30 Aralık 2010 Perşembe

2010 ne getirdi, 2011 den ne beklerim konulu geyik yazı...

Geçen sene hiç yazmamışım bile 2010 bana ne getirsin isterim, neler yapacağım neler yapmayacağım geyiklerini; hoş, yazmış olsaydım bile muhtemelen pek de gerçekleştirememiş olacaktım. 2010 yılını kaale almamışım ki yazmamışım, 2010 da beni kaale almadı zaar. Bu yıl çok ruhum sıkıldı, huzursuzlandı; ne inişli ne de çıkışlı, böyle safi sıradan, ova misali dümdüz hissettim çoğunlukla; ne mutlu ne mutsuz, o bile belli değildi, ufak mutlulukların hemen ardından ağlama krizine kapılmak gibi böyle bir panikli ataklı bir yıldı ama o bile dümdüz yaşandı, kimse anlamadı. Bu yıl yaptığım neleri yapmayacağımı düşününceyse hiçbir şey gelmiyor aklıma, pişmanlıklarından ders almayan bir insan olduğumdan kelli aynı hataları belirli döngülerde yapıyorum zaten, alıştım. Yo yo yo güzel olaylar falan oldu tabii, bir kere çok güzel bir yaz tatili yaptım, çok okudum, çok düşündüm, kimse ölmedi yakınımdan, kimse hasta olmadı. Bu yıl bitse de oluuurr bitmese de, çok umurumda değil.

Gelelim 2011'e. Bana huzur getir, sadece bana getirmen yeterli ben huzurlu olursam etrafıma saçarım onu, şu hayatta ne olmak istediğime karar vermeye yetecek kadar akıl fikir ver bir de, yine kimseye birşey olmasın, herkes sağlıklı olsun, hiç yaşlanmayayım...bu kadar. Para pul istemem ekstradan, bu yeterli, aşağıya da düşmesin tabii de. Şimdi ben yaşlanıyorum ya, 35 yaşında bir bedenin içinde 25 yaşında bir ruh taşıdığımdan, ruh yaşımla beden yaşımı nispeten yakın tutabilmek amacıyla, bu seneden itibaren çok deli sağlık kuralları uygulamaya kararlıyım, daha doğrusu önce karar vermeye karar vereceğim tabii. Yolun yarısı diye tabir edilen bu yaşın yolun çeyreği olması için hergün bol su, bir bardak süt içip ceviz yiyeceğim, içki-sigara içmeyeceğim (haftada bir içip içip zıvanadan çıkma hakkımı saklı tutaraktan), her gün kırışık onarıcı kremlerimi orama burama sürüp makyajla yatmayacağım, her hafta mayalı sütlü maskemi yapacağım, bol meyve yiceğim, fast food ve abur cubur yemeceğim, falan filan.

Sonra, kızımla zamanın en iyisini geçireceğim, çok okuyacağım, çok fotoğraf çekeceğim, yine önce bunları yapmaya karar vermeye karar vereceğim tabii, yeni bir yılın gazıyla. Mutlu huzurlu yıllar.....

25 Aralık 2010 Cumartesi

Sevgilinin Geciken Ölümü - Murat Gülsoy

S. 36... Ölüm bir süreçtir, bizi tanıyan son kişi öldüğünde tamamlanacak bir süreç...

Beni en çok etkileyen cümlelerden biri oldu bu. Daha doğrusu cümlenin içeriği demeliyim, anneannem öldükten sonra hep bunu düşünmüştüm, ne yaşadı bu kadın, ne iz bıraktı dünyada sadece ve sadece bize kokusunu bıraktı hala duyumsadığım, böyle düşünürken de çok garip geliyordu "hayat", sonra sonra düşündüm 1 oğlu, 3 kızı, 1 gelini, 3 damadı var, ben ve diğer torunları var, yeğenleri var, abimin (kuzenim) çocuğunu görebildi ama o da hatırlamaz büyük ihtimal, öyleyse en küçük teyzemin küçük kızı biliyoru en son bu kokuyu; çıkarımım ise şuydu anneannem en küçük kuzenim öldüğünde ölmüş olacak (sıralı ölüm olursa, umarım, inşallah, amin), bütün bu saydıklarım içinde en küçük o çünkü, bu kokuyu hatırlayacak. Ölen herkesle ilgili bu denklemi kurma alışkanlığım var, dünyada bir iz bırakmaya dair takıntılarım var, ondan oluyor sanırım, belki bu günlüğü de ondan tutuyorum, kimbilir. Uzun lafın kısası ben bu cümleyi hep yaşıyorum.  (zaten yazarın kalbimdeki konumu geniş bir yer kaplamaya başladı ki "adam tam da benim düşündüğümü yazmış" diyecek kadar yakın, "ben yazacaktım o yazmış" diyecek kadar kıskanç bir hale geliyorum).

Baş kahramanımız Cem'in karısı Serap bir trafik kazası geçirir bitkisel hayata girer, Cem karısına bakar, içten içe hesaplaşır (lar).

Küçüklüğümden beri psikopatça bir düşüncem var, değer verdiğim insanlar beni kırınca elimde olmadan hayalini kurduğum psikopatça bir düşünce. Kırılmanın derecesine göre psikopatlaşır bu, az kırıldıysam "ya ben bir kaza geçirsem hastaneye düşsem ne yaparlar acaba?" veya "kanser olsam bu yaşımda hastaneye düşsem de üzülseler...", çok kırıldıysam "ölsemde görseler günlerini" gibi gibi gibi. Hatta abartıp hayal falan ederim, bir hastane odası ben yatıyorum böyle perperişan...ya da ölmüşüm mezarımın başındayım falan...sonra gelsin beni kızdıranlara dair hal ve tavır canlandırmaları...benim küçük hayalgücü egzersizlerim. Hal böyle olunca kendimi Serap'la, kocamı da Cem'le özdeşleştirip, çoğunlukla hüngür şakır ağlama, yer yer "yaa baak işte böyle göt bu adamlar", yer yer "off Serap ben de aynen böyle yaşıyorum" diyip olaylarla canlı bağlantı kurmam zor olmadı. Hatta bitince "al kocacım bak sen de oku" demeye kadar bile varacaktı da, zor tuttum kendimi. Uzun süreli tanışlıklara dayanan evliliklerde kişileri tek tek ve bir bütün olarak ne güzel çözümlemiş Murat Gülsoy, sorgulamış demeyeceğim, anlatmış işte, çok iyi anlamış ki, güzel güzel anlatmış. 20 li yaşlarda neydik, 30 larda neyiz, şimdiki 20 ler nerede, biz hayatın neresindeyiz, ne istemediğimizi biliyor muyuz ki ne isteyelim gibi bizim kuşağa (70-80 doğumlular) mahsus olduğuna inandığım çıkmazlar ara sıra Cem'le çıkıyor ortaya. Bizim kuşak tabir ettiğim kişiler daha farklı bir zevk alacaklar okurken, daha değişik bir tad alacaklar, "aaa ben de böyle düşünüyorum" tadı. Hemen okuyunuzzz.

Daha önce başka yazarlarla ilgili bahsetmiştim, küçüklükten beri en güzel yemeği en sona, en güzel pastayı en sona bırakırım, hemen yemeyeyim diye de diğerlerini yavaş yavaş yerim ya, Murat Gülsoy'da tabağımdaki en lezzetli kurabiyelerden biri oldu. Bütün romanlarını alıp bir çırpıda okuyabilecekken, tabağım boş kalmasın diye bekletiyorum onları.

S.43 Uzunca bir zamandır yaşamını paylaştığı birinin kaza haberini gece yarısı apansız çalan bir telefonla öğrenen bir adam ne hissederse onu hissetmeye çalışıyordu Cem. Hissetmeye çalışıyordu! Gerçekten de...Çünkü böylesine büyük bir acı ve korku onu dondurmuştu. Kendi dışına çıkmış gibiydi. Bedeninni içinde - o güne dek varlığından haberdar olmadığı- farklı bir birim kumandayı ele almıştı. Bu yeni iradenin etkisiyle yaptığı hareketleri dışarıdan izliyordu....

S.44 İşte herşeyin sonu... Serap eğer ölürse, eğer ona bir şey olursa... ben yaşayamam! Tek gerçek buydu. Sade çıplak. Bu düşünce zihninde, bedenin iç yüzeylerinde son sürat yankılanıyordu. Ama ruhunun hiç tanımadığı karanlık bir köşesinden onu çok şaşırtan başka bir ses yükseliyordu: Yaşarsın...Bal gibi yaşarsın...Sıfırlanacaksın...Onunla birlikte öleceksin ve sen yeniden doğacaksın....

Kirpiklerimin Gölgesi - Şebnem İşigüzel

Anlatılan tüm bu acı dolu hikaye yaşayanın kaleminden gelseydi çok daha fazla etkilenirdim büyük ihtimalle, her ne kadar kız çocuğunun dilinden " ben" olarak anlatılsa da herşey, arada tanınmış bir yazarın kalemi olması, "böyle olmamalı" diyen kızgınlığımı "bunlar kurmaca mı?" diyerek geçirmeye çalışmama yol açtı. Etkilenmedim mi yani, yok, fena derecede etkilendim. Geceleri uyumakta zorlandım bile diyebilirim hatta (yatmadan önce 5-10 sayfa okuma alışkanlığımdan, yoksa psikopat mıyım bu romanı yatarken okumayı adet edineyim). Şebnem İşigüzel'in neredeyse tüm kitaplarını okudum, neyle karşılacağımı da biliyordum ama yine de hazırlıksızdım tabii ki de, okurken çarpıldım, bazen midem de bulandı.

Konu genel olarak hayata çile çekmek için gelmiş insanlardan biri olan 11 yaşındaki bir kız çocuğunun başından geçen kötü olayları anlatıyor. Bir çocuk istismar edilerek nasıl mahvedilir açık açık ve dümdüz yazmış İşigüzel, olaylar o kadar çarpıcı ki, dili ne kadar güzeldi çok ayırdına varamadım; ama, nasıl okurken kendini kaptırıp doludizgin okuyorsa okur, yazar da aynen öyle yazmış, dümdüz dediğim o. Sanki oturmuş masasının başına kaptırmış kendini yazmaya, bitirmeden de kalkmamış. Öyle nasıl çarpıcı olurum, nasıl okurun yüzüne bu çarpıklıkları şöyle şiddetle vura vura anlatırım gibi bir derdi de yok bu yüzden. Duygu sömürüsü yok, akıllı bıdıkçılık yok, farklılık kaygısı yok, iddia yok, neyse o. Bir annenin çocuğun hayatındaki önemi bir kez daha çekti dikkatimi, neysek bu hayatta en çok annemizin ettiklerinden oyuz aslında, ve annemiz koruduğu kadar korunup onun bizzat verdiği ve/veya izin verdiği kadar zarar görüyoruz. Tavsiye ediyorum okuyun, ama kitabın inceliğine kanıp da bir çırpıda okuyacağım diye kasmayın, bu da benden söylemesi. Seviyorum ben bu kadını ya.

Bu arada kapak tasarımı da çok güzel, anlamlı ve romana çok uygun.

S.59...Ben bazen çok dalgın oluyordum; kafamın içinde kocaman bir dünyayı taşımaktan yorulmuş, aklımdan geçenleri fısıldamış oluyordum farkında olmadan. Yine öyle olduğunu sanmıştım. Bu defa düşündüklerimi usul usul anlatayım istedim. Kör olsa, beni görmese bile, birisiyle konuşmuş olurdum. Çünkü çok yalnızdım ben. Okul yolunda, okul servisinde, okulda, dönüş yolunda, okul formamla gidip çalışmaya koyulduğum Kaplıca Oteli'nde, eve döndüğümde, küçük bir bebek gibi beline kadar çiş kaka içinde kalmış ninemi temizleyip onu beslerken ve onun mırıldanmalarını dinlerken, çıkardığı garip sesleri, her akşam yediğim yoğurt, ekmek ve bir elmayla kendi küçük odacığıma çekildiğimde, ödevlerimi yaparken yalnızdım ben. Yalnız olduğumda canım sıkılmazdı. Canım yanmazdı yalnız olduğumda. Yalnız olduğunuzda kimse size zarar veremez. Şimdi sorarsınız, ağabeyin duman gibi odana süzüldüğünde yalnız değil miydin? Benim anlatmak istediğim, gökyüzünde bir yıldız, hem yalnızdır hem değil. Ormanda bir ağaç, hem yalnızdır hem değil. Bunun gibi.

İletişim Yayınları, 2. Baskı 2010 (1. baskı 2010), 157 sayfa

14 Aralık 2010 Salı

"Bir Doktorla Evli Olmak" yazı dizisi no.2....

Hmmnn nerede kalmıştım şöyle bir göz attıktan sonra toparlamamın zor olacağını anladım, muhtemelen oradan buradan düzensiz ve dağınık bir şekilde devam edeceğim. Bir intern doktorla beraber olmanın derinliklerine inmeyeceğim, tek söyleyeceğim, bir doktorun doktor olmaya başladığı seneler oluyor bunlar, burada iki iyi, birkaç kötü haberim var. İyi haber, ayrıca bir doktora gitmek gerekmiyor evde mevcut, ya da gitmek gerektiğinde zaten hastanede tanıdık doktor olduğundan işler kolay oluyor; kötü haber ise "en çok ben çalışıyorum", "doktor olmayan anlayamaz", "aman allahım yoksa allah ben miyim", "nöbetteyim", "ameliyattayım", "şimdi onla ilgilenemem çok işim var", "bunun için mi aradın?", "zaten anlamanı beklemiyorum", "kalk kalk birşeyin yok, ne hastalar var", "hastanede kadınlar bağıra bağıra doğuruyor...", "ben herşeyi bilirim".....gibi gibi gibi....cümleleri işitmeye başlıyorsunuz. Her bir cümlenin nedenlerini ve sonuçlarını incelemeden önce bir pratisyen hekimin ve tabii ki de o pratisyen hekimin pek delidolu sosyalci sevgilisinin oldukça zor bir dönemi olan TUS  dönemine değinmeden geçmemek lazım. Zira doktor olmayan biri TUS hazırlığını anlamaz, ve zaten pek az doktor sevgilisi bunu anlamıştır. Ve bu blog büyük iftiharla sunar, ben bunu anlamış bir doktor sevgilisi oldum, sonra zaten doktor nişanlısı, sonra doktor karısı oldum, aile içinde, işte, otobüste, dolmuşta, düğünde dernekte hep doktor karısı oldum da sağolsunlar arkadaş eşrafında "ben" olmak kolay oldu.

TUS - Tıpta Uzmanlık Sınavı. Bu doktorlar 6 sene it gibi, affedersiniz, okuyorlar, sonra pratisyen hekim oluyorlar. Pratisyen hekimlik ülkemizde "peeh" diye burun kıvrılan, pek de itibar edilmeyen bir meslek, yoook illaki uzman olacaksın. Herkes kasar, sen kendin kasmasan bile annen baban kasar, sen hala kasmıyorsan kasman için elinden geleni yaparlar, doktor olmayan doktor sevgilililerin çoğu da kasar, ki bunlar çoğunlukla ya ilaççı, ya diyetisyen, ya fizik tedavici, ya da hemşire olurlar, zaten onların da hepsi kasar, genellikle de hiç acı çekmeye bile yanaşmaz acıları kendi kendine ya da sonradan terkedildikleri fedakar sevgilileri ile geride bırakmış, mangırları cebe atmaya hazır uzmanlarla işe girerler, kimse kızmasın istisnalar kaideyi bozmazlar, ama genelde de böyledir. Benimse umrumda değildi, zaten ben tanıdığımda uzun saçlı küpeli birşeydi, nerde okuduğu bile umurumda değildi ki, uzman olsun mu olmasın mı o umrumda olsundu. Hala da değil ya neyse asıl konumuza dönelim...Benim sevgili, toplumsal, ailesel, eğitimsel baskılara pek de farkında olmadan boyun eğip girdiği TUS'u ilk seferde kazanamadı tabii, hal böyle olunca, TUS kursuna yazıldı. 6 ay boyunca sabah 8'de kursa gitti, akşam çıktı, gece evde ders çalışmaya devam etti. Ben de sevgilisi besili inek misali ders çalışan tüm çıtırlar gibi dizimi kırıp yamacında oturdum, kahve yaptım, masaj yaptım, moral verdim, karnını doyurdum, asabiyetlerine boyun eğdim, fedakar kadın kısmının yapması gereken her bir haltı yaptım yani. O, 6 ay TUS'a hazırlandı da ben neye hazırlandım onu bilemedim tabii, en iyi ihtimalle doktor karısı olmaya hazırlanmış olabilirim. TUS'a dair şu an gözümde canlanan sahnelerden biri oturmaktan aldığı bıngıl bıngıl kiloların yanında, poposunda bağsur çıkan sevgilimin sıcak suya oturması ve benim keh keh gülmem; ikincisi ise duvara önü yatağa arkası dönük masasında ders çalışmasıyla benim yatakta serilip sayısız kitap okumam. Ay ne biçim boktan günlerdi ya, hayatımızın en bi baharında eve tıkıldığımıza mı yanmalı, sınavlar diyarı ülkemizin 6 sene inek gibi okudukları yetmiyormuş gibi saçma sapan borulukta bir sınava tabii tutmasına mı yoksa, saç beyazlatacak, basur çıkartacak kadar insanların kendini paralamasına mı yanmalı.

Efendim, sonra, TUS yine olmadı. Yedekten farmakolojiye girildi, başlandı, sevgili mutlu oldu, ben mutlu oldum, aile olmadı, toplum olmadı. "Farmakoloji ne ola ki, hangi hastalıklara bakar ki?" sorularına verdiği cevapların aile eşrafında yarattığı tatminsizlik sevgiliyi mutsuz etti. Fareleri kesip biçmekten, bilimsel çalışmalar yapmaktan ve hatta bulunduğu bölümdeki müthiş kaliteli hocalardan sonsuz keyif alan sevgilinin aklına "hasta bakmak istiyorum ben" kurdu düştü. Bu kurt kendi medikal geçmişinden mi düştü yoksa yakın çevrenin duygusal baskısından mı bilmiyorum, aslında biliyorum da haksızlık etmek istemiyorum, geçmişe mazi derler sonuçta...sevgili bir daha girdi o lanet sınava. Bu sefer hiç çalışmadı. Ve kazandı...kalp damar cerrahisi. Nasıl kazandı derseniz, bu lanet sınavın lanet olası sonuçları iyi üniversitenin iyi bölümüne göre değil de, herhangi bir üniversitenin en çok tercih edilen bölümüne göre yerleştiriyor. Diğer bir deyişle, beyin cerrahisi, kalp damar cerrahisi gibi çok nöbet tutup çok köpek muamelesi gören ama bunun yanında kuş pisliği kadar maaş alan asistanların konakladığı üniversie hastanesi bölümleri tercih edilmediğinden puanları düşük oluyor. Değişik bir bakış açısı yani, anlaşılması mümkansız. Bütün bu süreçte ben ne yaptım peki, herşeye "sen bilirsin sevgili sevgilim" dedim, "her koyun kendi bacağından asılır" demedim keza sonradan öğrendim ki her koyun kendi bacağından asılsa da her cerrah hem kendi bacağından, hem karısının bacağından, hem çocuğunun bacağından asılıyormuş.

Bir tıp öğrencisiyle sevgili olup, bir doktorla nişanlanıp, nihayetinde bir cerrahi asistanı ve onun işiyle evlendim.

Arkası sonra...uykum geldi şimdik...

12 Aralık 2010 Pazar

Kar...

Aralık ayını ışıl ışıl güneşli geçirmek yaramamıştı bana zaten. Biyolojik saatimin tüm dengeleri sarsılıyordu, gönül Aralık ayını, Ankara'ya yaraşır bir şekilde, yağmurlu çamurlu, karlı buzlu, burun donduran, çok gaz yaktıran, çok eksili bir soğukla yaşamak istiyordu. İstekler oldu, Ankara'da dün gece kar yağmaya başladı, lapa lapa hem de. Hava buz gibi ve karlı, ev sımsıcakken bol tarçınlı bozalar içildi; gece iyicene beyazlaşınca yerler dışarı çıkıldı, biralar elde, Tunalı'ya yüründü. Bira ve sigara karnı acıktırdı, yürümekten de ayaklar donup, soğuktan da sırtımızı ter basınca soluğu Bestekar'daki Rumeli'de aldık. İki hüpletince bol sarımsaklı bol sirkeli işkembeyi daha da bir keyiflendik. Uyku iyicene bastırınca, eve döndük, sımsıcak yorganımızın altında kıvrıldık, kendimizi güzel rüyaların kucağına bıraktık. Biz kar yağınca herşeyi unuttuk, mutlu olduk.

7 Aralık 2010 Salı

Az geri dur...bulaşma...uğraşma...sırnaşma...kadın olmanın pre ve post halleri...

Kaç yıldır hijyenik pede saçtığım para yetmiyormuş gibi bir de ruhumu ezen, beni sıkıntıdan sıkıntıya sürükleyen, boğan, çirkinleştiren, sürekli etrafını rahatsız eden kuduz bir köpeğe dönüştüren, yalnızlaştıran, nefret ettiren, bir paket çikolata için ruhunu sattıracak kadar komikleştiren şiddetli PMS çıktı başıma. Şişlikten neredeyse ağzıma girecek ön takımlarım, bozulan cildim, su toplayan vücudum, dar gelen pantolonlarım, düğmesi kapanmayan gömleklerim, kış gecelerinin -10 derecesinde don fanila sokaklarda kosup serinlemek isteyen vücut ısım, uykusuz gecelerim, iyicene yağlanan burnum, ağrıyan başıma rağmen her türlü cinsel fantaziye açıklığım, bir gün boyunca son 10 yılımı sorgulayıp hiç bir işi doğru dürüst yapamadığıma ilişkin sapıkça düşüncelerim ve bunlara inanmam beni nasıl çekilmez, nasıl şikayetçi, nasıl çirkin, nasıl mutsuz, nasıl öfkeli, nasıl ağzı bozuk, nasıl ağlak, nasıl kırıcı, nasıl kırılgan bir şirrete dönüştürdüğünü mü anlatsam,"günaydın" diyen iş arkadaşıma "bu günün nesi aydın" diye tersleyip üstüne bir kusmadığım kaldığını falan? Ya da bütün gün "çirkinim, aptalım, kültürsüzüm, beceriksizim, şanssızım, başarısızım,kararsızım ama zaten karar verdiğim zaman da yanlış kararlar veririm" diye gezip, gece yatağımda nasıl zırladığımı mı? Eskiden böyle değildim ben, azıcık bacaklarım, azıcık başım ağrır, sevgilimin söylediği şeylere hemen alınır, sonra kanar kurtulurdum, öyle karın ağrısından telef falan olmazdım. Klasik adet dönemi halleriydi bunlar.

Ne olduysa çocuk doğurduktan sonra oldu. Postpartum atlatıldı annelik kabul edildi derken, PMS nerden çıktı. Her ayın en az 2 gününü böyle şirretlik yaparak geçirmek zorunda mıyım ben yaaa hem de istemsiz bir şekilde, kadınım diye, 30 yaşı geçtim diye ruhsal buhranlarımla uğraşıp etrafımdaki herkesi rahatsız etmek bir yana illallah ettirmek zorunda mıyım? Bildiğimiz adet hallerinin arızalı bir hali bu PMS, 30-45 yaş arası kadınlarda görülüyormuş, her türlü halt beklenirmiş bu tehlikeli kadınlardan. Tıklayalım bakalım PMS neymiş?

5 Aralık 2010 Pazar

Yeşil Peri Gecesi - Ayfer Tunç

Çok ama çok sevdim bu romanı, her bir karakteriyle. Yaşanan tüm olaylar, karakterler ve mekanlar o kadar gerçek ki bir roman okuyormuş gibi değil de ana karakter çocukluk arkadaşımmış da yıllar sonra oturmuş dertleşiyormuşuz sandım; çocukluk arkadaşım çünkü romanda süregelen zaman dilimlerinde hep aynı yaştayız, dertleşiyoruz çünkü biz yaşadığı kötü olaylardan ders almak yerine onları yaşatanlara hadlerini bildirmek için kendini sabote eden ayrıkotu insanlarız, onu anlıyorum çünkü şimdi bir de anne olmuşum, onun kadar iddialı olmasa da benzer düşüşler yaşamışım. Bu yüzden bu romanda anlatılan sarsıcı olaylar, insanın ruhunda açılan yaralar, modern zamanın ikiyüzlü, kapitalist ve yalancı insanları beni sarsmadı da çok ama çok hüzünlendirdi. Roman boyunca adı geçmeyen arkadaşım ise yazarın diğer romanı “Kapak Kızı”nın kahramanı olan Şebnem miş. “Kapak Kızı”nı okumadım henüz, ama bloglardaki yorumlardan okuduğum kadarıyla bir devam romanı niteliğinde değilmiş “Yeşil Peri Gecesi”, okumadığım için anlamadığım bir nokta olmadı bu romanda, bağımsız olarak da okunabiliyor.

Bu romanla nette kitap yorumlarını okurken karşılaştım, yeni çıkmıştı, hemen aldım. Alır almaz tabii ki de arka kapağı okudum ve biraz hayal kırıklığına uğradım.

“Güzelliğini zehirli bir sermaye olarak kullanan genç bir kadının hayattan öç almak için soyunmasıyla başlayan bir düşüş hikâyesidir Yeşil Peri Gecesi. Modern toplumun ikiyüzlülüğüne, geleneklerin, alışkanlıkların zorbalığına direnen, “farkına varmış” ve bu nedenle acı çeken bir kadının, annesiyle hesaplaşamayan bir kız çocuğunun, okuyanı rahatsız eden ve belki de bu nedenle elinizden bırakamayacağınız öyküsü. Cumhuriyet elitlerinin düşkün kuşakları ile orta sınıfın can çekişen tutunamayanlarının karşılaştığı trajik bir karnavala dönüşen kapak kızının romanı, toplumun ve bireyin ruh haritasını en ince ayrıntısına kadar resmeden Ayfer Tunç’un güçlü anlatımıyla Türkiye’nin çürüyen yüzüne de ayna tutmaktadır.”

Romanı okuduktan sonra ise, arka kapak yazısının romanı okumayan veya okuyup da anlamayan birinin yazmış olduğunu düşündüm. Şebnem i “Güzelliğini zehirli bir sermaye olarak kullanan genç bir kadın” olarak tanımlamak ne kadar alakasız ve bir o kadar da haksız. Böyle bir tanımlamayı “Süleyman Bey” tadında biri yapabilir ancak. Ön kapakta ise yeşil gözlü ve çilli, dik dik gözümüzün içine bakan bir kadın portresi var. Benim gözümde canlanan kadın nedense o olmadı. Romanın ismiyle uyumlu olsun diye mi yeşil gözlü bir kadın portresi koymuşlar onu da anlamadım, zira “Yeşil Peri Gecesi” başlığına uygun olsun diye bu kapak yapıldıysa, o da olmamış bence.

Konuya ilişkin hiçbir bilgi vermek istemiyorum, dili zaten süper de, zamanda birdenbire geri dönüşlerin sıklıkla yapılmış olmasına rağmen okumaya ara verilmiş dahi olsa olaylar ve karakterler karışmıyor, o kadar net her şey. Hiç beklemediğim bir anda ve şekilde mutlu ve umutlu bir sonla bitmesi de derinden etkiledi beni. Ebeveyn olmuş kişilerin insan ruhunu rezil de vezir de edebileceklerini açık ve net önümüze koyan, kendi ruhsal mirasının çocuğuna geçmesinden endişe eden fakat bunun tam tersini hayal etmiş kimseleri ve 70 lerde doğmuş, 80 lerde çocuk, 90 larda genç olmuş herkesi de etkileyecek bir roman ayrıca. Okunmalı, okunmalı, okunmalı…..

S.17 “Ben zaten bu yaşa gelene kadar çok fazla adama âşık olmuştum. Hayata hep kendimi birilerine âşık olduğuma inandırmaya çalışarak tahammül etmiştim. Ama hep birilerine âşık olmaya çalışarak sefil olmuştum. (Aslında âşık olduğum herkes tekti, Ali’ydi.)

Ben kendimi aşkın içinde kaybedemezdim. Ben kendimi hayatın içinde kaybederdim. Âşık “gibi” bir şey olurdum, (bir şey işte.. âşığa benzeyen, aslında değil). Ama sefaletim “gibi” değildi, gerçekti.

S.47 "Osman kötü kokunun kaynğını kurutamayınca, yokmuş gibi yaptı. Banyoda kokulu bir mm yakıyor, içerisi tropikal meyve veya lavanta veya hindistancevizi, limon, çikolata, çilek, vanilya kokuyor, böylece kanalizasyon boruları sızdırmıyormuş, hayatımız bok kokmuyormuş, her şey yolundaymış gibi oluyordu."

S.152 "Osman garip bir karışımdı. Onca bencilliğin, riyakarlığın ve ataletin içinde, saf olan bir tarafı vardı. Ya da ben var olduğuna inanmak istiyordum. Çünkü, Osman'ı bağışlamam gerekiyordu. Başka türlü olamazdı. Başka türlü onunla olamazdım. Allahtan kolayca bağışlayabiliyordum. Hep kolayca bağışlamıştım. Bağışlayıp unutmak hesaplaşmaktan çok daha kolaydı. Bağışlıyordun ve bitiyordu. Başını alıp gitmen, hayatını değiştirmen gerekmiyordu. Kaldığın yerden aynen devam ediyordun. Spotless mind oluyordun. Lekesiz zihin. Ne güzeldi. Sonsuz gün ışığı!"

Can Yayınları, 1.Basım Eylül 2010, 463 sayfa

4 Aralık 2010 Cumartesi

"Anılarımla, anılarımın değeriyle ve onları yüklediğim eşyalarla ilgili bir yazı''

Buğday Tanesi benim bu konuda ne düşündüğümü merak etmiş, çok heyecanlandım, ilk defa bu zincirde bir halka oluyorum. Ve işin diğer bir heyecan verici yanıysa, tam da bu konuya benzer bir konuda yazmaya hazırlanırken konunun bana gelivermesi. Anılarına ve geçmişine takıklık derecesinde düşkün, buna ilişkin fil gibi bir hafızaya sahip, bazen geçmişe dair hayıflanmaktan kendi bile sıkılan tüm diğer insanlar gibi eşya, koku ve şarkılara itinayla anılarımı yükler, saklı oldukları yerlerden bazen isteyerk bazen istemeyerek çıkarırım ya da onlar kendi hür iradeleriyle istedikleri zaman çıkıp ya canımı sıkarlar, ya hüzünlendirirler. Anılarıyla mutlu olamayan bir insanım ben, iyiki de yaşamışım bunları demeyi bir türlü başaramadım, "ne güzel yaşamışım, iyi ki yaşamışım" yerine "neden bitti, neden anıya dönüştü..." diye hayıflanıp üzülmek en can sıkıcı özelliklerimden. İyicene moruklayınca nasıl olacağım çok merak içindeyim aslında. Ha bir de benim böyle ortaokuldan beri ufaklı tefekli eşya, not gibi anı zımbırtıları biriktirdiğim "herşey kutuları"m var, bir dolu ayakkabı kutusu, içinde türlü türlü eşya. Kendi kişisel tarihini ayakkabı kutularında saklayan bir kadınım işte....

Bu kadar çok eşya varken kutularda, ve hepsini buraya yazmak imkansız ve gereksiz olduğundan, anneannem ve dedemin evlerini yıllarca süsledikten sonra benim olan duvar saatine ilişkin yazmak isterim. Bu duvar saati anneannem ve dedemin çarşıdaki evinin L salonunda mutfak kapısı ile arka odalara giden küçük koridorun kapısı arasındaki duvarda oldukça yukarıda asılıydı. Ben o duvarın karşısındaki çekyatta uyurdum, bilir misiniz bilmem de bu saatlerin alt tarafındaki sallanan kol (adını bulamadım bir türlü) sürekli "tik tak" diye ses çıkarır. Bu ses gecenin karanlığında ve sessizliğinde uyumamı zorlaştırırdı, bir de yarım saatlerde bir defa tam saatlerde saat kaç ise o kadar sayıda "ding dong" diye öterdi. Zar zor uyurdum. Sabahları ise dedem kör vakitte kalkar, evin içinde yürüyüş yapardı. İşte o zaman, gözlerim kapalı, kulağımda dedemin terliklerinden çıkan "gırc gırc" sesi, saatin "tik tak"larına karışırdı, burnumda anneannem ve dedemin evlerinin kokusu, o zamanlarda "bu adam ne yürür sabah sabah, bırak dede az daha uyuyalım" diye içimden bağırırken, sonraları bu sabahları çok özlediğimi ve o sabahların tüm koku ve seslerinin bana huzur verdiğini farkettim. Saatin de bir parçası olduğu bu anlar dışında, bu saate takıktım ben, o duvarın altında durur kafamı yukarı kaldırır bakardım. Küçükken dedeme "ben evlenince bu saat benim olsun" dermişim, dedemler gülermiş. Önce dedem öldü, sonra anneannem. Sonra saat benim oldu, evlenmemiştim bile...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...