30 Ocak 2012 Pazartesi

Haftasonu...

En sonunda galiba mide hastası yaptım kendimi. Yediklerime hiç dikkat etmiyorum, dikkat etsem bile burada benim için çok farklı ve yeni bir yemek kültürü olduğundan bütün tatları denemek istiyorum. Bu da olur olmaz herşeyi yememle son buluyor. Bütün iş hayatım boyunca yemekhane yemeği yemiş olmamdan da kaynaklanıyor tabii, bütün iş hayatım boyunca dört çeşit tabldot yemek yedim ben, işyerilerim hep şehre uzak oldu, şimdi öğlenleri dışarda yiyoruz. Daha önceleri öğlenleri yemeğe çıkanlara çok imrenirken, alıştıkça aslında bunun çok da iyi birşey olmadığını farkediyorum.Ne yiyeceğimi bilemiyorum, hele ki çok acıktıysam öküz gibi yiyorum. Bütün haftasonu da yediğimi önümde yemediğimi arkamda bırakarak bugün rejime başladım, buraya yazarsam belki görev edinir yaparım "herkese yazarak bildirdik rezil olmayalım" gibisinden, zira son beş aydır her Pazartesi rejime başlıyorum. Bugun yine başladım.

Her yer kardan yıkılırken, biz bu haftasonu güneş ışığına boyandık. Bütün haftasonu gökyüzünde tek bir bulut olmadan hatta nispeten sıcak bile geçti. Deniz kenarında, açık havada, güneşi tepeme alıp bira bile içtim, o derece. Kuzuyla yaptığımız sinema planını güneş ışığı şerefine dışarda paten kaymakla değiştirdik, kuzu büyünyünce "patenci" olacakmış da, hadi bakalım. Ocak ayında böyle bir hava durumu yaşamak benim için hala inanılmaz. Nasıl oluyorda biz bu kadar farklı bir iklimde yaşıyoruz, her geçen gün daha çok şaşırmaya devam ediyorum. Halbuki ne şaşırıyorsun be kadın, ekvatora daha yakınsın işte en kaba coğrafya bilginle. Güneş ışığının bünye üzerindeki pozitif etkisi inanılmaz. Hayatımda belki de ilk defa haftasonları erken kalkıyorum artık, hatta kuzudan erken, benim gibi haftasonları gebeş gibi uyuyan bir insan için nasıl şaşırtıcı ve mümkansız. Haftalardır yapmayı planladığım tamamen kontrolden çıkmış, her şeyin herhangi bir yerde olabileceği evimin en azından bazı köşelerini kontrol altına alabildim bu haftasonu. Çoraplarım mutfak çekmecemden çıkmıyor artık en azından...hehe.. şaka şaka. Yazlık ayakkabılarım ise hala elimin altında dolaşıyor, haftalardır yukarı raflara kaldıracağım ama ona yetişemedim artık. Hava böyle giderse bir iki aya giyerim ben onları zaten..hehe...şaka şaka...gıcığım.

Rüyalarım..beni rahat bırakmayan huzursuz rüyalarım.. bu haftasonu hava güneşli olmasaydı beni gerçekten de bunalıma sokabilirdiniz. Bir tanesi benim kuzuyla yaşıt olan ve geçen yıl sonunda da ikiz bebek dünyaya getiren bir arkadaşımın büyük kızının öldüğünü görmemle başladı bu haftasonum. Çocuğu hamama götürüyorlarmış, çocuk hamamdaki buhar yüzünden nefessiz kalıyormuş ve ölüyormuş. Ben ne üzülüyorum ne üzülüyorum, çocuğun ölmesinden çok, ya benim de başıma gelir de benim kuzuya birşey olursa diye psikopata bağlayıp üzülüyorum, ağlıyorum, kendimi paralıyorum onu da farkındayım. Çok yakın bir arkadaşım değil bu arada, eski iş arkadaşlarımdan biri, arada bir msn de ya da facebook da görüşüyoruz. Bütün rüya boyunca "ay diyorum bu kız facebook a kimin fotoğraflarını koyacak şimdi, ay ne yapacak" diye hayıflanıyorum, nasıl ama. Sosyal paylaşımla bozmuşum kafayı sanırsam. Ama sonra kızcağız kızının ölümüyle ilgili hislerini facebook da paylaşıyor falan. Ben de diyorum ki "aa bak demekki insanlar kötü şeyleri de paylaşabiliyor". Yani, bu yürek dağlayıcı olaydan nasıl bir sonuca geldiğime bakar mısınız...Arada bir çıkıyor benim rüyalarım, medyum memiş den hallice bir insan olabiliyorum ya, tırstım sonra ay birine birşey mi olacak acaba diye, açtım facebook a baktım, dermişim...ne alakası var, bir yere bakmadım.

Sonra, ertesi gece, karanlık ve yağmalandığı belli olan bir şehirde bir minibüs dolusu insanı kaçırıyorlar, bu minibüs dolusu insanlardan biri benim tabii ki de. Kendime acımayı, kendimi acındırmayı, olayları ve durumları dramatik hale getirmeyi çok iyi becerdiğimden rüyalarda bile kaçıran taraf olamam ben; kaçırılmak daha acındırıcı bir durum ne de olsa. Neyse, işte üç tane ganster kılıklı herif bizi kaçırıyor. Ben rolümü süper oynuyorum, gıkım çıkmıyor ne derlerse yapıyorum, çok mülayim hatta ezik bir esirim. Ama gel gör ki, ne kadar ezik de olsam gansterlerden biri bana gıcık oluyor, diğerine dönüp diyor ki "bunu ayağından vur, herkese ders olsun". Ben kalıyorum öyle tabii. Öbür adam acıyor bana ayağımı isabet almıyor, hafif yan tarafına ateş ediyor - o da nasıl oluyorsa artık-. Ben anlıyorum numara olduğunu, yalandan kendimi paralıyorum böyle ayağım da ayağım diye ama asıl emri veren adam yemiyor tabii. Beni ayağımdan bir vuruyor, tam böyle baş parmağımın ayağımla birleştiği eklem yerinde...aman o ne acııı. Ben topallayarak yürümeye devam ediyorum. Sonra grupta bir doktor kadın varmış, cengaverlik yapıyor "ayağına bakmamız lazım" diyor, herkes ondan gaza geliyor "evet evet bakmamız lazım" diye, gansterler hiçbir şey diyemeden "tamam bakın bakalım" diyorlar. Ayağımdan botları bir çıkarıyorum, için böyle kan dolmuş, bu noktada rüyanın içine edildiği an tabii, kan görünce rüyanın hiçbir anlamı kalmıyor. Hani bilinçaltım bana böyle sembolik falan birşeyler anlatmaya çalışıyorduysa da hepsi bozulmuş oldu. Sonrası, iğrenç biraz, kandan çoırap ayağıma yapışmış çıkarmaya çalışıyoruz falan...ıyyk.. bir uyandım ayağımda sızı. Ayağım böyle sürekli sızladı artık nasıl kanlı canlı gördüysem rüyayı. Bunu gördükten sonra da çocukluk arkadaşımı gördüm, kankamı, yaz tatilinde gezdiğimiz yerlerde geziyorduk, sonra sabah aradı beni. Ama ben rüyayı gördüğümü sonradan hatırladığım için ona söyleyemedim.
Böyle işte...günler geçiyor.

24 Ocak 2012 Salı

Kara gittik..

Buraya ilk taşındığımızda kızım "Buraya kar yağar mı?" diye sorduğunda, "Yok yağmaz, yağmasın zaten biz artık güneş enerjisiyle çalışıyoruz" diyordum. Hava biraz serinleyip kısa kolludan uzun kollulara geçtiğimizde kızım tekrar sormaya başladı, benden aldığı cevap yine aynı olmakla beraber daha cazgırdı, şöyle söylediğim zamanlar yok değil "yok annem yağmaz burda kar, yağmasın zaten, bıkmadın mı sen soğuktan, her yerin üşür bır bır, nezle olursun sümüğün bile akamaz soğuktan...aaaaa". Ama çocuk bu değil mi, okula da gidiyor, e dört mevsimi yaşayan bir coğrafyada yaşıyoruz ya, bu durumda sonuç şöyle oldu okulda Ocak ayında yapılan tüm aktiviteler kar ve kış temalı olunca çocuk da yılbaşı itibariyle "buraya neden kar yağmıyor", "kar yağmayacak mıı" diye tekrar sormaya başladı, e tabi çocuğun da garibine gitti burda hava günlük güneşlik ama biz kar temalı faaliyetler yapıyoruz diye. Hal böyleyken Mersin'li arkadaşlar, "kara mı gitsek" demeye başladılar. Ben ilk başta anlamadım kara nasıl gidildiğini... Öğrenmem uzun sürmedi tabii, Mersin'in hemen arkasında yükselen Toroslardaki yaylalarda kar yağarmış. Fotoğraf çekmeyi, dağ tepe tırmanmayı, servis arabasında göbek atmayı, mangal yakmayı seven bir grup Çukurovalı insan geçen hafta "hadi" dedi, "bu haftasonu kara gidiyoruz". Bu grupla birlikte daha önce dağ tepe çıkmışlığım var, çok keyifli, bol yürüyüşlü, bol fotoğraflı, bol eğlenceli, bol mangallı bir gezi oluyor. 4 yaş grubuna Pazar günü gidilecek bir gezinin haberini Çarşamba gününden vermenin ne büyük bir hata olduğunu unutaraktan, kar görecek olmanın gazıyla eve gider gitmez müjdeyi verdim "kara gidiyoruz" diye.Belli ki güneş enerjisiyle çalışan anne de çaktırmadan özlemiş kar görmeyi. Sonuç olarak, Çarşamba gününden Pazar gününe kadar kuzu her sabah "bugün Pazar günü mü" diye uyandı. Cumartesi akşamı taaa gece onbirde uyumasına, sabah kendi kendine uyanmayı bırak baş ucunda davul çalsan uyanmayacak bir kuzu olmasına rağmen Pazar sabahı 6.30 da kulağına "kar oynamaya gidiyoruz" deyince yataktan fırlamasına şaşıran ben, dün gece bu kuzuya "bak çabuk uyu yoksa kara gidemezsin" diye tehditleri savururken ve sürekli "cık cık" sesleri çıkararaktan her sabah sahnelenen "uykucu kızını" uyandırırken kafayı yiyen kadın oyununda başrolü muhtemelen bu Pazar sabahı da kaptığına da emin olan anneyle aynı kişiyim tabii. Bazen çok gıcık bir anne oluyorum, gıcık ve sevimsiz, elimde değil.


Pazar sabahın kör vaktinde üç tane yedek kuzu kıyafetini, haşlanmış yumurtaları, bir gece önce yaptığım ve pek bir ustası olduğum çikolatalı muffinleri, ununu fazla kaçırdığım için biraz sert olan ama her ihtimale karşı yanıma aldığım "kafakıran poğaçaları"nı sırt çantasına doldurup böyle uyandırdım işte kuzuyu. Kuzu çok heyecanlı, pek bir heyecanlı giyiniyor, eldivenlerini, beresini, atkısını özlemişti zaten, ilk yanına aldıkları bunlar oluyor. Bere takmayı ben de özlemiş olmalıyım ki, ilk gördüğüm rüzgarda kafasına bere geçiren tek insan benim burada. Neyse, bugün bere takmak hepimiz için anlamını bulur umarım diye düşünüyorum. Çünkü bir yandan "allahın çukurovalısı nereden bilecek kar, soğuk falan" diye düşünüyor ve içten içe "bunlar kar diye yol kenarında üç beş kar tanesi göstermesinler bize" diye hayıflanıyordum ne yalan söyleyeyim, sonuçta ben Angara dağından gelmiş, sabah işe giderken sümüğü donma ve akşam işten eve kar yağışı yüzünden beş saatte dönme tecrübelerine vakıf olmuş bir insanım, ve ne kar yağışları bilirim.

Tarsus'ta buluştuk, servise bindik. Dağ tepe tırmandık, etrafta karlar belirmeye başladı, yürüyüş rotasını çizen arkadaşımız karda yürürken nelere dikkat etmemiz konusunda bilgiler vermeye başladığında  ben hala camdan dışarı bakaraktan "peh bu da kar mı diyordum ki", ana yoldan sağa dönüp dik bir yokuşta çıkmaya başladık, beş dakika içinde geldiğimiz Gülek Yaylası'nda dizimize kadar kar vardı. Servisimiz durdu, buradan sonra yürüyüş başlıyordu, servisin ve herhangi bir başka arabanın oraya çıkması imkansız, o kadar kar yani etrafta. Evet morardım, gerçekten de morardım, ciddi bir kar yürüyüşüne başlıyorduk. Kuzunun servisten inip de kara bastığı andan tut, o kadar yolu küçük bir dağcı edasıyla pestili çıkana kadar yürümesi, kahvaltı ve yemek molalarında normalde ağzına zorla tıkacağımız yiyeceklere kıtlıktan çıkmış gibi saldırması, bütün servis ekibiyle delirmişcesine kartopu savaşı yapmasıyla beni şoktan şoka soktu. Karlarda yuvarlandı, kaydı, düştü, kar yedi, ve ben farkettim ki buraya taşınalı benim kuzu palazlanmış, şehir çocukluğundan doğayla özdeş koşan, zıplayan, her yere tırmanabilen bir çocuk olmuş, ne güzel olmuş.


Hey, bu ineğin günlüğü, kuzu hikayeleri aldı başını gitti. Neyse, Gülek Yaylası'ndan başladık yürüyüşe, hedefimiz Gülek Boğazı'na kadar çıkmak. Gülek Boğazı Kilikya'ya inen geçitlerden biri, buradaki kaleyi geçen Kilikya'ya inmiş kabul edilirmiş. Detaylı tarih bilgisi için tıklayabilirsin. Her yer kar, tam öğle vakti olduğundan hava çok da soğuk değil.  Biraz yükseğe çıkınca sis başlıyor, resmen bulutun içindeyiz, sis fotoğraflarımızda gizem yaratmasına yaratıyor da, iyi görüntü almamızı zorlaştırıyor tabii. Doğa inanılmaz güzel, etrafımızda tek tük yayla evleri. Servisten indiğimiz noktadaki yayla evlerinde yaşayanlar vardı fakat bu kısımdaki evlerin çoğu bu havada boş. Bu kadar yüksekteki yayla evlerine yazın geliyorlar, Mersin, Adana ve Tarsus'un sıcağından ve neminden bunalanlar, çünkü yazın aşağısı elli derecede bunalırken burada kupkuru serin mi serin bir hava oluyor. Tırmandıkça bulut daha da yoğunlaşıyor, şıpır şıpır nemin içinde yürüyoruz. Bulut bu kadar yoğunlaşınca Gülek Boğazı'nı net göremeyeceğimizden ve çocuklar sırıksıklam olduğundan biz çocuklular geri dönüşe geçtik.

Nihayet servise vardığımızda çocukların kıyafetlerini değiştirmek üzereyken Gülekli bir amca ve teyze bizi evlerine buyur ettiler. "Çayı yeni demledik, çocuklar üşümesin buyrun gelin" diye taaa dışarıya kadar çıktılar. Bu tip durumlarda çocuklu insanlarda bir utanmazlık söz konusudur, çocuklu insanlar her daim bu tip tekliflere hemen atlarlar. Bekarken ya da çocuksuzken ayıp olmasın diye çekineceğiz bu tip tekliflere atlamaya, veya utanabileceğiniz bazı rezalet durumlara çocuğunuz olduktan sonra alışıveriyorsunuz. Mesela çocuğunuz bir alışveriş merkezinde üstünüze başınıza kustuğunda kendinizi hiç kötü hissetmiyorsunuz. Ya da bu Gülek örneğinde olduğu gibi teklifi hiçbir şekilde geri çevirmeyip hatta usuleten ikinci kez tekrarlanmasını bile beklemeden çocukları kucakladığımız gibi sobalı odaya kendimizi atmamız bir oldu. Soyunduk dökündük, ısındık. Islak kıyafetleri sobanın üstüne astık, soba üstünde demlenen çaylarımızı içtik, sıcacık sohbet ettik teyze ve amcayla. Burada doğmuşlar burada yaşarlarmış. Bu oturduğumuz yeri amca sonradan kendisi dizayn etmiş, sonradan yapılan yayla evlerinde mimarlar neler yapmış onları incelermiş, sonra fikir edinmiş kendisi yapmış. Teyze çocuklara taze ceviz kırdı, sonra kendi eliyle yaptığı biz şehirlilerin "aman da organik" diye üzerine atladığımız incir pestilini cevize sarıp sarıp yediler. Ben hala angaralı modunda olduğumdan böyle şeylere hemen atlıyorum, oysa yaşadığım yerde organik besine ulaşmak çok ama çok kolay. Teyzeyle amca benim kuzuyu pek sevdiler, "sen burda kal" dediler, benimki dünden razı tabii. Bebekken de herkesin kucağına giderdi zaten, bir insan ayırt et be kuzu, dünya insanı meraklı kuzu ya, herkesle barışık, ne yapacağız bilmem. Neyse, dışarısı yavaş yavaş dona çekerken biz sıcacık soba kenarında oturup çayları hüpletme zevkini yaşıyorduk ki ikinci grup da geldi. Tabii onların da pestili çıkmış ve sırılsıklam olmuşlar, onlarda soluklanmaya oturunca bizim Tekir Yaylası'nda yapılacak yürüyüşün ikinci bölümü iptal oldu. Soba etrafında oturmak, bu süper iyi insanlara misafir olmak çok iyi geldi. Bizi karşıladıkları güleryüzleri ile yolculadılar, "geldiler 20 kişi ortalığı talan ettiler" demediler, hatta böyle bir düşünce ne akıllarının herhangi bir ucundan ne de gözlerinin ışıltılarından geçmedi, bu dünyada hala bozulmamış güzellikler olduğunu hatırlattı bu bana. Birbirine güvenen iyi insanlar hala var, elindeki ekmeğini evine davetsiz gelen misafiriyle paylaşacak insanlar var, ne güzel.

Servise doluştuk, bangır bangır çalan oyun havalarında göbek ataraktan Tekir Yayla'sına geldik. Tekir'de de her yer karla kaplı, rakım olarak da Gulek'den daha asagida olduğundan sanırım bütün Çukurova burada. Yazın mangaldan vazgeçmeyen Çukurova, kışın da vazgeçmiyormuş ben onu gördüm. Bir yandan kartopu oynayıp bir yandan mangal yelleyen bir sürü insan. Zaten Çukurovalı bagajında mangalla gezermiş, öyle söylemişti bir arkadaş, "her an her yerde mangal yakabilme ihtimaline" karşılık. Biz mangal yakmadık bu sefer, Tekir köyünde bir kaç restoran var, mangalda et sucuk yapan, onlardan birine oturduk, adını hatırlamıyorum ne yazık. Etlerimizi, sucuklarımızı yedik. Biraz sohbet muhabbetin ardından geri dönüşe geçtik. Gün iyice indi bu arada tabii, hava deli soğudu. Dönüş yolunda yine oyun havası ve yine göbet atmalar derken, serviste herkes öyle gaza geldi ki, servis şöförü sağa çekti, herkes aşağı halaya indi. Burada böyle bir kültür var, hani Angara'da da bir kere yapmışlığımız var bunu, Akyurttaki ofisten dönerken servisi durdurup inip oynamıştık. Ama burada çok yaygın. İlk geldiğimizde sitenin önünde bir araba durmuş, arabadan bir sürü insan inip oynayıp oynayıp arabaya geri binmişlerdi. Ben balkondan izlemiştim "nasıl yani" diye, çok komiğime gitmişti. Gezilerde de çok gaza gelinirse servis şöförü hemen dururmuş artık neresi olursa, direkt inilir, iki halay çekilir birkaç göbek atılır yola öyle devam edilirmiş. Çok eğlenceli.

Bana çok iyi geldi bu gezi. Kar ve soğuğu özlemişim. Trafikte kalmadan, çamur olmadan, bir yerlere geç kalmadan karın tadını çıkardım. Kuzu böyle gezilere alışsın istiyordum, dere tepe gezmeye, yeni yerler görmeye, çoktan alışmış hatun haberim yokmuş, sevindim. "Aşağı in deniz sefası, yukarı çık kar manzarası" ne güzel bir yerde yaşadığımı anladım. Bir sonraki gezide görüşmek üzere Mersin'e geldiğimizde tropikal tatta durmak bilmez bir yağmur yağıyordu.

18 Ocak 2012 Çarşamba

Zakkum...

Taptazecik bir yeni mezunken ben, Ankara'da yaşarken, öğrencilikte iş hayatına tam geçememiş ruhumla her gece Sakarya'da içerken, hayat hala bana güzelken ve ben bunu şimdi anlarken, deliye her gün bayramken, bekarken, çocuksuzken, amaçsızken..vs vs vs...yıl 1999, 2000 falan olmalı...Gölge vardı Sakarya'da. Canlı rock müzik çalınan bir Manhattan vardı bir de Gölge. Manhattan çok güzeldi ama ciks barıydı o zaman, girişi paralıydı ve en önemlisi pahalıydı, öyle her öğrenci giremezdi. Biz arada bir, paramız olunca, Salı günleri Manhattan'a giderdik, o kadar pahalıydı ki düşünün yani haftasonları gidemezdik. Salı günleri de, ayıptır söylemesi, cebimizde bira sokardık, ama tabii bir süre sonra uyandılar da kontrol etmeye başladılar, ama öğrencinin aklı çalışır, içeride içmezdik biz de biraları, dışarı çıkardık, karşıda bir tekel vardı, alırdık biramızı içerdik acele acele, sonra içeri girerdik, sonra bir daha çıkardık, sonra tekrar girerdik. Gölge sonradan açıldı, Sakarya'da SSK işhanında. Öğrenci bütçesine uygun, canlı rock müziği ulaşılabilir kılan, hem dinleyene hem de çalana bir şans veren, içmek için kışın sokakta donmamızın gerekmediği, nice aşkların doğduğu, nice kalplerin kırıldığı, nice kesişmelere tanık olmuş, karanlık mı karanlık, hem "hep aynı yere gidiyoruz" diye şikayet edip, hem de neredeyse her gün gittiğimiz, yıllar sonra kapandığında da ağlamaklı olduğumuz sevgili rock barımız Gölge. Yıl 1999 mu 2000 falan dedim ya, hep aynı yere gidiyoruz diyip sıkıldığımız , neredeyse her grubun Rainbow, Lou Reed, Red Hot Chili Peppers, U2, Nirvana çaldığı zamanlarda (şu an bu zamanlar için nelerimizi vermeyiz o ayrı, şimdi üniversite şenliklerine Serdar Ortaç ve Demet Akalın'ın çıktığını düşünürsek barlarda neler çaldığını tahmin etmek çok da zor olmaz), Gölge'ye farklı birşeyler getirmişti Raindog. İlk dinlediğimizde garipsediğimiz bu grubu, özellikle solisti, ben pek bir sevmiştim. Solisti niye sevmiştim, kendisiydi çünkü olduğu gibi, alkış toplamak için sırıtıp durmuyordu, tarzı değişikti, o zamanlarda cesaret gerektiren kıyafetler giyiyordu, pembe tüylü upuzun bir atkısı vardı mesela, çok güzel göz makyajı yapıyordu, seyirciyi uyuz eden laflar ediyordu, ukala ukala konuşuyordu, küstahtı, uyuz olan oluyordu ama benim gibi çok seveni de vardı, cesareti severim, farklılığı severim, Raindog'un solistini niye sevmeyeyim. Grubu niye sevmiştim peki, dediğim gibi her grubun neredeyse aynı şarkıları cover yaptığı bir zamanda Raindog çıktı, Placebo coverladı, ya da Suede, ne bileyim Smashing Pumpkins coverladılar, bu yüzden de değişiktiler. Seven sevdi, sevmeyen sevmedi. Ama bence Ankara'nın en iyi cover yapan grubuydular. Haklarında bir sürü tartışma vardı, "solistleri eşcinsel mi değil mi", "Placebo'yu taklit ediyorlar bunlar da", "solist çok itici" gibi. Sadece bu kadar çok tartışıldıkları için bile ünlü olmuşlardı Ankara'da. Ünlü olmaları gerekirdi, piyasaya çıkmaları gerekirdi, bu çocuk Gölge'de bir kaç yıl şarkı söyleyip sonra bilmem ne bankasında bilmem ne uzmanı olmamalıydı (nerede okuduğunu da bilmiyorum ama)...falan filan.

Sonra ben büyüdüm, evlendim, zaman değişti müzikler değişti, Gölge kapandı, çocuğum oldu, evlenmek ve çocuk yapmak beni barlardan uzaklaştırmadı yanlış anlaşılmasın da, Raindog kayboldu (Istanbul'a gitmişler bu arada sanırsam), e ben televizyon seyretmeyen, Türk müziği piyasasını hiç takip etmeyen bir insanım ya, Raindog'un Zakkum olduğunu daha birkaç ay önce öğrendim, "Anason" la. Klibini seyrettim sonra, Raindog'un solistini gördüm, şaşırdım "aaa tanıyorum ben bunuuu" oldum, biz nasıl büyüdüysek o da büyümüş belli ki, garip oldum. Daha bir ağır abi olmuş, pembe tüylü atkısı yok artık; Belli ki tarzları değişmiş, e mecbur kalıyorsun bir yandan piyasaya az buçuk uyum sağlamaya, James Hetfield bile saçımı kestirmişti Yusuf ne yapsın? Gölge'de kendine güvenen "küstah" tabir edilen solist gitmiş yerine gözlerinden saflık akan bir Yusuf gelmiş, bunun piyasayla alakası yoktur diye düşündüm, adam yine kendisi, öyle geldi. Belirli bir kitleleri olmuş, Küçük İskender'in programlarında falan da çalıyorlar galiba ara sıra, süper, bayağı da ünlenmişler. Her şarkılarını sevdiğimi söyleyemem ama "Anason" bana ilk bölümde anlattığım günlerimi hatırlatıyor, ses o günlerden, tipler o günlerden..onlar yıllanmış, ben yıllanmışım (yaşlanmak demiyorum artık 2012 den itibaren dikkat çekmek isterim). Aynı güzel günleri bilmek belki, ya da benim çok güzel günlerimden tanıdık bir ses olmaları sebep bu şarkıda hüzünlenmeme, bilemedim. İşin komik yanı, şimdi ne zaman haklarında bir haber duysam, ne zaman iyi bir yerde görsem Zakkum'u sanki yakın arkadaşımmış gibi sevinip mutlu oluyorum, diğer grupları sollasınlar istiyorum. Bir tür "ben senin kısa pantolonlu halini bilirim" durumu olsa gerek...Özlenesi zamanlardan tanıdık yüzler, tanıdık sesler, benzer yaşlar, aynı havayı solumuş olmalar...başarı, iyi dilek...herkes dinlesin...ne dinlemiş olabilirim bunu yazarken...

9 Ocak 2012 Pazartesi

Pazartesi..


Hiçbir şey yapası yokmuş. Hiçbir yere gidesi yokmuş. Hiçbir şeyle uğraşası, hiçbir şey için kendini paralayası, hiçbir şey talep edesi, hiç konuşası, hiç söyleyesi yokmuş. Ne biçim yeni yılmış. Halbuki yeni yıla yeni bir gazla falan başlaması gerekirmiş, hep öyle olurmuş. Hiçbirşeyi sallayası olmayan bir huzur içerisindeymiş. İkibinonikiden beklediği üzere, huzur çok süslü bir pakette gelmiş. Şimdilik paketi açmadan elinde tutuyormuş, bu yaldızlı paketin içinden gerçekten de yaldızlı bir huzur mu, yoksa "bu mesajdan sonra huzur kendini bilmem kaç dakikada yok edecektir" demesiyle direktifler vermeye başlayan teknolojik bir zırt mı çıkacak, öyle bir belirsizlik varmış, bu belirsizlikten tırsmakta dolayısıyla da başsız tavuk gibi bir o yana bir bu yana kaçmakta oraya buraya çarpmaktaymış. Hal böyle abartıla abartıla yaşanıp gereksiz gereksiz eşelenirken sayborgunu yapmışlar mesela. Bu sayborg her gün işe gidiyormuş, evle ilgileniyormuş, çok güzel yemek yapıyormuş, yemek yiyormuş, (ama çok yemesinmiş hatta rejim yapsınmış aylardır belinde hayali bir can simidi oluşturan kilolarını versinmiş) her türlü sosyal kültürel aktiviteye katılıyormuş, hırs yapıp çok çalışıyor, bu sene için ne kadar maaş istediğini utanmadan sıkılmadan yüzsüzce söylüyormuş, bozuk musluğu kullanmaktan vazgeçmek yerine tamir ediyor, herşeyi herkesi çekip çeviriyormuş, sorunları çözüyor, çocuğuna kaç vitamin kaç protein yedirdi hesaplıyormuş, kararlar veriyormuş, yeni arkadaşlar ediniyor, ne hali varsa görüyormuş ; herşey bu süper sayborgla böyle devam ederken, esas kadın viranşehir sahilinde elinde yaldızlı paketle kumlara oturuyormuş (bu sahnede yağmur yağarsa bank da olur, orda çok güzel banklar var) sonra Akdeniz ona bakıyormuş, o Akdeniz'e bakıyormuş. Yetişilmesi gereken hiçbir yer yokmuş, zaten olsa da gitmeyecekmiş ama bunu bile düşünmüyormuş. Sonra bu yaldızlı paketten bir kitap çıkıyormuş, daha önce hiç okumamışmış. Okumaya başlamışmış.....mesela yani...

not: viranşehir sahili mersin'de.şehrin içinde.öyle şehre uzak,gitmesi zor bir yer değil.otobüsle,yürüyerek,bisikletle gidilebilir.huzur doludur.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...