bir taraf deniz bir taraf dağ. Biz de öyle kalırız....

26 Aralık 2006 Salı

James Brown

İstanbul'a konsere geldiğinde gidemediğimiz için üzülmüştüm, şarkıları ve tarzı bu kadar eğlenceli, hareketli ve renkli olan bir adamın konserinde kimbilir nasıl dansedilirdi diye hayıflanmıştım. Sanıyorum okul zamanlarıydı, Istanbul'daki kankalar gitmişti de ben de kıskanmıştım. Nitekim çok da eğlenmişlerdi. James Brown hayata veda etmiş dün,huzur içinde yatsın diyelim. Eminim "I Feel Good" dinleyip de gerçekten de kendini iyi hissetmeyen yoktur, o öyle bir şarkı çünkü, ismiyle özdeş. Ben mp3 çalara koyup üstüste dinleyip sokaklarda yürüdüğümü bilirim, evde sesini açıp bağıra bağıra söylediğimi bilirim, gölge de çaldığında deli gibi dansettiğimizi bilirim...bilirim de bilirim, çünkü James Brown hep vardı ben kendimi bildim bileli. Büyüyoruz.

25 Aralık 2006 Pazartesi

2006 nın son haftası


2006 da naaptık, 2007 de neler yapıcaz geyikleri başlasın artık.2006 yılı pişmanlıklarımızı bu haftada bırakıp, mutluluklarımızı da yanımıza alarak 2007 için belki de hiç tutmayacağımız sözler verme zamanıdır artık. 2007 dilek kutusunu doldurmak, hiç başlamayan diyet programları yapmak, sigarayı bırakma kararları almak lazım. Ucunda bir de tatil var yılbaşının daha ne isterim :)

23 Aralık 2006 Cumartesi

Herşeyi oluruna bırakmak mı lazım?

Bütün haftasonu evde oturup kargo beklemek istemediğimden net siparişlerimin teslimatını haftaiçine denk getirip ofis adresini veriyorum. Bu seferki Cuma'ya kaldı. Dün sabah aradım kargoyu geldi mi diye, gelmiş, ama yanlış şubeye gitmişmiş, oradan aldıracaklarmışmış. Peki dedim.Öğleden sonra oldu kargo falan yok ortada.Tekrar aradım daha şubeye gelmemiş, yarına yani artık bugüne kalabilirmiş, iyi de dedim yarın ofis kapalı, o zaman kağıt bırakırlarmış da ben gidip alırmışım.Sinirlendim tabii, bir sürü laf ettim adamlara, illa ki getirin kargomu diye.Neyse, baktım ne kadar güzelce de söylesen kavga da etsen olmayacak, kargonun gittiği diğer şubeyi aradım, eve gidiş yolumun üstündeymiş, aman istemiyorum ben akşam geçerken alacağım kargoyu sizden.

Çıktım Kırkkonaklar dolmuşuna bindim.Daha çabuk gitmek için de hep bindiğim ve dolmuşun boş geçtiği duraktan değilde aşağıdakinden bindim dolu olmasını göze alarak. Nitekim doluydu, hatta tıklım tıklımdı diyebilirim ayakta gidiyorum.Ama yarı yolda ineceğim kargonun orada nasıl olsa. İndim kargoya gittim. Kargocular kargomu aradılar, nihayetinde buldular. Aldım kargomu binbir küfür ederek kargoculara, oradan başka bir dolmuşa tekrar bindim eve doğru.

Seyran'da durduk, solumuza baktık. Başka bir dolmuş virajı dönememiş, dümdüz gidip, kaldırıma çıkıp bir tane dükkana girmiş. Ortalık ana baba günü olmuş. Ben kendimi tutamayıp ne dolmuşu bu yaaa diye birazcık bağırmışım, bundan sonrası film gibi, gözlerim aranıyor dolmuş etiketini yavaş çekimde, baktım ki Kırkkonaklar dolmuşu, kalıyorum böyle. Sonuçta her bindiğim dolmuşun plakasını almıyorum tabii ama kargoda 12-13 dakika oyalanmış olsam ve Kırkkonaklar (Koza dan giden) dolmuşlarının da ancak 15 dakika arayla geçtiği düşünürsem, bu kaza yapan dolmuş benim kargo için indiğim dolmuştu. Bizim şöför indi, gitti baktı ne olmuş falan diye, frenleri patlamış alamamış virajı. Ölen falan yokmuş ama yaralılar varmış.....

Çok fazla film seyrettiğimden olacak "amanın kaderimi değiştirdim ben, hemen eve gideyim başıma bir kaza gelmeden" paniği içinde koşa koşa eve gittim dolmuştan inince. Böyle şeylere inandığımdan mı yoksa karar vermenin herhangi bir negatif sonucundan korktuğumdan mıdır nedir, her zaman aldığım bileti, oturduğum koltuğu değiştirmemeye çalışırım, aile fertlerinin yolculuk kararlarına asla bulaşmam, asla fikrimi beyan etmem.Araba yolculuklarında şurda duralım demem. Yolculuklarla alıp veremediklerim var, karar alma konusunda sıkıntılarım var. Ya başkaları karar versin ya da oluruna bırakılsın.

Herşeyi oluruna bırakmak mı lazım, yani kargo madem getirmiyor, gider kendim alırım mı demek lazım. Dolmuşa binerken durak değiştirmemek mi lazım. Hayatta hiçbir şeyi değiştirmemek, hep korkmak mı lazım. Hiç korkmadan herşey akışına bırakılabiliyor mu? Bilemedim.....

21 Aralık 2006 Perşembe

Yağmur nihayet..

En sonunda yağmur yağmaya başladı, aralık ayının kavurucu sıcakları nihayet son buldu :) Yazlar sıcak ve kurak, kışlar soğuk ve yağışlı diye öğretmişlerdi bize, ama Aralık ayında bahar yaşadık Ankara'da. Baharı sevmediğimden ya da Ankara'ya deniz gelmesi için buzulların ne kadar erimesi gerektiği konusundaki şeytani fantezilerimin beni memnun etmediğinden de değil de, belediyenin "suyumuz azaldı, suları ara ara keseceğiz" söylentilerinden rahatsızlık duymaya başlamıştım. Su kesilirse kombi çalışmaz bütün derdim bu...

Neyse, bahar diyorum, yaz diyorum, güneş-deniz diyorum da, Ankara'ya da yakışıyor bu hava, yağmur da keyif veriyor bazen.

20 Aralık 2006 Çarşamba

Kaçan keyfi yerine çağırma operasyonu,sabah sabah

Nette dolaştım geçmedi, şarap içtim geçmedi, yeni bir kitap okumaya başladım geçmedi, fotoğraflarımla uğraştım geçmedi, eskiden okunmuş kitapların altı çizili bölümlerini okudum geçmedi, dün bütün gece o aptal sıkıntı içimi sıktı durdu. O kadar sıktı ki beni gözümden iki damla yaş bile geldi. Yattım uyudum, o da zor oldu ama. Sabah kalktım sıkıntı hala yerinde duruyor. Sevdiğim kıyafetimi giydim, çıktım dolmuşa bindim. Sürekli öksürüp balgam çıkaran ve onu ağzında yuvarlayıp duran bir adamla yan yana oturdum. Dağıtmaya çalıştığım sıkıntıma bir de mide bulantısı eklenince durum daha da beter oldu. Köroğlu’na gelince saatime baktım, daha vaktim vardı, gülümsedim. Starbucks’da indim dolmuştan, çikolatalı mochamı aldım, ekstra mutluluk için bir de çikolatalı kurabiye aldım. Çıktım yürüdüm biraz sabah sabah, soğuk havada hem sıcak hem de çikolatalı kahve iyi geldi, neredeyse kahkaha atacağım. Tekrar bindim dolmuşa ofise doğru. Şöföre 10 kuruş eksik verdim, özür diledim bir 10 kuruş daha çıkartmak için cüzdanımı aldım çantamdan, şöför “abla, hiç önemli değil boşver” dedi gülerek, ben de güldüm. Mutluluk oranı arttıkça artıyor, 10 kuruşun üstüne yatmadım tabii, ödedim. İndim dolmuştan, ofise geldim, kahvem bitmedi. Thrill is gone dinledim daha da mutlu oldum. Şimdi olmak istediğim gibiyim, gülüyorum. Polyyanna mıyım neyim??? Öyleyim ne var, sen olabiliyor musun….

Bir sevilen kıyafet, bir çikolatalı kahve, bir çikolatalı kurabiye, birazcık yürüyüş, bir şöför gülümsemesi ve bir şarkıyla oldukça ucuza kapattım bu mutluluk operasyonunu. Bunu Pazartesi sabahları terapisi olarak ilan etmek iyi olacak, Pazartesi sendromu tedavisi olarak uygulanabilir sanki. Bir deneyeyim.

Neyse,

Öncelikle, mutlu olmayı becerebildiğim için kendime,
Esnek iş saatlerimiz ve ofisin merkeze yakınlığı nedeniyle patronuma,
Dolmuş sıklığı çok olduğu için dolmuşçular birliğine J
Sabah erken açtıkları için Starbucks’a
Sabah trafiği olmadığı için Ankara’ya

teşekkürü bir borç bilirim.

Mutluluk mutsuzluktan daha kolay.

19 Aralık 2006 Salı

Ofisten kısa sohbetler.....1

Çok ciddi çalışmaktayız, panellerimizden birbirimizi göremiyoruz, ama havada dönen diyaloğu duymaktayız:

Bir iş arkadaşım diğer iş arkadaşıma -
"abi, şunu sana mail atayım da pdf yap ama senin bilgisayarda yapılabiliyor mu pdf?"

Arkadaşımız alınır, bilgisayarı herşeyi ve cevap verir -
"abi, sen gönder bana dosyayı ben pdf yapar sonra da o pdf i mp3 yapar geri yollarım sana........."

hepimiz koparız.

iş bazen çok eğlenceli................

17 Aralık 2006 Pazar

Cafe Bien

Dün gece arkadaşlar Cafe Bien diye bir mekana gitmişler, hadi dedik biz de gidelim yanlarına. Cafe Bien Bülten Sokak'ta Şençam Köftecisinin yanında, dışardan baktığınızda hoş bir yer. Hani bazı yerler kış gecelerinde oturulunası yerlerdir, dışardan bakınca buharlı camların ardında loş ışık vardır, öyle işte.

Neyse gittik içeri girdik, dışardan olduğu kadar içerisi de oldukça güzel, iyi müzik çalıyor. Arkadaşların masasında yer yok, ekstra sandalye gerekiyor, biz ayakta kaldık tabii, ama kimsenin umurunda değil. Yaklaşık on dakika bekledik, etrafımıza baktık hani kendi sandalyelerimizi kendimiz bulabilir miyiz diye, olmadı. Burunları çok havada olduğundan genelde mekanın tavanına bakarak ortalıkta gezinen garsonlara yaklaşık on dakika boyunca "pardon, bakar mısınız?" dedik. Nihayet birini yakaladık, "sandalye alabilir miyiz" diye sorduk kibarca. Oldukça ukala, dünyaları ben yarattım, çok da yakışıklıyım bütün kızlar bana hasta tavırlı garsonun ukala tavrıyla bize verdiği cevap aynen şuydu "alamazsınız", o kadar kesin ve net söyledi ki, hepimiz kalakaldık, bu kadar dürüst olduğu için teşekkür mü etmeliydik, yoksa bu kadar ukala olduğu için olay mı çıkarmalıydık. Hiçbirini yapmadık saf saf "neden?" diye sorduk, "burada oturursanız yolu kapatırsınız" dedi ve bizimkiler de "biz hesabı alalım o zaman" dediler, o da "peki" dedi, arkasını dönüp gitti. Yarımız dışarı çıktık sinirimizden, diğer yarımız "müdürünüzü çağırır mısınız bize" dediler, müdür gelmiş özür dilemiş, birer bira ikram edeyim demiş, ama tabii sökmedi bize o ayrı. Bir mekanın güzelliğini içerideki ortamı belirler, müziği belirler ama daimi olarak aynı yere gitmenizi orada çalışanlar sağlar, belli ki sevgili garsonun bundan haberi yoktu ve söylemesi gereken sadece şuydu "kusura bakmayın, burası yolu kapatır, ben sizi şöyle alsam....., çok da kalabalığız bu akşam biraz bekletsem...."

Bu tip ukalalıkları Tunalı, Bestekar, Arjantin gibi Ankara'mızın kokoşlarının takıldığı sokaklarda her tür mağaza, bar ve kafe de yaşamak mümkün diyerek bir genelleme de yapacağım. Müşteri potansiyelinin kokoşların oluşturması, oralarda hep kokoşlar gezer biz de kokoş garsonlar alalım da kokoş olmayanlara da kötü davranalım demek değildir sevgili Cafe Bien.

Madem kokoş sokakta yerini almış, belli ki adı da biraz kokoş niye gittiniz diyeceksiniz, yaptık bir hata işte neyse bu hatayı da daha sonra Gölge'ye giderek telafi ettik. Yeni Gölge Tunalı'da da olsa Sakarya'nın bağrından kopup geldiğinden bütün alçakgönüllüğünü korumakta. Güzel güzel içtik, güzel güzel sohbet ettik, müzik dinledik...

16 Aralık 2006 Cumartesi

Çağla World yayında!

Ex-iş arkadaşım, şimdiki kankam Çağla da bloglandı. Bloğu hayırlı uğurlu olsun, bol bol yazsın, anlatsın, biz de keyifle okuyalım.

http://caglaworld.blogspot.com/

15 Aralık 2006 Cuma

Cuma akşamüstüsü

Dışarıya çıkıp yürümek ve fotoğraf çekmek istiyorum.İşimi ve çalışmayı sevmiyor muyum, seviyorum.Ama şuanda dışarı çıkıp yürümek ve fotoğraf çekmek istiyorum.Şimdi ben gidip bunun için izin alsam ne olur... bu konularda feci dürüstüm yapmam. Dışarda yürüyüş havası var, sakın camdan bakma....

13 Aralık 2006 Çarşamba

Mete'nin yolculuğu...

Çoook sevgili arkadaşımız, gurbet ellerde hastalarına bakan Mete'nin Steppin Razor- Sublime eşliğinde yaptığı yolculuğunun videosu. Ben çok beğendim, sankim Mete'nin yaptığını bilmesem de tahmin edebilirdim hissi uyandırdı bu video bende, ellerine sağlık Mete. Haa, bu arada artık Ankara'ya dönmesini istiyoruz.


12 Aralık 2006 Salı

Jackie Chan

Kemal Sunallı, Adile Naşitli, Şener Şenli eski Türk filmleri böyle defalarca seyredilir de bıkılmaz ya, böyle bir keyifli hisseder insan kendini; Jackie Chan seyredince de böyle hissediyorum, böyle bir mutlu oluyorum, keyifleniyorum. Akşamımızı Rush Hour 2 ile şenlendirdik.Yayıldık koltuklara, güldük eğlendik, "ohaa, bu adam bunları nasıl yapıyor", "bu adam hiç doblör de kullanmıyor, helal olsun"dedik tekrar. Şirin, komik yüz ifadeleri, komik ingilizce konuşması, muhteşem dövüş kareografileri ile Jackie Chan'i seviyoruz. Zaten ben küçükken karate kursuna gitmek isterdim ama yaşadığımız yerde kızlar öyle kurslara o zamanlarda gitmezlerdi, umarım şimdi gidebiliyorlardır :) Rush Hour 2 den eğlenceli bir sahne de aşağıda......


8 Aralık 2006 Cuma

Sigarayı bırakmam lazım...

Sigarayı bırakmam lazım, hem de acilen.Ama bırakmak istemiyorum,ama bırakmam şart.Nasıl olacak bu iş, bunu yazarken de sigara içiyorum.OOOffff. Kayıt altına alayım, baktıkca utanayım diye yazıyorum...

Hepsi hüsranla bitmiş Sigarayı Bırakma Girişimlerim:

1.
En fazla 1 hafta sürdü, o zamanki sevgili şimdiki koca bıraktı, ben 1 hafta sonra yiğitliğe bok sürdürmemek için gizli gizli içtim.Sonra yakalandım tabii o ayrı. Adam 9 ay bıraktı, sonra benim yüzümden tekrar içmeye başladı :(

2.
2 gün içmedim, sonra gecenin 2 sinde bakkala gidip 1 tane sigara almak istedim, bakkal güldü.

3.
Sigaranın üstündeki "kanser olur ölürsün","acı çekersin böyle böğüre böğüre ölürsün"yazılarını boş paketlerden itinayla kestim, hep gözümün önünde dursun diye bilgisayar ekranımın kenarlarına astım hepsini, yine onlara baka baka içtim.

4.
Gece nefes darlığı tuttu, "ay yemin ederim bir daha içmeyeceğim" dedim, ilacımı alıp uyudum; sabah kalktım yine içtim.

5.
30 yaşına girince bırakacağım dedim, doğumgünümde nerdeyse 2 paket içtim.

6.
Her sabah kalkınca bugün içmeyeceğim diyorum, ofise gelince içiyorum, sonra da diyorum ki "aman bugün içtim artık yarın içmem".

7.
İçmemek için paket almıyorum, sonra sürekli başkalarından otlanıyorum.


Sigarayı bırakmayı neden istiyorum?

1.
Kanser olmak istemiyorum,erken ölmek istemiyorum, aslında ölmek istemiyorum ama...öksüre öksüre ölmek hiç istemiyorum.

2.
Alkol aldığım gecelerin sabahında insan gibi uyanmak istiyorum.

3.
30 yaşındayım, en az 3-4 yaş küçük gösteriyorum. 50 yaşıma geldiğimde de öyle olmak istiyorum.Sigara nedeniyle cildimde oluşmuş lekeler, kırışıklar istemiyorum. (çok kızsal bir neden kabul ediyorum)


Sigarayı neden bırakamıyorum? Acımasız özeleştirim....

1.
Çünkü ben kendini ve sevdiklerini düşünmeyen, iradesiz bir insanım. (off bu çok acımasız oldu)

2.
Çünkü içmeyince sürekli yemek yiyorum.

3.
Çünkü içmeyince piskopat oluyorum,herkesle kavga ediyorum.

4.
Çünkü her keyifli anı birkaç sigara ile kutluyorum.

5
.Çünkü her keyifsiz anı birkaç sigara ile bastırıyorum.

6.
Kahve de sigarasız olmuyor ki.


Bak yaş 31 e geldi çattı.Her ne kadar kafa 20 li yaşlara göre çalışıyorsa da, beden öyle demiyor....2007 nin ilk hedefi bu olsun, bak yine yaptım ya, yine erteledimmmm, daha 2007 ye 3 hafta var.OOOfff.

6 Aralık 2006 Çarşamba

Lost Rhapsody

Lost severlere, sevmiş olanlara. Ben çok güldüm, yapanların eline sağlık :)


4 Aralık 2006 Pazartesi

White Lion Konserindeydik

Ankara'da konsere gitmeye dair geçmiş tecrübelere dayaranarak kapı açılışından 1 saat önce gidip upuzun sıralarda beklemedik tabii ki. Çünkü her zamanki gibi ya konserin duyurusu tam yapılamamıştı, ya da Ankara rock severleri bu soğuk aralık gecesinde evlerinde oturup çaylarını yudumlamayı tercih etmişti. Ben tüm pozitifliğimle konser duyurusunun yeterince yapılmadığını düşünmeyi tercih ediyorum.

Ön grup 4x4, oldukça iyiydi, çoğunlukla kendi şarkılarını çaldılar. Salonun dolu ve coşkulu olmaması biraz morallerini bozdu sanıyorum, Ankara seyircisi White Lion'ı beklediğinden çok da fazla tınlamadı ama bence başarılıydılar. Sorun dinleyicilerdeydi :)

White Lion bizi çok bekletmeden sahne aldı. O da ne, biz 50 yaşında kelli felli bir adam beklerken (grubun solisti dışındaki müzisyenlerin değiştiğini biliyoruz bu nedenle gençlik var) ama Mike Tramp 25 yaşında delikanlı performansı ve görüntüsüyle hepimizi kıskançlıktan çatlattı. Salon nispeten biraz daha dolmuştu ya da biz artık ön saflarda yerimizi almış ve zıplamaya başlamış olduğumuzdan arka tarafta ne olup bittiğini göremiyorduk. Aslında, Ankara konserlerinin tıklım tıkış olmamasını da sevmiyor değilim, kimse birbirini itmiyor, kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Neyse, White Lion güzel bir müzik ziyafeti yaşattı bize, daha önce de dediğim gibi artık kimse böyle şarkılar yapmıyor...ve Mike Tramp'in dile getirdiği gibi "Rock 'n' Roll is not dead, and we are all here for Rock 'n' Roll right now in Ankara." Güzel konserden hatıra olarak kocaya bas penası da alındı.... :)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...