31 Aralık 2007 Pazartesi

Yeni yıl yazısı..

Kısaca.. bir müsibetin bin nasihatten iyi olduğunu anladım, her yıl başında kendime hatırlattığım, her yıl sonunda da unuttuğumu farkettiğim üzere herkesi kendim gibi sanmamam gerektiğini anladım ama yine sanıcam ben bu sene eminim, sigarayı bırakmanın ne kadar zor ama bir o kadar da güzel olduğunu anladım, deniz kenarında yaşamak istediğimi bir kez daha anladım, en çok da birçok şeyi anne olunca anladım... hayatımın birçok yönden değiştiği bu yıldan da memnun ayrıldığımı hissediyorum :)

2008 den çok birşey beklemiyorum, sağlık, mutluluk diliyorum, bir de kızıma ayıracağım pek mutlu zamanlarım olsun istiyorum... sonra...bu ülkede herşey iyiye gitsin istiyorum, yine uzun bir yaz tatili istiyorum, deniz kenarında yaşamaya dair bir adım atsak istiyorum, 6400 veya daha yüksek isolu fotoğraf makinası istiyorum, kocamın nöbetleri azalsın istiyorum, kırmızı ayakkabı ve çanta almak istiyorum, kardeşim yanıma gelsin yerleşsin istiyorum, daha çok okumak daha çok fotoğraf çekmek istiyorum, kızın duvarına gökkuşağı resmi çizdirmek istiyorum, sayısalda 6 tutturmak istiyorum, sürekli yemek yemek ama kilo almamak istiyorum... şimdi aklıma gelmeyen birsürü şey var onları da istiyorum, isteyenin bir yüzü vermeyenin iki yüzü kara ya o yüzden..... iyi seneler herkese :)

27 Aralık 2007 Perşembe

Hem şekilli hem leziz...

Bu aralar oradan buradan, annelerden, yakını anne olmuşlardan, anneannelerden, babaannelerden süt yaptığını duyduğum tüm yiyecekleri itinayla yiyorum. Bunlardan biri de nişastalı yiyecekler; nişasta içeren yiyeceklerin bolcana süt yaptığını duyunca annem bir koşu ailemizin tansaşına gidip kutu kutu nişasta aldı. Eve gelince ne yapacaksın diye sorunca ben, nişastanın kutusunu gösterip arkadaki tarifi yapacağım dedi. Ben tarifin yanındaki mantarlı fotoğrafı görünce, aynen şöyle deyivermişim "aaa evde mantar var mı ki, nası yapıcaksın?". Sonradan farkettim, gerçekten de mantarla nişastanın ne gibi bir alakası olabilir ki de ben böyle bir soruyla kafamı yormuşum, bilemiyorum... nişasta bildiğim kadarıyla pastada, tatlıda kullanılan birşey, mantarın da yemeği yapılır, böreği yapılır, nişasta ile birlikteliği kel alakadır. Neyse, nişastalı mantar şekilli kurabiyeler pek güzel oldu. Kurabiyelere nasıl mantar şekli verildiği ise oldukça komik, şöyle ki, bir kahve fincanında kahve ile su karıştırılıyor, bir pet şişenin ağzı kesilip alınıyor ve onun ağız kısmı fincandaki sulu kahveye bandırılıp yuvarlanmış kurabiyeler üzerine bastırılıyor. Kurabiye pet şişenin ağız kısmından içeri doğru bombe yaparken kahve de bulanınca mantar şekli oluyor, kırk yıl düşünsem aklıma gelmez yau. Süt bahane kurabiyeler şahane..

10 Aralık 2007 Pazartesi

Neler oluyor...

Sabah saat kaç hatırlamıyorum -bu aralar zaman mevhumum çok karışık- annemle evde çay keyfi yapmaktayız, bir anda yakınlardan bir yerden gelen silah sesleriyle irkildik, annemle birbirimize baktık, çocuklar oyun oynuyor olmalı hani şu çat pat patlayan şeylerle ama sabahın bu saatinde ve hafta içinde de olmaz ki veyahut bir yerlerde tamirat var algımız bizi yanlış yönlendirdi diyorum. Parantez içinde belirtmek isterim memur ve öğrenci şehri olarak tabir ettiğimiz metropol olmaktan çoook uzak bir şehir olan Ankara'nın göbeği denen semtlerden birinde ikamet etmekteyiz. Biraz önce akşam haberlerinde izledim, Ankara'nın göbeğinde bulunan bu semtte canlı bomba olduğu ifade edilen teröristlerin oturduğu ev basılmış, çatışma olmuş, terörist ölmüş, polisler yaralanmış....iki sokak ötemizde....bizim duyduğumuz da ne çat pat oyun sesi ne de matkap sesiymiş, çok saf düşünmüşüz, ses düpedüz silah sesiymiş. Ankara'nın göbeği denen semtlerden birinde sokakta çatışma oluyor, otoparkta bir minibüs dolusu bomba bulunuyor, ne oluyor??? Neye üzülsem bilemedim ben de, ülkecene içinde bulunduğumuz duruma mı üzülsem, yoksa silahlı çatışmaların olduğu bir semtte oturuyor olduğumuza mı üzülsem, büyük şehirde yaşamanın benim için anlamının tamamıyla değiştiğine ve artık ne kadar kof bir anlama sahip olduğuna mı üzülsem, kendimi güvende hissetmemek bir yana kızımı buralarda nasıl büyüteceğimi kara kara düşünüyor olduğuma mı üzülsem...

8 Aralık 2007 Cumartesi

Sabırlı olmayı öğreniyorum...

Annem İzmir'e etrafı kolaçan etmeye, babam ve kardeşimin eve ne türlü haltlar etmiş olabileceklerini kontrole ve bozulan termosifonu da yaptırmaya gitti. Anneme baktıkça görüyorum anneliğin ne kadar zor bir iş olduğunu, oraya koştur buraya koştur herkesi memnun etmeye çalış bu arada kendin olabildiğince mutlu ol, Ankara-İzmir arasındaki yolları tepecem diye yorul, zor valla, neyse ki torununu kucağına alınca dinlenecek olması beni azıcık kurtarıyor anneme karşı duyduğum vicdan azabından. Sınavlardan kafayı yemiş olan kardeşim ve emekliliğe doyamayıp yine işe giren babamın arkasını topladı toplamasına da ben de burda kızımla kafayı yedim. Annem gidince, biz de kızımla daha ilk geceden feleğimizi şaşırdık. Annem yanımdayken yaptığımız iş bölümü, itiraf edeyim, daha çok da annemin yaptığı tüm işler bana kalınca ne olduğumu şaşırdım desem yeridir. Öncelikle, kızım sabaha kadar uyumadı, ben ise onu uyutmak için sürekli altını değiştirip, emzirdim, en sonunda sabaha karşı yorgunluktan uykuya daldı da ben de azıcık yatıp uyuma fırsatı buldum. Bu arada, söylediği şeyi mutlaka yapması gerekecek kadar inatçı ve bu işi de hiç beklemeden hemen yapmak isteyecek kadar da sabırsız bir insan olan ben, şaşırtıcı bir şekilde değişiyorum söz konudu kızım olunca. Hayatta hiç bir durumda ve hiçkimseye karşı gösteremediğim sabrı, kızımın altına yeni bez sarıp daha kucağıma alır almaz kakasını pörtletmesi durumunda altını en az 2-3 kere değiştirmek zorunda kaldığımda, tam bezini açtığımda pörtleterek gecenin bir yarısı belki 2-3 kere üst baş değiştirmek zorunda kaldığımda, emzirirken uykuya dalıp "oh bea uyudu, azıcık ben de kestireyim" dediğim ve yatağına koyduğum anda yaygarayı basması durumlarında gösterebiliyorum. Ve kendi kendime hayret ediyorum, birşeyi yapıcam diye kafaya taktığında geceleri bile uyuyamayan benim sabır sınırlarımı ölçmek için bir çocuk doğurmam gerekiyormuş. Anneliğe dair aldığım bilmem kaçıncı ders: annelik demek bir nevi sabır taşılık görevini büyük bir gayret ile ve sanıyorum tüm yaşam boyunca yürütmek demek. Veeee sevgili anneciğimin ve diğer bütün eşin dostun annesinin hayatımızın belirli aşamalarında, annelere olmayacak hareketler yaptığımızda işittiğimiz gibi :"Anne olunca anlarsın", "Çocuğun olunca görürsün". Kısacası, "Anne yeter artıkın, kızının ve torununun başına gel, işler burda çok karıştı, heryer heryere girdi..."

19 Kasım 2007 Pazartesi

Pembe cüzdan...

"24.10.2007 tarihinde, saat 9.27 de sezeryan ile bir kız çocuğu doğurtuldu" bilgisinin yanında doğuran kişi olarak benim ve raporu isteyen kişi olarak kocanın isminin yazılı olduğu doğum raporumu aldıktan sonra SSK işhanının 5. katında bulunan nüfus idaresinin yolunu tuttum, evlilik cüzdanım ve kimliğimi de yanıma alarak. En son 5 yıl kadar önce cüzdanımı kaybettiğimde geldiğim nüfus idaresine çıkan asansörün milletimizin asansör kullanma yol ve yordamlarını bilmemesinden kaynaklı yavaşlığı (bu millet, beklerken, asansör çağırma düğmesine sürekli basar, asansör hem yukarı çıkarken hem aşağı inerken aynı katta sürekli durur vs vs) ve önündeki 20 kişilik sıra hiç değişmemiş, hala aynı. Bir süre bekledikten sonra binebildiğim asansörde tıklım tıkış zemin kata iki defa inişimiz ve her ikisinde de zemin katta binen olmaması, bu milletin asansör kullanma yetisini ortaya koymakta ya, neyse konu asansör değil :) Nüfus idaresi her zamanki gibi kalabalık, kaaç sene önce de kalabalıktı, ay bu kadar insan her gün her gün ne yapıyor nüfus idaresinde anlamış değilim. Ama her resmi işlemde nufüs kaydı bilmemnesi istendiğine göre bu milletin buralarda sıralanması da normal sanki. Neyse, benim işim başka burada. Numara alınan makinaya doğru gittim, ve "doğum" yazan düğmeye basıp numara aldım ki, makinanın yanında duran görevli "doğum numarası aldınız bayan" diye uyarıda bulundu, ben de yüzümde kocaaaamaan bir sırıtış ile gevrek gevrek ve gayet de uzatarak "eveeeeeet" dedim. Şimdi bu görevli erkek kişi bana neden böyle bir uyarıda bulundu, bende çocuk doğuracak kız tipi mi yok, yoksa ve tercihen anne olmak için çok mu genç görünüyorum??? Genç görünüyorum di mi, evet evet, öyle olmalı. Neyse, 541 no.lu sıra numaramı alıp heyecan içinde başladım beklemeye. Bu gibi durumlarda (sınav başvuru, yurt giriş, ders alma formlarını doldururken de) "amanın bilgileri ve belgeleri yanlış vermeyeyim" paniği yaşamakta, annelerimizden babalarımızdan duyduğumuz "aslında benim doğum tarihim şu ama memur yanlış yazmış, deden yanlış söylemiş" gibi gerçek yaşam hikayelerinden birini de tecrübe etmek istemediğimden kelli doğum tarihini içimden tekrarlamaktayım. Şükür sıram çabuk geldi, 16 numaralı bankodan çağrılınca koşturaraktan gittim memura, sonra bir bey uyarınca farkettim ki belgelerimi sıkı sıkı tutarak koşarken elimdeki atkımın bir ucuyla da yerleri süpürerek gelmiş, yolun ortasında boylu boyunca bırakmışım cart portakal renkli, fırfırlı atkımı. Ay bi de anne olucam yahuuu...atkıyla yerleri süpüren anne...

Doğum raporunu uzattım memura, tıkır mıkır bir işlemler yapıp önündeki ekranda, bana geri verdi raporu ve arkasına bebeğin adı, soyadı, doğum tarihi, dinine ilişkin bilgileri yazmamı istedi. Yazdım, yazdıklarımı da kırk kere kontrol ettikten sonra geri verdim. Benim nüfus cüzdanım da gerekiyormuş onu da verdim. Tıkır mıkır işlemlerden sonra memur "şimdi sesli söyleyeceğim bilgileri iyi dinleyin ve onaylayın, işlemi onayladıktan sonra değiştiremiyorum, ancak mahkeme kararıyla değiştirebilirsiniz" demez miiii, amaneeey, sen bunu bana demeyecektin memure hanım, ben ki altı üstü iki evrağı buraya kadar kırk kere kontrol edip getirmiş bir insanım, bir de mahkeme kararı falan diyorsun, sonrasında" aa bebeğinizle adım aynı" cümlesiyle aramızda kurulmuş olan güzel iletişim benim size bu bilgileri 2 kere okutmamla, hatta arada bir iki bilgiyi duyamadığım için ekstra tekrarlatmamla bozuldu ya neyse. Bilgileri teyit için okurken farkettim ki bizim kızın doğum yerine memur "Altındağ" diyor, hemen aynı panikle atladım ben tabii, "ayyy Altındağ neresi, Altındağ değil Ankara Ankara" diye. Meğer artık nüfus cüzdanlarına ilçe adı yazılıyormuş, Hacettepe de Altındağ ilçesine bağlı olduğundan bizim kız Altındağlı oldu. Bebeğimizin kaydını evlilik cüzdanımıza da yaptırdıktan ve bir nüfus idaresi macerasının ardından, pembe nüfus cüzdanımızı aldım kendi nüfus cüzdanımın yamacına koydum hep korusun gözetsin diye... Hayırlı uğurlu olsun kızımıza, nice üniversite kayıtlarında, savcılıktan nice temiz kağıdı alımlarında, nice pasaport başvurularında, ve daha aklıma gelmeyen nice işlemde kullanmak nasip olsun inşallaaaah.... Amin...

1 Kasım 2007 Perşembe

Lohusayım, kafamda kırmızı kurdelam..

Son birkaç yıldır hayatımda süregelen değişimlerin en büyüğü ve en güzelini kucağıma alalı neredeyse iki hafta olacak. Bu iki hafta içinde yazılacak anlatılacak çok şey oldu, ne var ki, bırak bilgisayar açmayı aynada yüzüme bakmayı bile unuttuğum bu iki hafta çok çabuk, evin içinde sürekli koşturarak, ilk defa geçirilen bir ameliyatın acılarını dindirmeye çalışarak, tam gün annelik mesaisiyle geçti ve geçmekte. Doğumum sezeryan oldu. İyileşene kadar canım çıktı. Sezeryanla ilgili tek endişem genel anestezi altında uyumaktı, tamamen bilinçsiz, tamamen kontrolsüz. Fakat, spinal anestezi ile yapıldı doğum, doğum anlarının çok çok zevkli olduğunu söylemeliyim, acısız bir şekilde doğuma tanık oluyorsunuz, bebeğinizi gayet bilinçli bir halde görüyorsunuz, fakat sonrasında yapılan ağrı kesicilerin etkisini yitirmesinin ardından yaşanılan acı bir ağrı kesici iğne daha yapılmasını isteyerek dindirilebiliyor ancak. Söylenenler doğru, sezeryan ile olunca doğum, anne bebekle hemen iletişime geçemiyor, karında dikiş olunca doğrulmak sorun oluyor, emzirmek sorun oluyor. Siz ameliyatın verdiği yorgunluktan sıyrılmaya, çektiğiniz acıya dayanmaya çalışırken, aç olan bebeği doyurmak üzere bütün bayan eş dost akraba tarafından çekiştirilen organlarınızın (ben onları kutsal olarak tanımlıyorum artık) acısına da dayanmak zorunda kalıyorsunuz. Neyse, bu acılı günler geride kaldı :) Sonrasındaki günler ise anneliğe alışmakla ve lohusalık adı verilen nispeten zor olduğunu düşündüğüm dönemle geçiyor. Ben lohusalığı bedeni sürekli olarak sıcak basması buna rağmen bebekte gaz yapmaması için sıkı sıkı giyinmek durumunda kalınmak suretiyle basan sıcağın cehennem ateşine dönüşmesi ve geceleri görülen kabuslar olarak tanımlıyorum. Anneliğe dair ise hergün yeni bir şey öğreniyorum. İlk günlerde beceremediğim alt değiştirme ve bebeğin kollarını kazaktan geçirme işlerini oldukça becerikli ve nispeten daha kısa sürede yapabiliyorum. Sütüm olsun diye annem tarafından önüme konan neredeyse herşeyi yiyorum, hala 7 kilo fazlam vaaarrr, nasıl verilecek bu kilolar, bu kadar çok yerken??? Bu kadar yoğun geçen günlerde baş yardımcım, daha doğrusu işleri idare eden ve benim daha çok asistanlığını yaptığım annem yanımda olmasaydı kiloları düşünecek halim hiç olmayacaktı ama, iyi ki varsın anne, ve iyi ki yanımdasın anneliğimde.

Bütün bunların dışında, hamilelik boyunca çok da muzdarip olmadığım aşırı duygusallık durumu anne olduktan ve bebeğimi kucağıma aldıktan sonra gelip içime oturmuş olmalı ki, burnumda sürekli bir koku, Deniz'in kokusu. Hayatta hiç yaşamadığım bu "burnumda bir kokunun sürekli varolması durumu", sanıyorum artık anne olduğum anlamına gelmekte....

21 Ekim 2007 Pazar

The Fountain

Ben bir aşk filmi olduğunu düşünürken internette yaptığım birkaç okumadan sonra aslında bu filmin bir bilim kurgu olarak geçmesi neyi gösteriyor acaba, filmi seyrederken çok da anlamadığımı kendime itiraf etmiştim zaten ama... İlk yarım saatini öf pöf diye seyrettiğimiz fakat koltuktan kalkıp da cd yi değiştirmeye üşendiğimizden, zaten daha sonra da filmin ilginçliğinden ve bizi sarmalamasından kelli sonuna kadar seyrettik. Ve taaaa ertesi akşam kocayla birbirimize ne güzel filmmiş diyebildik. Filmin yönetmenlerinden biri olan Darren Aronofsky'nin 1998 yılında gösterilen Pi'nin yönetmeni olduğu da ortaya çıkınca filmi neden çok da anlamadığımız ortada aslında. Anlamamaktan ziyade yazılmış tüm kritiklerin aksine ben bambaşka anlamışım, ne anlamışım, şöyle ki geçmişe yönelik anlatılan hikaye Tomas'ın karısının yazmış olduğu roman, şimdiki zaman zaten şimdiki zaman, geleceğe yönelik anlatılan hikaye ise Tomas'ın karısının kitabının sonunun nasıl getirdiği. Ve aslında tüm zamanlarda süregelen bir ölümsüzlüğü arama macerasının anlatımı. 3 farklı zamanın anlatımını bilim kurgusal olarak değil de gayet duygusal olarak yorumlamış olmamı hamileliğime mi versem ne yapsam...Seyredilmeli diyorum, belki bir kez daha ucundan kıyısından ısırırız bu filmi de daha iyi anlarız.

5 Ekim 2007 Cuma

Hop hop gezememek, sek sek sekememek...

Karnımın bu kadar büyüyeceğini düşünmemiştim açıkçası. Oturduğum koltuklardan kalkamayacak, sağımdan soluma zar zor dönecek, yarım saat yürüyüşün ardından yorulacak, başımı koyduğum her yastıkta uyuklayacak hale gelmek beni çok bozdu ne yalan söyleyeyim. Her yere koşarak giden, koç burcunun tüm enerjisini bünyesinde toplayan, hamileliğin bugününe kadar da bar bahçe gezen ben hamileliğin son 20 gününde bu hale geldim işte. Aslında hala dirençliyim ki geçen gün Kızılay'da 4 saat gezmişim, hala evde harıl hurul tercüme yapmakla uğraşıyorum sıkılmayayım diye ama... yok yok nerde eski enerjim, aslında içimde o enerji yerli yerinde duruyor ama bedenen mümkün olmadığından durum sıkıcı bir hale geliyor. Bir de çok fena kabuslar görmeye başladım, böyle abuk subuk, moral bozucu. Sabırsızlanmaya başladım(k) artık, doğsa da sevsek moduna girdik karı koca. Annemle hastane bavulumu hazırlamaya başladık, nispeten tamamladık sayılır, o da garip bir duygu oldu. Aniden doğuracak olursam o bavulu nasıl taşıyacağız pek anlamadım, çünkü benim tatile giderken içine herşeyi doldurduğum bavullara benzedi kendisi ama neyse, söylenenlere göre içindeki herşey lazım oluyormuş. Ben bebeği sakin tutmaya çalışıyorum aman sezeryanı bekle diye, annem sesleniyor "aman hayırlısı olsun kızım" diye. Ee orası öyle, hayırlısı o ise öyle olsun napalım. Zaten ben hem sezeryandan hem de normalinden tırsıyorum ya, orası ayrı. Hastaneye yatacak olmak bile tümden rahatsız ediyor ya beni, hayırlısı olsun...Kucağımıza alalım da biz bebeğimizi gerisi hallolur herhalde..

27 Eylül 2007 Perşembe

Belleğin Kış Uykusu - Mehmet Eroğlu

Oldukça geniş bir okuyucu kitlesine sahip olan Mehmet Eroglu'nu maalesef yeni tanıdım. Hem de onuncu romanı ile...Kendisini okumaya en son romanından başlamış olmam, üstelik yazar hakkında çok da fikir sahibi olmamam romanın karmaşık kurgusu içinde ara ara kaybolmama neden oldu. Bir gün belleğini yitirmiş olarak, ismi bile hatırlamayarak uyanan Bay M, yanında hazır duran bavulu ve tren biletini görünce, belleğini yitirmeden önce hazırlık yapmış olduğunu ve belki birşeyler hatılamasına yardımcı olabileceğini düşünerek bu yolculuğa çıkmaya karar verir. Tren Bay M'nin hem geçmişe hem de geleceğe doğru yapacağı yolculuğu simgeler. Bu yolculuk sırasında trende değişik insanlarla karşılaşır ve bu insanlarla yaşadığı geri dönüşler sayesinde hem okuyucuların hem de Bay M'nin belleği tazelenmeye başlar. Bu tren her bir vagonunda ve kompartımanında farklı dünyaları yaşandığı, camlarından hiçbir şey görünmeyen ve sürekli karanlıkta yol alıyormuş hissi uyandıran, hiçbir durakta durmayan bir tren; Bay M ise bu yolculuk esnasında sürekli gençleşmekte. İlk başlarda nereye varacağını anlamadığım kahramanın giderek gençleşmesi romanın sonuna doğru açıklığa kavuşuyor. Yolculuğun sonunda kendisine sunulacak iki seçenek için gençleşmektedir, acısız farklı bir yaşama devam etme veya acı ve üzüntüleriyle kendi yaşamı. Acısız bir yaşamın olduğu dünyaya dair bölümleri çok sevdim, karın yağmurun olmadığı, Romeo'nun ve Anna Karenina'nın hiç tanınmadığı bir dünya. Yazar şöyle diyor bir röpörtajında: "Acıdan kurtulmak için önce acının anlatılması gerek. Acının varlığının kabulü önemli bir adım. Benim “Belleğin Kış Uykusu”nda yapmaya çalıştığım da bu. Mutluluk kısır ve geçiciyken, acı yaratıcıdır. Hem unutmayın, tüm büyük insanlık projelerinin, iyiliklerin ardında derin acılar vardır. Tüm erdemlerimiz, vicdanımızda barınır ve hemen hemen hepsinin anası merhamettir. Merhamet ise ancak acımak, yani acıyı bilmek ve tanımakla mümkündür. " Eroğlu'nun diğer romanlarını da okuyacağım. Tavsiye ederim, çok keyifli.
Agora Kitaplığı, 3. Baskı 2006, 275. sayfa

12 Eylül 2007 Çarşamba

Hamilelik Üzerine

Tam tamına 32 haftadır bu hamilelik macerasını yaşıyorum. Hamilelikte hafta üzerinden konuşuluyor, toplamda 40-41 haftadan oluşuyor. Bu sürenin çoğunu aştım ve neredeyse sonuna geldim. Bugüne kadar bu konu üzerine yazacak çok şey duydum, gördüm ve hissettim ama nedense elim varıp da yazamadım. En son doktorum "nasıl doğum yapacaksın?" diye sorduğunda zamanın neredeyse dolduğunu ve artık hayatımıza 3 kişi devam edeceğimizin ayırdına vardım. Ufak cadıya yer açmak için evimizde değişiklikler yaptığımız, hiç bilmediğimiz şeyleri de öğrendiğimiz, annemin bir usta edasıyla yanımda olduğu bu zamanda ben sanki yeni yeni farkediyorum anne olacağımı. Ve bu farkedişin sonunda kendimi ne korkmuş ne de sinmiş hissediyorum, evet belki arada bir biraz panikliyorum ama yine de merak ediyorum. Anne olmaktan ziyade annemin artık yaşı geçtiği için, erkek kardeşimle kendime oyun arkadaşı olarak bir kız çocuk doğurduğum hissi hala içimde. İşin eğlencesindeyim yani, zorluklarını şimdilik düşünmüyor, kendimi kasmıyorum desem yeridir. Herşeyin nasıl düşünürsem öyle olacağına dair güçlü bir inancım var, umarım öyle olur. Hatta abartıp ilk 3 ayda midemin bulanmamasını da buna bağlıyorum desem; hamile olduğumu ilk öğrendiğimde midem de bulanmayacak kendimi iyi hissedeceğim şeklinde kendimi telkin ettiğim için mi ilk üç ay zor gelen tek şey sürekli uyuma isteği oldu; yoksa bu tamamen fizyolojik mi? Neyse, o kadarını bilemiyorum. Bazı kişilerde kabus gibi geçerken ilk 3 ay, beni sadece uyuttu, ee uyumak da güzel birşey.

Hamileliğin bir kadının hayatında yaşayabileceği en büyük tecrübe olduğunu biliyorum artık, ve bütün kadınların bu tecrübeyi yaşamasını, yaşayabilmesini diliyorum. Normal hayat koşullarının dışında yaşamak değil ama, hayatın içinde, birlikte yaşayabilmek, yanınızdaki adama da bu tecrübeyi hissettirebilmekten bahsediyorum, çünkü kadınların çoğu bunu kendi başına yaşıyor olduğunu iddia etse de yanınızdaki adamın da hayatının en büyük tecrübesi olduğunu unutmamalı, onunla birlikte yaşamalı. Geçen 7 ay içinde bu tecrübeyi abartan, vıcık vıcık bir duygusallık ve sömürü içinde yaşayan ve böyle yaşanmasını salık veren birçok kadınla karşılaştım. Bu kadınların bazılarını tanıyorum bazılarını ise hiç tanımıyorum. Hamilelik öyle birşey ki, daha önce bunu tecrübe etmiş kadınlar arasında görünmez bir bağ oluşturuyor, bu görünmez bağ şiş karnınızla birlikte sizi heryerde takip ediyor. Dolayısıyla tanıdık tanımadık herkesten birşey duyuyorsunuz. Hele de hamile olmasına rağmen benim gibi gezmesinden tozmasından, barından restoranından, tatilinden denizinden geri kalmamış biriyseniz.

Abartan dedim ya, aman sen çok gezme, aman sen denize neden giriyorsun, aman onu niye yedin gibi sürekli didikleyen bir kadın grubu var, efendim şimdi şöyle, benim de bir doktorum var, ben de okuması olan eğitimli bir bayanım ve bu çocuğu kazayla değil isteyerek yaptım, bu yüzden kafama göre değil doktoruma sorarak yapıyorum ne yapıyorsam deyip tersleyemiyorsunuz tabii. Bir örnek vereyim hemen, Tansaş da alışveriş yapıyoruz, ton balığı doldurmuşum sepete...her hafta balık pişiremem ya evde, sırada beklerken arkamdan ciyak bir ses "bunları siz mi yiyorsunuz?" diyen, benden gelen cevap "eveeeet", kadın üsteliyor "yemeyin", ben yılmıyorum "neden?", kadında inatçı "hamilesiniz çünkü", bende koç burcuyum boru mu "eeee", kadın ne burcu bilmiyorum ama "civa var bunlarda, doktorunuz söylemedi mi, çok zararlı", ben "benim kocam da doktor kardeşiiiim, iyi ki yanımda değil şimdi yoksa sen bitmiştin (kocamı tanıyanlar bilir), hem sana ne ne yersem yerim, sana mı sorcam" demedim tabii, "peki" dedim. Sonra sordum da, yokmuş öyle birşey. Alkol, sigara, çiğ et, sakatat tüketimi dışında herşey yenebilip içilebiliyor efendim. Daha çok anım var bu konuda ama yetmez buralar dar gelir.

Bir de bencil bir kadın grubu var. Önce örneği vermek istiyorum, yazlıktayız, annemle yürüyüş yapıyoruz. Yaklaşık 2 yaşında çocuğu olan bir tanıdığın kızı yaklaşıyor "ne güzel hamilelik, tadını çıkarın. Sadece size ait, kimseyle paylaşmak zorunda olmadığınız bir duygu" demez mi? "Ay kusura bakmayın, ben sizin gibi tek başıma yapmadım bu çocuğu" demedim tabii. Karısıyla beraber bu tecrübeyi yaşamayan yaşayamayan erkekler var mutlaka dedim kendi kendime, kadınlar o yüzden böyle düşünüyor. Erkeklere attım yani suçu, kolayıma geldi. Acaba biz kadınlar bazı şeyleri çok mu fazla üzerimize alıyoruz, paylaşmıyoruz sonra da bok atıyoruz. Ayrıca, ev işlerinin paylaşılmamasından şikayet eden de kadınlar değil mi, ee şimdi ne bu çelişki. Sen karnındaki çocuğunu, içindeki hisleri paylaşmak istemezken, ev işlerini neden paylaşmak istersin ki? Anlamadım ki ben bunu.....

Bir grup daha var, o da sömürgeci kadın grubu. Öncelikle kocasına ve etrafındaki herkese her türlü nazı yapan, olmadık isteklerde bulunan ve böyle olmasını salık veren bir kadın grubu. Aşermekten bahsederken, ben gecenin bir yarısını canımın birşey istemeyeceğinden çünkü kocanın çok yoğun çalıştığını, neredeyse 72 saat hastaneden çıkmadığını söylediğimde, karşımdaki aynen şöyle dedi "ne olacak canım, çalışırsa çalışsın sen de onun çocuğunu taşıyorsun karnında. Kalkıp alacak canın ne isterse. Ohh ne güzel kadınlar onca ağırlık taşısın, erkekler rahat tabii." Ben yine ağzım açık kaldım. Yine suçu atıverdim, eşlerine normalde çok kötü davranan erkekler olmalı ki, hamilelik dönemindeki toleransı olabildiğince kullanan kadınlar var. Yine bilemiyorum maalesef, neden böyle? Verecek cevabım vardı tabii ama karşımdaki anlarmıydı bilemiyorum. Bu çocuk ne benim çocuğum, ne de kocanın çocuğu, bu bizim çocuğumuz. Lütfen bırakalım bu sömürüyü, böylesine sömürüyle doğurduğumuz çocukları aynı şekilde yetiştiriyorsak çok yanlış yapıyor olmalıyız.

Bu tip o kadar çok tanık olduğum sohbet var ki, dediğim gibi yerim yetmez, dar gelir, dolar taşar bu blog.
Şu da var tabii; gerçekten de hamilelik döneminde ilgi görüyorsunuz ve her dediğiniz her istediğiniz yapılıyor, bazen çok alıngan ve duygusal olabiliyorsunuz ama bu kadar da abartmayalım yahu...

Bir de hamilelik ve doğumla ilgili garip laflar duydum:

Yüklü olmak: Hiç sevmedim bu lafı, yüklü ne demek yahu...
Çatlamak: Çok komik buldum bunu, tavuk muyuz neyiz...

İşte böyle...


Belki sonra biraz daha yazarım..

Hem daha doğum gibi tırstırıcı bir olay varken önümüzde...itiraf ediyorum biraz tırsmış durumdayım...

Ekmek makinamız

Annemin evlilik yıldönümümüz dolayısıyla hediye ettiği ekmek makinamızla harikalar yaratıyoruz desem yeridir. Herkese tavsiye edilir. İçinde ne olduğunu bildiğiniz tertemiz ekmeği yemek pek güzel oluyormuş. Tam da mahallemizde ekmek aldığımız fırın hakkında duyduğum kötü söylentilerin üzerine ekmek makinası harika oldu. Ekmek makinası denen şey normal mutfak araç gereçlerine göre büyük bir makina, mutfak dolaplarında kendisine yer ayırmak gerekiyor, öyle tezgaha koyayım dursun olmuyor maalesef. Makinanın yanında, mutlaka, içinde birçok ekmek tarifinin bulunduğu kitapçıktan bulunuyor. Tarifler oldukça kolay, zaten ekmek yapmak da kolay. Kek yapmak falan gibi yok karıştır, yok sırasıyla koy gibi zorunluluklar yok. Tarifte yazan ne ise makinanın kabına koyuyorsunuz, kabın içinde malzemeyi karıştıran bir aparat var gerisini o yapıyor. Yani, makina karıştırıyor, yoğuruyor ve pişiriyor. Yanlız süreler biraz uzun en küçük ekmek yaklaşık 2,5 saatte pişiyor. Aslında normalden daha pahalı ekmekler üretmiş oluyorsunuz ama bence değer, çünkü hem tadı enfes oluyor hem de içindeki malzemeler sağlıklı. Ayrıca, bu makinada hamur yoğurulabiliyor ve kek yapılabiliyor. Hepsi nefis oluyor. Öyle çok pahalı makinalar da değiller, bizimkisi Sinbo ve gayet de güzel, sorunsuz çalışmakta.

30 Ağustos 2007 Perşembe

Üzüldük...

Yazsam mı yazmasam mı diye çok düşündüm. Hayatı güzelliklerle, gülücüklerle doldurma çabası günlüğüme de yansımış olmalı, ya da daha farklı bir açıdan bakarsak korkuyor muyum yazmaya, bilemedim. Neyi yazmaktan bahsediyorum, genç yaşında (29) trafik kazasına kurban verdiğimiz Öznur'un ölümü üzerine hissetmiş olduklarımı yazmaktan bahsediyorum. Öznur eş tarafından kuzenimiz, kendisiyle olan ilişkim sonradan edinilmiş akrabalık düzeyinden ileri gitmedi ama yine de kendisine özgü birtakım lafları hatırımda yer etmiş. Kaldı ki, gencecik ölümler hep yüreğimizi parçalamaz mı zaten, böyle yarım kalmış hayatlar, koparılan yerleri hayat boyu acıyacak anne, baba ve kardeşler. Hepimiz hem üzüldük hem büyük şaşkınlık yaşadık bu beklenmedik kaza sonucunda, ve sonuç olarak kendisinin huzur içinde yatmasını, geride kalanlara ise sabır vermesini diledik.

22 Ağustos 2007 Çarşamba

Annemin Tavuklu Nohutlu Pilavı

Henüz anne mantısı açmayı cesaret edip denememiş olsam da, çocukluğumuzdan beri annemin yaptıgı, evde şenlik havası estiren yemekler serisinden seçtiklerimi yapmaya çalışmaya başladım sayılır. Ve ilk seferde de başardım desem yalan olmaz. Koca bile şaşırdıysa bu duruma, hakkaten öyledir. Çok da güzel olmuştu söylemesi ayıp, kendim de şaşırdım. Annemin tavuklu nohutlu pilavı bizim ailede neredeyse mantımızdan hemen sonra gelir. Tencerenin dibine önce haşlanmış, didiklenmiş tavuk etleri yerleştirilir, aralarına haşlanmış nohutlar serpilir, sonra üste priniç konur ve tavuğun suyuyla bir bardak pirince iki su bardağı olacak şekilde pişirilir. Yarım saat kadar sürüyor pişmesi, piştikten sonra da böyle tencereyi ters çevirip tabağa koyarak servis yapılıyor, çok afilli görünüyor. Ters çevirdikten sonra üzerine tereyapı kızartıp dökülebilir ayrı bir lezzet veriyor. Veee, ben bu yemeği yaparken hiçbir falso yapmadım mutfakta, gayet temiz, gayet aklı başında çalıştım. Aferin bana.

20 Ağustos 2007 Pazartesi

Ölü Erkek Kuşlar - İnci Aral

İnsan hep böyle romanlar okumak istiyor, hep böyle yazar anlatırken kaybolayım istiyor. İnci Aral da neyi anlattığından çok nasıl anlattığını sevdiğim yazarlardan. Hani şöyle alsa eline kalemi de hergün ne yaptığını yazsa, en sıradan gününü anlatsa, çok güzel anlatır, öyle güzel anlatır ki bazen başa dönüp birkaç kere daha okumak, başa sarıp sarıp dinlemek gelir içimden. Bilmem anlatabildim mi, işte o kadar seviyorum ben böyle yazarları ve onların tüm romanlarını. Ölü Erkek Kuşlar, Suna isimli genç bir kadının kendi başına ayakta durmasını, yaşadığı çelişkileri, kadın olmanın psikopat hallerinin yanında, biri tutkuyla aşık olduğu sevgilisi diğeri sevgiyle bağlandığı kocası olan iki erkeğin hayatlarını, düşüncelerini irdelemekte. Tutkuyla aşk yaşamak ve sevgiyle bağlı olmak tanımlamalarını özellikle seçtim çünkü romanda Su ve Na'nın bir türlü anlaşamadığı, paylaşamadığı tanımlar bunlar, ya da ben öyle yorumluyorum. Ve düşünmeden edemiyorum, insan kocasıyla tutkulu bir aşk yaşayamaz mı? İlla ki günün birinde kardeş mi olur karı-koca? Peki, öyle olursa bu kötü birşey mi? Kadınların soruları bitmez efendim. Bu roman alınsın okunsun diyorum, aşağıda da bir altı çizilmiş var, pek de güzel yazılmış.

"Bellek, belli bir an belli bir yerde takılıp kalır. Bir sabah ya da geceyarısı, kar kokan bir öğleüstü, bir yaz akşamı; bir sokak ya da oda kapısında, bir lokanta masasında, güneşi emmekten yorulmuş bir dal ucund takılır kalır. Çok sonraları o yerin ve o anın fotoğraf durağanlığı ile belleğinize işlenmiş olduğunu görür ve orada, o anda bir daha hiçbir zaman o eski siz olmamacasına derin, köklü ama adını koyamayacağınız bir değişim geçirmiş olduğunuzun ayrımına varırsınız."
Epsilon, 16. Baskı 2003, 400 sayfa

8 Ağustos 2007 Çarşamba

Sular bu gece gelir mi?

Kıştan beri konuşulan su kesintileri Ankara'da bu hafta itibariyle uygulanmaya başlandı. Daha önce yaşamadık mı, yaşadık biliyoruz, kaç sene önce hatırlamıyorum ama gün aşırı kesintiler olmuştu. Bu sene, 2 günlük periyodlarla su olmayacağı duyuruldu, su verilme programları yayınlandı ama o da ne birçok semt her iki programda da yer alıyordu, dolayısıyla kendi adıma ve kendi semtime göre konuşayım, bilemedim hangi gün başlıyor kesinti bizim evde. Bir de duyurunun üstüne yazmışlar "Bazı Semtler semt içindeki yükseklik farkları nedeniyle iki listede de yer alsa da, sadece bir bölgedeki kesintiye maruz kalacaktır." eee, ne açıklaması şimdi bu, biz bir nane yiyoruz onu da biliyoruz açıklaması, orasını biz anlamıştık zaten de bizim evde ne zaman kesilecek kardeşim... bunu bilemediğimizden 31 Temmuz akşamı, noolmaz noolmaz diye, bulaşık makinası gereksiz yere 2 defa, çamaşır makinası kimbilir kaç gereksiz defa çalıştırıldı. Su ile ilgili tüm işler tamamlanıp yatıldı, sabah bi kalkıldı ki sular gitmemiş,artık buna tühlensek mi sevinsek mi bilemezken şimdi anlıyorum ki sevinmek lazımmış, çünkü kesinti programının 2.kısmında yer almak bir lüksmüş efendim, 1. kısımda yer alanlar boru patlaması nedeniyle 4 gündür su alamazken biz normal programda 2 gündür sususuz, ve çok şanslıyız. 06. Ağustos gecesi patlayan borular bizim tarafta suların 24 de gideceği yerde 22 de gitmesine neden olurken, gece 24 de su alması gereken yerler susuzluğa gömüldü. On kere çalışmasın makina da suyu boşa akıtmayalım diye hala kendi çapında direnen ben o gece 23 sularında çalıştırmayı planladığım ağzına kadar bulaşık dolu makinayla öyle kalakaldım 2 gündür. Musluklu bidon da almamışız ki, elimizde yıkayalım. Suların ne zaman geleceği belli değil nihayetinde, 3 gün daha su olmayacakmış söylentileri ortalarda dolaşırken, tuvalet için stokladığımız su tahminen bu gece bidonun dibini görecekken ve ben muhtemelen içme suyu sipariş edip onu tuvalete kullanmak zorunda kalacakken, güzide belediyemizin web sitesinde okuduğum “Boruların tamiratından sonra, tüm Ankara doyana kadar kesintisiz su verilecek. Daha sonra da kesinti programına devam edilip edilmeyeceğine karar verilecek.” yazısına gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum.

2 Ağustos 2007 Perşembe

Sıcaklara Dayanamayınca...

Ankara daha bir sıcak olunca, ev en üst katta olup kışın ekstra soğuk, yazın ekstra sıcak olunca, hamile olup sıcağı daha yoğun hissedince, geceleri uyumak hayal olunca Arçelik'in yolunu tuttuk. Yaptığımız ön araştırmada her ev aletinde olduğu gibi en uygun fiyatların Arçelik'de olduğunu, ve alanların memnun olduğunu öğrendik. Bu kış başımdan bir de kombi felaketi geçmiş olduğundan öncelikle dükkana ucuz beklentilerle gidip sonra morarmadım. Klima pahalı bir ev aleti olarak küresel ısınmanın fasulye fiyatlarından sonra attığı ikinci kazık olarak yaşamıma girdi. Aslında, şöyle bir durum da var, ucuza büyük marketlerde falan satıyorlar, televizyonlarda reklamlarını yapıyorlar ya, 300 ytl ye düşen fiyatlarla klimalar diye, hepsi yalan onların. Yok mu ucuz klima, var tabii, ama enerji sınıfı artık ben diyeyim E sen de Y, yani çok elektrik harcıyor, filtresi falan yok, gürül gürül su motoru tadında çalışıyor. Ama bizim gibi A sınıfı olsun fatura az gelsin dersen, evde alerjik bir hamile var filtresi de olsun dersen, aman sessiz olsun dersen güzel bir para bayılıyorsun; biz taze taze bayıldık. Bir de şöyle bir durum var,bayilerin elinde klima kalmamış olabiliyor veya 1 hafta sonrasına montaj tarihi verilebiliyor. Tabii parayı bayılmadan önce bunun montaj günü pazarlığını da yaptık bir güzel, aldık montaj gününü erken bir tarihe, aman ne keyifliyim ne keyifliyim. Kombi montajı sırasında başıma gelenleri hemen ne çabuk unuttum ben böyle. Neyse, dün geldi sevgili Arçelik servisi. 2 tane bey, biri genç çırak diğeri usta hem seviyor hem dövüyor. Önce şaşırdılar tabii küççücük, sıkış tepiş evimizi ve bizim o eve ne kadar çok eşya tıkıştırdığımızı görünce. Evlenirken mobilyaları getiren ustalar gibi, kombi ustaları gibi, klima ustaları da bu eve bunu nasıl takacağız çelişkisini yaşadılar tabii, oturdular kara kara düşündüler; hayır, biz akıllı karı-koca da keşif yaptırmamışız ki önceden. Eevet, sinirler yavaş yavaş gerilirken bende, salonda montaja başlandı. Klimalar evin içinde böyle çok hoş bir görüntü oluşturuyor ya, işte oranın montajı hiçbir şey değil, asıl dışarda duran klimadan büyük olan zırt makinası var ya, işte onun montajı evi de bitirdi beni de bitirdi. Bak yine sinirleniyorum yazarken, artık benim şanssızlığımdan mıdır, yoksa evin şekilsiz ve küçük olmasından mıdır, yoksa benim bu evle yıldızımın bir türlü barışmamasından mıdır nedir, ustalar duvara açacakları küçük bir delik ile klima kablolarını dışarı üniteye verecekken, matkap biranda sert bir yere geldi ve durdu. Koskoca duvarın bizim deldiğimiz yerinde bir ahşap takoz durmuyor mu, usta mecburen o takozu çıkarmak için deliği büyüttü de büyüttü ve sonrasında klasik sinir gerilmeleri başladı. Sonra sırasıyla, dış üniteyi balkona yerleştirken balkona dükmedikleri moloz kalmadı, diğer klimayı takarken yatak odamızı mahvettiler, sonra süpürmeden gittiler, evde oturacak yatacak yer bile kalmadı, bir elektrik süpürgesi tutayım, oturacak yer olsun derken süpürgenin torbası delindi her yer duman ve toz oldu....... Ve ben bu sayede az daha erken doğum yapacak kadar sinirlendim, gerildim. Ben beceriksiz miyim, şanssız mıyım....Kombi den sonra klimada da aynı olayları yaşadığıma göre (ki o ustalar temizleyip gitmişti nispeten) şanssız olmalıyım. Bak yine sinirimden nasıl uzuuun yazmışım. Neyse ya, sonra klimayı 25 dereceye ayarlayınca sinirlerim de yatıştı gerginliğim de geçti. Ama bundan sonra istemiyorum evde montajcı falan, mümkünse çok para kazanıp REZİDANSLARDA oturmak istiyorum, kombisi, kliması, ocağı, rafı, eşyası tam. Off yaaa.

31 Temmuz 2007 Salı

Geri Dönüş

Tatilimizin son günlerini de kalabalık ve gürültülü fakat bir o kadar da güzel olan Bodrum'da geçirdikten ve kendimizi ülkemizde hayli yabancı hissettikten sonra ayın ikinci düğün aktivitesi olan Deniz ve Esin'in düğününe katılmak üzere Denizli'ye doğru yola çıktık. Öncelikle Bodrum'dan bahsetmem gerekirse önceki yıllarda tanık olduğumun aksine sokaklar, kumsallar oldukça boştu, seçim dolayısıyla insanların tatillerini erteledikleri ortadaydı fakat turist sayısı da oldukça azdı, Bodrum esnafı için üzücü fakat biz Türk tatilciler için de bir o kadar sevindiriciydi. Neyse, biz gezebildiğimizce gezip, yedik, içtik, yüzdük. Küçük bir not, Bodrum'da rock bar sayısı 5 e çıkmış, Mavi buna rağmen hala pahalı girişe 20ytl istedi, oha dedik. Neyse, düğün için yola çıkarken içimiz buruktu tabii, tatilin ardından kim güle oynaya ayrılır ki sayfiyeden; Deniz'in hepimize yaptığı kıyak sayesinde bu burukluğu çabuk atlattık, tatilin sonunda cilası oldu Pamukkale'de kalmamız, havuz sefamız. Ben havuza giremedim tabii, ama bikinimle kenarda oturup ayaklarımı sokmayı ihmal etmedim. Akşam düğünde eğlencemizi yaptıktan, yeni evlilere bol bol mutluluk diledikten sonra kendimizi yine havuz başında bira içerken bulduk, ben yine içmedim tabii (seneye hepsinin acısını çıkartacağım, bütün tatil zurna gibi gezeceğim..). Ertesi gün travertenlere çıktık, aman ne güzelmiş görülmeye değer pamuk pamuk bembeyaz, antik kenti gezdik daha sonra. Sıcak başımıza geçmek üzereydi ki Ankara'ya doğru yola çıktık. Tıkınmadan olur mu, o kadar gezmişiz, Denizli çıkışında Atmaca Restoran'da tavsiye üzerine kuzu tandırlarımızı yedik, hamile olmanın avantajıyla köy yufkalarını da paket yaptırdım, ooohhh. Düştük yola yeniden, Sivrihisar'da da ballı gözlememizi yiyince Ankara yolu kısaldı da kısaldı, ben daraldım da daraldım. Döndük geldik işte kürkçü dükkanına, artık ailemizin yeni cadısı için hazırlıklar yapma zamanıdır.

23 Temmuz 2007 Pazartesi

Yazlıkçı Notlarım

Bu sene tatilin bir parçasını yazlık tatili yaptık ya, hem de uzun bir süredir yapamadığım şekliyle....hemen eklemelerimi yapayım.

- Annem hem beni hem bebeği beslemek adına sürekli yedirip içirdi, eee bu yeme içmelerin başında mangal gelince hiç de hayır demedim, önüme konan herşeyi afiyetle yedim.
- Bu mangal işini bıkmadan sıkılmadan üstlenen kayınbirader-damat ikilisine de teşekkürlerimizi borç biliriz.
- Yazlık gecelerinin bir numaralı oyunu okey oynadık bol bol.
- Cunda'ya gittik, Şeytan Sofrası'na, Sarımsaklı'ya gittik, gezdik.
- Geceleri kumsalda herkes bira keyfi yaptı ben soda içtim. Bir Ayvalık şarabı bile içemedim, şaraba aşeriyorum dedim ama kimse yemedi.
- Teyzecim ve eniştecim sürpriz yapıp beni ve şiş göbeğimi görmeye geldiler; çok sevindik hep beraber, ve bunu gece okey oynayarak kutladık :)
- Ayvalık tostu yediiiimmmm, hem de gerçeğindeeeeennnn.


- Eski dostlarla aynı zamana denk geldi tatiller 15 sene sonra. Tadını çıkardık.

Üfff ne güzeldi yahuu.

Deniz, Güneş, Kum, Koca Göbeğim...

Gittim gideceğim derken Ankara'ya dönüşe sayılı günler kaldı. Ankara'da bizi bekleyen sıcak ve susuz günleri düşünmemeye çalışarak tatilimin son günlerini de güzel geçireceğim valla. Gittim gideceğim heyecanı dedim ya, bizim yazlığa şöyle tadını çıkara çıkara, doya doya, sere serpe gidememiştim çok uzun bir zamandır, haftasonlarına sıkıştırılmış yoğun yolculuklara ve yorgunluklara katlanarak günlerle değil de saatlerle sayılan bir keyif oluyordu benim için. Bu sene uzunca, doya doya tadını çıkarma fırsatım oldu çocukluğumun ve gençliğimin yaz tatillerinin geçtiği bu küçük yerin. Senelerdir, otellerde, pansiyonlarda, "her yeri gezip görmem ama denize de bol bol girmem lazım, ikisi birarada olur mu?" hengamesinde geçen tatillerden sonra anladım ki yazlıkçı tatilini de özlemişim ben. Şemsiyemi havlumu alıp BİZİM sahile gitmeyi, çantamdaki şeftalimi ve kurabiyemi özgürce yemeyi, sahildeki gazinodan Tansaş fiyatına ice tea almayı özlemişim. Bu yazlık tatillerinin bir de ayrı bir tadı oluyor, şöyle ki, kışın taşınıyorsunuz, aileniz bir yanda siz bir yanda yaşıyorsunuz ve hayatın bir döneminde ortaokulda lisede kışın hep gördüğünüz kişilerden ayrılıyor farklı hayatlar kuruyorsunuz, sonra yaz geliyor, yazlığa gidiyorsunuz ve artık çok da sık görmediğiniz insanların nasıl büyüdüklerine, yaşlandıklarına, evlendiklerine, çocuk sahibi olduklarına tanık oluyorsunuz, bazen mutlu oluyor bazen üzülüyorsunuz, seneler sonra tekrar geldiğinizde yazlık balkonunda oturup neredeyse sabahlara kadar eskilerden konuşup gülüyorsunuz. Sonra kendi şiş karnınıza bakıp çocuğunuza da aynı mutlulukları vermek istiyorsunuz. Seneye getirip ben kızımı bu denize atmaz mıyım...

8 Temmuz 2007 Pazar

Kaybeden Hepsini Alır - Graham Greene

Graham Greene'yi Ayışınlığı Serinliği romanıyla tanımıştım. Bu roman, içindeki karakterleriyle en sevdiklerim arasındaki yerini kaybetmemiştir. Hal böyle olunca yeni bir Greene çevirisini de hemen edindim. Kaybeden Hepsini Alır'da evlenmek üzere olan baş karakter Bertram muhasebeci olarak çalıştığı firmanın sahibinden bir teklif alır, teklif, nikahlarının masrafları da patrona ait olmak üzere Monte Carlo'da yapılmasıdır; bunun üzerine Bertram ve nişanlısı Monte Carlo'ya giderler ve patronunun kendisini unutması sonucunda tatili karşılayabilmek için kumar oynamaya başlar, kendince bir şifreleme sistemi geliştirir, kendini rulet masasından kaldıramaz ve hayli de para kazanır, fakat bunun yanında nişanlısını ve değer verdiği birtakım erdemlerini kaybettiğini farkeder. Bu oldukça sıradan konunun altında işlenmesini beklediğim kaybetme olgusuna dair bilindik görüşlerden öteye gidememiş Greene. Bu yüzden biraz hayalkırıklığına uğradım diyebilirim. Çok klasik bir Hollywood filmine senaryo oluşturabilecek bir çalışma olmuş sanki. Tavsiye etmiyorum. Bu arada küçük bir eleştirim olacak, Radikal Kitap ekinde yazan eleştirmenlerin romanları okumadan yazdıklarını düşünmeye başlayacağım neredeyse; fikirlerimiz, beğenilerimiz uyuşmadı herhalde demiştim ama kaç roman oldu bir türlü aynı fikirde olamadık, onu da tavsiye etmiyorum artık, ve kendilerini takip etmeyi de bırakıyorum.
Everest Yayınları, 1. Baskı 2007, 113 sayfa

10 Haziran 2007 Pazar

Göbekli Gezmeler

Birkaç gün önce Ahlatlıbel'de düzenlenen AnkiRock festivaline gitmek için hazırlandık. Festival dört gün sürecekti, biz de nispeten kendi yaş grubumuza uyan grupların olduğu güne ayarladık programımızı. Artık eskisi gibi müzik yapılmadığından ve elinizi sallasanız genellikle birbirinin aynı, pek de özentisiz Türk rock gruplarına çarptığı için, ve biz hiçbirini bilmediğimizden olacak eskileri dinleyip keyif yapmak istedik. Ahlatlıbel şehre uzak olduğu kadar biraz dağ başı da olduğundan bir sürü mont doldurup düştük yola, malum birkaç gündür hava soğuk Ankara'da. Neyse, gittik açık havada, güzel güzel oturduk, yedik içtik, yaş ortalaması 16-17 civarı olan çocuklar arasında kendimizi azıcık da yaşlı hissettik, gözleri boyalı oğlan çocuklarına, seksi kıyafetler içinde boya küpüne dönmüş kız çocuklarına kızdık, bizim zamanımızda saç uzatılır, küpe takılır ve bir de itfaiye meydanından aldığımız ikinci el ispanyol paça pantolonlar giyilirdi dedik. Sanırım henüz bebeğim doğmadan günün gençleriyle aramda bir kuşak çatışması oluşmuş bile. Neyse, birgün önce yağan yağmurda iptal olan festivalin 1. gün programını 2.güne sarkıtınca hayko cepkin mi hayko ceplin mi (google da arama bile yapamayacağım kadar kötü) bir adam çıkıp maalesef kafamıza etti( kusura bakmayın ama durumun daha net bir açıklamasını daha kibar bir tabirle yapamadım). Sonra tabii bütün program kaydı, beklediğimiz gruplar çıkmadı biz de gece donmamak için Bulutsuzluk Özlemi'ni yarıda bırakıp çıktık. Yani bir festivali hem dağ başında yapmak, hem de programı son derece abuk bir şekilde sarkıtmak pek de profesyonel değildi. Çoğu insanın bilet parası da boşa gitti. Yine de, bir bahar şenliği havası aldık, güzel oldu. Bir de kızımıza ilk konser deneyimini anne karnında yaşattık, o da güzel oldu, e alışsın şimdiden :) Efendim bir de göbeğim iyicene şişti artık, yuvarlanma aşamasına biraz daha zaman var ama artık göbeğimin fazla yağlarımdan değil de bebekten olduğu anlaşılıyor. Uzaktakiler için de bir fotoğraf koyalım :D

30 Mayıs 2007 Çarşamba

3. Sezonu da geride bıraktık (spoiler içerebilir!)

Spoiler'ın Türkçesi nedir? Yoksa bu da İngilizce bilmeyen birinin anlayabileceği kadar klişeleşmiş, Türkçe'ye çevirdiğimizde kulağa çok da komik gelecek kelimelerden mi? Neyse, konumuz bu değil. 3. sezonu izlemeyen arkadaşlara ayıp olmasın neticede, biz spolier var diyelim de.

Hakkında bir dönem çok da kötü konuştuğum sevgili dizimiz Lost'da 3. sezonu da geride bıraktık. Kötü konuştum çünkü beklentilerimizi çok yükseltmişti, tempoyu düşürünce ikiyüzlülük yaptık. Neyse ki, sonradan aman toparladı dedim, sezon bitti. Neyse ki güzel bitti. Başından beri tanık oluyoruz ya ne zorluklar çektiklerine taraf tutuyoruz bu yüzden Lost'u seyrederken. Jackçi misin Sawyercı mı muhabbetlerini geride bırakırken, diğerlerine gıcık oluyoruz ve Jack Ben'i dövsün diye bakıyoruz, dövünce seviniyoruz, Charlie yüzünden gözümüz yaşarıyor. Çok başarılı bulduğum dizi, yine çok başarılı bitirdi sezonu, izleyicinin hevesi kursağında kalmadı. Düşen ilgiyi her seferinde yükseltmeyi başaran yaratıcı ekip daha ne kadar kasabilecek merak ediyorum. Lost un bıraktığı boşluğu Buffy ile biraz olsun doldurmayı düşünüyorum, çıtır çerez olarak biraz da nostalji yapmak adına, Heroes desen pek işim olmaz, bu başka bir konu.

22 Mayıs 2007 Salı

!!!

Çok sevmediğim ama oldukça güvendiğim bu şehre ne yaptılar bugün? Yazık değil mi bütün o masum insanlara? Ankara öyle büyük bir şehir değil ki, şurası ya şurası, yanıbaşımız, herkesin mutlaka yolunun düştüğü, Ulus, bütün otobüslerin geçtiği...geçmiş olsun...yapanlara da yaptıranlara da lanet olsun...çok kızgınım.

17 Mayıs 2007 Perşembe

Çok sıcak, çok bunaltıcı...Şöyle 3 ay Ayvalık'a gidesim var. Şöyle 3 ay deniz kasabasında, bahçeli küçük evlerde yaşayasım, sahilde kitap okuyasım, güneşin batışını seyredesim var. Yok, yok 3 ay yetmez, bir ömrü öyle geçiresim var. Çocuğumu oralarda büyütesim var; böyle evdi, işti, uzaklaşasım hatta bir de üstüne dönmeyesim var.

6 Mayıs 2007 Pazar

Pazar Keyfi

Eveeet, yılın ilk tişörtünü giyme ve bahar yayılmasını bugün gerçekleştirmiş bulunuyoruz. Bir soğuk bir ılık seyreden hava bir anda 30 dereceye fırlayınca biz de attık kendimizi minderlerin üzerine. Aslında Ankara'da yaz hiç çekilmiyor ama bizim de ufak tefek keyiflerimiz oluyor tabii.

2 Mayıs 2007 Çarşamba

İstanbullular - Buket Uzuner

Üşenmedim baktım, en son bir Buket Uzuner romanı okuduğum zaman Temmuz 1996 imiş. O zamandan bu yana da Uzuner hep gezi notları yazdı yanılmıyorsam, ve ben onları okumadım. Neden bilmem gezi notları ilgimi çekmedi, sanıyorum okumak yetmiyor bu konuda, gidip görmem lazım. Haa bir de "Gelibolu" romanı var onu unuttum. Neyse, en son bir Uzuner romanı okuduğumda 20 yaşımdaymışım. Romanlarını bir çırpıda, neredeyse tüm satırlarını çizerek okuduğumu da çok iyi anımsıyorum, o yaşlarda kendimi bulduğum çok şey vardı bu romanlarda. Şimdi aradan 10 sene geçmiş, Uzuner yeni bir roman yazmış, merak ediyorum 10 sene önceki tadı verecek mi? İstanbullu olmadığımdan veya İstanbul'da yaşamadığımdan olabilir mi acaba, çok da vermedi aynı tadı. İstanbul'a dair Istanbul'un ağzından anlatılan bölümlerde anlatım bana çok ağdalı göründü, bu ağdalı dil inandırıcı olmaktan uzaklaştırmış bu bölümleri. Onun dışında romanın kurgusu tam bir Uzuner kurgusuydu. Bu kadar farklı tipte insanı incelemek, geçmişlerine gitmek, bu insanların dahil olduğu hepsi birbirinden farklı sosyal gruplara değinebilmek için hepsini tek bir mekanda toplamak ve bu mekanın da havalimanı olması güzel olmuş. Karakterleri birinci ağızdan duymayı severim, burda da sevdim ama yazar sevdiği karakterleri çok fena kayırmıştı ya da ben öyle hissettim; hiç kimse mükemmel olamaz sanki ama... Belgin sanki biraz mükemmel kaçmamış mı... Romanın kapak tasarımı çok çok kötü olmuş, hatta abartıp çirkin olmuş diyeceğim. Demem o ki aynı tadı alamadım ben.

Everest Yayınları, 1. Baskı 2007, 519 sayfa

29 Nisan 2007 Pazar

İstanbul'un Büyüsü

Erken kalkmayı hiç sevmem haftasonları ama nedense bu sefer sabahın 7 sinde hortladım. Tekrar uyumak için çok kararlı döndüm de döndüm, olmadı. İçeriğinde İstanbul'un zaten bildiğim güzelliği fakat çok da inanmadığım büyüsünü barındıran Buket Uzuner'in son romanını elimde süründüre süründüre okumaktayım bu aralar, aldım biraz karıştırdım, derken uyku geri geldi göz kapaklarımdaki yerini aldı. Sonra Buket Uzuner ile İstanbul'da, Taksim'deydi sanıyorum, buluştuk. Çok net olmamakla birlikte, Istanbul kazan biz kepçe gezdik de gezdik, Uzuner'in kafasında romanına inanmayan okuru, benim kafamda ama bu şehirde binalar çöküyor durduk yere iddiası. Onda bir yazarın ağırlığı ve bilgeliği bende ise sevdiği bir yazarla buluştuğuna inanamayan bir okurun hayranlığı ve ilgisi. Hava yavaş yavaş kararmaya başlıyor, bütün gün dolaşmanın verdiğini yorgunlukla artık geri dönmek istiyorum fakat Uzuner beni çok özel bir yere götüreceğini söylüyor. Yürüdükçe kalabalık azalıyor, azalıyor, kimse kalmıyor etrafta. Issız taş yolda ilerlerken paslanmış metal bir kapı çıkıyor karşımıza, ben "Buket Hanım çok geç olmadı mı geri dönsek, burası da çok ıssız bir yer" diyorum, Uzuner kapıyı tıklatıyor, izbandut gibi bir adam açıyor kapıyı, ben bir anda geri çekiliyorum. "Hoşgeldiniz Buket Hanım, sizi görünce çok sevinecekler, herkes burda" diyor, ve biz giriyoruz içeri. Kapıdan girer girmez ve kapı arkamızdan büyük bir gürültüyle kapanır kapanmaz hava aydınlanıyor, karşımızda 2 katlı eski bahçeli ahşap evler. Azıcık yürüyüp birinden içeri giriyoruz, dışı kadar içi de eski. Uzuner'i sarılarak karşılıyorlar, sanıyorum anneannesi ve kardeşleri, ve sanıyorum beni görmüyorlar. Evin içinde gezinirken bir anda gözüm pencereden görünen manzaraya ilişiyor, yaklaşıyorum pencereye bakıyorum ve bütün boğaz karşımda. Oldukça geniş açılı çekilmiş olmalı zira boğaz bir taraftan diğerine karşımda. Denizde minik kayıklar var, tepeler yemyeşil, ne muazzam ve büyüleyici bir manzara. Dışarı çıkıyoruz daha sonra, bahçeye, bütün boğaz manzarası gözümün önümde hatta ayaklarıma kadar uzanıyor deniz, o kadar berrak. Herkes suda, ben bu mikroplu denizde yüzmem diyorum, bir süre direniyorum. Bakıyorum çocuklar bile yüzüyor, ben de giriyorum denize ve "boğazda" yüzüyorum. Uzuner'de kenardan bana ilk defa gülümsüyor. Upuzun ve çok eğlenceli bir günün ardından yine akşam oluyor, ben hazırlanıyorum, Uzuner beni evin kapısından geçiriyor, yolu biliyorsun nasıl olsa diyor. Bu sinema filmi tadındaki rüyadan uyanınca pek bir mutlu oldum, günüm güzel geçti. Romandaki büyüye inanıyor muyum artık, bilmem ki.

17 Nisan 2007 Salı

Ankara'ya bir dönüş daha..

Büyüdükçe ailemize, özellikle de annemize daha mı düşkün oluyoruz ne. Bu kadın olmakla ilgili bir duygu mu, hani bütün kadınlar bir gün mutlaka annesine benzer misali; Küçükken, ilk gençlikte anneyle yaşanan zıtlaşmaların ardından 30 ların başında aslında birbirinizi çok da iyi anladığınızı keşfetmek hani. Yoksa, artık kendi kurduğumuz ailemizin başında olduğumuzdan, kendi evimizi idare ettiğimizden ve şımarıklık hakkımızın çok çok kısıtlı olduğu bir döneme çoktan girmiş olduğumuzdan mı bu düşkünlük? Ben tüm şımarıklığımı yaptım geçen hafta, hatta fazla fazla yaptım ki dönünce stoktan kullanabileyim diye.


"Şu tepenin arkasında deniz var" rahatlığı diyorum ben. Küçüklüğümden beri denizi olan şehirlere veya kasabalara giderken otobüsün, arabanın deniz tarafındaki cam kenarına oturmam bu yüzden. Bu rahatlıkla bir hafta geçirdim, dinlendim, kendime geldim. 40 kere söyleyince oluyor ya dilekler, tekrar söylüyorum, İzmir'e taşınmalıyız. Trafikte 60 la gitmeli, yolda tebessümle ve acele etmeden yürümeli, istediğimizi giyebilmeli, çimlere yayılıp denizi seyretmeliyiz; ve belki işe giderken de vapura binmeliyiz.

14 Nisan 2007 Cumartesi

Cumhuriyet Mitingi

Ankara'da Cumhuriyet için yürünürken, İzmir'de de bütün balkonlarda Türk bayrakları asılıydı; kendini bilmezlerin "gavur" diye tabir ettiği şehirden bir kare.

11 Nisan 2007 Çarşamba

Mantı Günü

Sanıyorum her ailede şenlik havası yaratan, yapılması için verilen uğraşlar sırasında mutfak kapısını aşındırtan bir yemek türü vardır. Bizde de bu yemek cevizli keşli mantıdır. Küçükken hatırlıyorum anneannem açardı mantı, bir de kalabalığız artık bayram mıdır seyran mıdır toplanmışız, anneannem annemlerle birlikte saatlarce hamur açıyor. Offf zaman geçmek bilmez, tıkabasa mantı yemek için hiçbir abur cubur konmaz ağza akşama kadar. Mantılar kaynar suya atıldıkça böyle içim hop eder, ağzım sulanır. Bugün yine annem mantı kıyağı yaptı bize. Yine mutfağın kapısında bekleşip durdum. Bizim mantı da farklıdır ha, daha bir güzeldir övünmek gibi olmasın. Hamur böyle açılır, içine etleri konulur, üçgen şekilde kapatılır. Suya atılır pişirilir, çıkarılır, tabaklara alınır. Ceviz bildiğimiz ceviz, keş dediğimiz ise ekşitilmiş, kurutulmuş peynir kalıbıdır; böyle rendelenir, rendelenmiş cevizle karıştırılır böööyle mantının üstüne serpilir, sonra üstüne de kızarmış köy tereyağı dökülür afiyetle yenir. Bu mantı geleneği belli ki anneden kıza geçiyor, karar verdim ben de hamur açacağım Ankara'ya dönünce; bu beceriksizlikle nasıl olacak bilmem ama, yok yok, hamur açıp mantı yapacağım, kararlıyım.

10 Nisan 2007 Salı

İzAir vs THY



Ankara-İzmir arası uçuşlarda THY'nin saltanatı sürüyordu fakat sanıyorum İzAir ile bu saltanat oldukça sallanacak.Bu sabah Pegasus Havayollarının İzAir işbirliğiyle yaptığı uçuşlardan biriyle geldim İzmir'e, neredeyse otobüs fiyatına. THY nin farkı mı ne? Yok efendim bir farkı, ayrıcalığı falan, çok da rahat geldim İzAir ile hatta artıları bile var. Ben öyle uçaklardan falan çok anlamam ama çok başarılı bir kalkış ve iniş gerçekleştirdik, hani öyle kelle koltukta havayolları misali değil. Ayrıca, THY nin kazulet ve ukala "crew" ının yanında, İzAir gişe çalışanları, host ve hostesleri süper güleryüzlü, pek bir İzmir'li (anlaşıldı mı, güzel ve yakışıklı diyeyim anlaşılmadıysa); hatta kaptan pilotun bile bilgi verirken ayrı bir pozitif ses tonu var.İzAir'in henüz yeni olması nedeniyle bazı günlerde uygun uçuş bulunamayabilir ama bunun da zamanla halledileceğini düşünüyorum. Kısacası İzAir ile uçalım, uçuralım.

Haa bu arada, sanıyorum ben THY nin uçuşundaki 45 YTL lik farkın (ki bu fark çoğu zaman 100 YTL ye kadar çıkıyor) nerden olduğunu da anladım, adamlara haksızlık etmemek lazım. Efendim, şimdi bu THY sanıyorum verdiği dandik ekmek arası kaşarı bu fiyata yaptırıyor, çünkü İzAir deki tek fark ekmek arası ince kaşar yerine tarçınlı küçük bir kek veriyorlar, ikramsa ikram işte. Biz kahvaltı etmeye gelmedik ki uçağa, değil mi?

9 Nisan 2007 Pazartesi

Bir Evhanımlığı Günü

Sabah kalktım, tostumu yaptım, portakal suyumu sıktım, geçtim televizyonun karşısına Aydın'ın Yemek Saati programını seyrettim. Seyrettim efendim seyrettim, şaka değil Aydın'ın programını seyrettim, çok da eğlendim itiraf ediyorum. İzinli günlerin sabahlarında (ama haftaiçi olacak) kahvaltımı bu tip kadın programları seyrederek geçirmeyi seviyorum, öyle boş, öyle kasılmadan, rahaaat rahaaat. Tabii fazlası zarar, çok seyretmemek lazım. Bu tip programlar çok fazla seyredilirse beyinde kalıcı hasar bırakabilir. Sonra, bir yemek yapmaya girişmişim, ben bile şaşırdım. Yarın İzmir'e gidiyorum ya, kocaya yemek bırakmak lazım, tatlı bişiler bırakmak da lazım ki sevinsin gariban. Offff yemek yapmak da çok uzun sürüyor, bir de yoruyor ayrıca. Saat 16.00 olduğunda kremalı pastam ve yemeklerim hazırdı. Hazırdı hazır olmasında da, evi toplayacaktım daha ama çok da yoruldum, azıcık uzansam... 1.5 saat uyuyakalmışım. Esra'm geldi bir kahve içtik, sonra biraz evi topladım. Temizlik falan yapmadım ha, sadece ortalığı topladım. Sonuç olarak çok yoruldum... Arada 1.5 saatlik şekerlemeye rağmen yoruldum. Ev hanımı olmak da zor, çalışmak da zor, hem çalışmak hem ev hanımlığının ucundan tutmaya uğraşmak zor, ev geçindirmek zor, eve bakmak zor....

Ve işin komiği şimdi düşünüyorum da kimse bugün yaptığım işler için bana para vermedi.

8 Nisan 2007 Pazar

Haftasonu

Kaç senelik arkadaşlığımız var? Sanıyorum 19 sene civarı. Şaka maka bütün çocukluğumuza, ergenliğimize, gençkızlığımıza, kadınlığımıza tanık olduk, biz birbirimizin kısa pantolonlu hallerini biliriz misali. Hala ilk çevirdiğim numarasınız sıkıntımda, sevincimde; bu arkadaşlığı, dostluğu bu kadar taşıyabilmek, şehirlerarası yaşayabilmek ne güzel. Bu lakırdı ne için; Ceren geldi bu haftasonu Ankara'ya, Cuma günü verdiği ani yolculuk kararının ardından Cumartesi sabah kahvaltısında dedikodu yaparken bulduk kendimizi. Ekin gelemedi çünkü hatun İstanbul'da nöbetçi mimar olarak görev yapıyor, bunu da burada kayıtlara geçiyorum efendim; okundukça hatırlana ve bir daha yapılmaya. Sonra gezdik de gezdik bütün gün, gezdik anlattık, oturduk anlattık; kadının kadına anlatacağı bitmez ya. Akşam kocayı da aldık, yine Karabük'ten aynı lisede okuduğumuz Ceren'in diğer arkadaşları ile buluştuk. Hepimiz aynı liseden fakat farklı dönemlerdeniz, birbirimizi hayal meyal hatırlıyoruz, aklımızda lise hallerimiz; Ceren isimlerden bahsediyor ama hatırıma çok da getiremiyorum, farklı dönemleriz ya; biraraya gelindi, isimler yüzlerle eşleşince anlamını buldu, ve farkedildi ki herkesin ifade aynı, ama büyümüşüz be kardeşim, büyümüşüz. Biz kadın olmuşuz, çocuklarda adam olmuşlar. Oturuldu, sohbetler edildi güzel güzel. Biz Karabük'ün temiz yüzlü çocukları nerede biraraya gelsek temiz temiz gülüyoruz ya, daha ne olsun.

Pazar günü mü? Yedim, içtim, yattım, kalktım, Cnbc-e deki tüm dizileri seyrettim. Pazar gününü ben Yayar günü olarak geçiriyorum artık :)

5 Nisan 2007 Perşembe

Türk Fotoğrafçıları Kütüphanesi

Türk Fotoğrafçıları Kütüphanesi serisi toplamda 40 kitaptan oluşuyor. Ben ilk 5 ini edindim, 40 ı tamamlayacağım fakat taksit taksit tabii; Türk fotoğrafını kendi çapımda destekleyeyim, güzel de bir arşiv yapayım derken cebimde büyük bir delik açmak istemem. Her bir kitap bir Türk fotoğrafçısını tanıtıyor ve kitap dahilinde bu fotoğrafçının 40 eseri bulunuyor. İlk 5 sayı, İzzet Keribar, Gülnur Sözmen, Recep Dönmez, İbrahim Zaman, Gültekin Çizgen ve Ara Güler'e ait.

4 Nisan 2007 Çarşamba

Bu Nedir?

Ben buna kısaca "limonu salata ve çorbaya çekirdek kaçırmadan sıkma aparatı" diyorum, çok da işe yarıyor. Vapurda değişik değişik adamlar ortaya çıkıp, ilk görüşte ne işe yaradığını anlamadığımız türlü türlü araç gereçleri ceplerinden çıkarıp, insanlar meraklı bakışlarla bakarken de diğer cebinden yardımcı malzemeleri çıkarırlar da, orda bi çırpıda gösterisini yapar ya, işte o adamlardan aldık biz bunu Karşıyaka-Alsancak vapurunda. Bunun sayesinde şişede satılan limon hissi uyandırmayan limon sularından kurtuldum. Çünkü ben limonu kesip sıkacakta sıkmaya üşenen bir insanım, itiraf ediyorum. Neyse, bu vapurda araç gereç satan adamları da seviyorum ben, Ankara'da yok ya ondan herhalde, denizi olan şehirlere özgü birşey, bizim sahip olamadığımız.

31 Mart 2007 Cumartesi

Doğumgünüm Kutlu Olsun!!!

31 yaşına da girdim. İyi ki doğmuşum, nice mutlu senelere :) Geçmişin hep çok güzel olduğunu düşünerek ve inanarak 30 yaşıma da teşekkürü borç bilirim.

31.Mart.1976 da saat 22.50 de doğmuşum, babam askermiş o zaman. Ertesi sabah 01.Nisan'da Neriman teyzem kızlarının olduğunu, annemin ve benim sağlığımın iyi olduğunu bildirmek üzere babama telgraf çekmeye gitmiş. Telgraf "kızınız doğdu, ikisi de iyiler" yerine, yukarıdaki gibi "ikiziniz doğdu, ikisi de iyiler" diye gidince babam çifte dumur olmuş tabii. Sonradan anlaşılınca bu 1.Nisan şakası tadındaki telgraf açıklanmış tabii babama. İkizim yoktu ama tek başıma yeter derecede cırlak ve çene bir çocuk olduğumdan anneme ve babama bir ikinciyi aratmamış olduğum da söylenir.

28 Mart 2007 Çarşamba

Kimin için yolculuklar ve kalan kim geriye?

Böyle yazmışsın msn de. Sordum sana bu nerden diye, İlhan İrem’in bir şarkı sözüymüş, öyle dedin; hiç dinlemedim bilmiyorum ama senin ruh halini anlamama yetti ve işin komiği bu ruh haline hiç de yabancı değilim. Hatta bu ruh hali seneler öncesinden çıktı geldi içime oturdu diyebilirim. İşte o zaman aklıma geldi: Biz kendimizle ilgili en çok, ne olursa olsun yolculuğumuza devam etme gücümüzü sevmedik mi, yepyeni sayfaları kendimizi de yenileyerek bir çırpıda açabilme yetimizi, ve bu yolculukların yorucu geldiği anlarda sadece bir çay içimi kadar mola verdiğimizi ne çabuk unuttun, özlemlerimizden ve imkansızlıklarımızdan kahkahalar çıkarttığımızı ve hatta bazen olur olmaz her şeye gülüp geçtiğimizi? Ne ben değiştim ne sen değiştin….

27 Mart 2007 Salı

Sürekli bir uyku hali, sürekli bir yan gelip yatma isteği. Bahar da geldi (zaten kış hiç gelmemişti ama) şöyle bir silkinip kendine gelme vakti. Hadiiiiiiii.....

16 Mart 2007 Cuma

1 haftadır....

Ben genelde plansız yaşayan bir insanım, ya da öyleydim, mutluydum da böyle. Eee, yaş 30 oldu, azıcık plan yapalım dedik, herşeyi planladığım daha doğrusu plandığımı sandığım fakat planlarıma yolun ortasında duran, muhtemelen taşın kumun altında kalmış, kimsenin görmediği çomağın takıldığı zamanlardan birini yaşamaya başladım bu Mart ayında. Halbuki Mart benim doğum ayım, Mars dahil bütün gezegenlerin Koç burcunda toplanmış, bu burca mensup kişilere hizmet ediyor ve bütün işlerini yoluna sokuyor olması gerekmiyor muydu? Bence insanların tüm hayatları boyunca en fazla 2 defa olmak üzere "restart" hakkı, 3-4 defa da "pause" hakkı olması lazım, ya da, yine en fazla 2 defa olmak üzere gelecekte belli bir dönemi görme yetisi+"pause" hakkı tabii. Hayır, moral falan bozduğum da yok, aksine oldukça tepkisiz ve tarafsızım; bu çomağın yanı sıra çok da mutluyum başka taraflarda itiraf etmem lazım. Benim derdim, bu "restart" hakkı talep zamanlarında ve hayatta belirsizlik durumlarında ne olacağını görmek için sabırla beklemek gerektiği zamanlarda, böyle oturup hayatıma ve bu hayat dahilinde olanlara dışardan bakma, hiç bulaşmama, görmezden gelme huyum var. Ve bu yüzden 1 haftadır ne kendime ne de etrafımdakilere faydası dokunacak, hiçbir iş yapmadım, öyle mal gibi durdum. Bir de Pazartesi-Salı çok fena hasta oldum, evde yattım yatak döşek, annem geldi bana bakmaya, ne iyi oldu, anne kucağı yaptım süper oldu.

8 Mart 2007 Perşembe

Babacığımın Doğumgünü ve Dünya Kadınlar Günümüz Kutlu Olsun!!

Kadın olmak çok güzel, bundan eminim. Dünyanın her köşesindeki tüm kadınlarında, birgün, önce kendilerine bunu söyleyebilmeleri dileğiyle....


Bir de babacığımın doğumgünü bugün, mutlu olsun kutlu olsun, daha nice mutlu senelere hep beraber....

Haklı mı?


Sadece youtube'da değil de bu tip oluşumların hepsinde yayınlanan videoların ve görüntülerin, onlara yapılan yorumların, insanların düşünce özgürlüklerini engellemeden, kontrol altında tutulması gerektiğini ve site sahiplerinin sorumluluklarının arttırılması gerektiğini hep düşündüm. Ama böyle alelacele, komple kapatarak değil. Ne oldu ki şimdi, tüm dünya seyrediyor, biz hiçbir şey yapamıyoruz; kendi içinde ve kapalı davranıyoruz. Ben gözümü yumunca etrafımdaki kötü, pis olayların sonu mu geliyor gerçekten de, yoksa sadece ben mi görmüyorum? Görmezsem, duymazsam birşey yapabilir miyim?

7 Mart 2007 Çarşamba

Günün Postası - Doktor Beyni

Doktor beyninin haritası böyle midir gerçekten de bilmem ama yaşamları aynen böyle, hatta bundan daha feci. Anormal dayanıklı ve sabırlı insanlar diyorum ben kendilerine, doktorların doktor olmayan eşlerine de anormal azimli eşler diyorum. Hele de bir de kadın olunca bu eş çok daha zor. Bununla ilgili çok şey yazılır daha da, sonra artık.

6 Mart 2007 Salı

Kitapyurdu'ndan İlk Alışveriş

Her ne kadar İmge'de gezmeyi, kitaplara dokunarak satınalmayı sevsem de, hem elde olan hem de olmayan nedenlerle kitap alışverişimi uzun bir süredir internetten yapıyorum. Nedenlerini tartışmak çok çok uzun sürebilir, ben derim ki bilgiye ulaşmak çok kolay sen dersin ki teknoloji iletişimi öldürüyor. Neyse, konudan sapıyorum yine. Ideefixe'den alışverişimi yapıyor, Kitapyurdu'nu da bir süredir takip ediyordum, ilk nedenim fiyatların uygun olması ikinci nedenim ise Migros'dan değil de bir kitabevinden alışveriş yapma hissi, bu nedenler ışığında ilk alışveriş denememi yaptım. Kitaplarım dün geldi. Öncelikle, kargo teslimat için hazır olmadan ödemeyi kredi kartından çekmiyorlar. Her türlü bilgilendirmeyi mutlaka mail ile yapıyorlar. Yayınevi'nin stoklarında bulunamayan kitaplar için özür mailleri geliyor, ödeme iadesi için hem nakit geri ödeme uygulaması yapıyorlar hem de hediye çeki verebiliyorlar. Teslimat mailinde bulunamayan kitap için tekrar özür diliyorlar. Kargo teslim alınınca memnuniyet anketi geliyor mail ile. Ve en güzeli de maillere cevap oldukça açıklayıcı ve kısa sürede geliyor. Tavsiye ederim.

5 Mart 2007 Pazartesi

Allah Tamamına Erdirsin :)

Cumartesi akşamı Didem'i Emrah'a istedik. Bizim çocuklar birbirlerini tanımışlar, anlaşmışlar; e tabi bize de adeti yerine getirmek düştü; giyindik süslendik, toplandık gittik, kalabalık gittik ki vermezlerse kızı kaçıralım. Didem Emrah'a tuzlu kahve bile yaptı, sonra kıyamadı tabii şekerli kahvesini de verdi. Ağızlar pek bir kulaklardaydı, çok güzeldi. Didem'in babası "Benim kızım kıymetlidir, iyi bak" deyince, kendi babam geldi aklıma. Nişanlanırken değil de, üniversite de biz henüz lay lay lom sevgiliyken kocayı aileyle tanıştırınca babam kocaya şöyle demiş "Benim kızım kıymetlidir ona göre." Biraz tehditkar, biraz korumacı, ama, daha çok baba kalıbının altında yatan incinebilirlik.

Hep mutlu olun e mi?

28 Şubat 2007 Çarşamba

İnsanlığımı Yitirirken - Osamu Dazai

Bazı kitaplar vardır, arka kapağa öyle şeyler yazarlar ki daha kitabı okumaya başlarken bile yargılamaya ve itiraza hazır durursunuz, "İnsanlığımı Yitirirken" in arkasındaki ilk cümlede Osamu Dazai'nin intihar ederek yaşamına son verdiği yazıyor. Ve ben büyük bir önyargıyla okumaya başlıyorum bu kitabı. İntihar, bence bir yazarın niteliğini ortaya koymaz ve niye bahsedilir bundan ilk satırda. İntihar etme eyleminin aynen bu yazar kadar kendisine uzak olan birinin yazdığını düşünüyorum arka kapak yazısını.

"İnsanlığımı Yitirirken", Yozo'nun çocukluğundan başlayarak, sonunda çok açık belirtilmese de, genç yaşta ölümüne kadar süren yaşam öyküsünü anlatıyor. Internetten araştırdığım kadarı ile Yozo'nun hikayesi Dazai'nin yaşamış olduğu olaylarla paralel, dolayısıyla Dazai'nin yaşamından kesitleri okuduğumuz söyleniyor. Hikaye ilerledikçe ve Yozo'ya kanım kaynadıkça başta edindiğim tüm önyargılarım dağıldı ve üzüldüm. Dazai kendinden nefret edercesine anlatsa da hikayesini, hatta okuyucu olarak ben de nefret etsem kendisinden arada bir, Dazai'nin saflığına ve dürüstlüğüne saygı duyup, hem yaşadıkları için hem de hayata ve kendine karşı elinde olmadığını hissettiğim kaderci yaklaşımı için üzülmek kaçınılmaz oluyor.

Dazai sonlara doğru soruyor:

"Acaba, güven dolu saf bir yürek suç mudur?"
"Direnç göstermemek suç mudur?"

Bu sorulara hem kendimce hem de Yozo (Dazai) açısından cevaplar vermeye çalışırken Dazai cevapları bize bırakıp, son olarak özetliyor:

"Şu an ben ne mutluyum ne de mutsuz.
Sadece herşey geçip gidiyor.
Benim şimdiye kadar pandomim sayesinde yaşamayı sürdürdüğüm bu "İnsan" dünyasında, gerçek olduğunu düşündüğüm tek şey bu.
Sadece herşey geçip gidiyor."

Dil çok yalın, tabii ana dilinden okuyamıyoruz maalesef. Tercümede bazı sorunlar olsa da Japonca'nın ne kadar zor bir dil olduğunu bildiğimden saygı duydum. Dazai'nin Türkçe'ye çevrilmiş diğer eserlerini de alıp okuyacağım.

KaraKutu Yayınları, Türkçe 1. Baskı 2006 (Orjinal 1948), 120 sayfa

27 Şubat 2007 Salı

Klavye Temizliği

Ben öyle çok temiz, derli toplu biri sayılmam, temiz biri değilim derken öyle pis gezerim değil tabii ki, fakat, standart ve sürekli düzenlilik, derli topluluk yoktur. Öyle aman şurda toz var gidip bir toz bezi kapıp sileyim, aman eve bir elektrik süpürgesi tutayım demem, etrafta dağınık duran eşyalar beni çok rahatsız etmez, ofiste masam her daim dağınıktır. Ama temizlik damarım tutarsa da, ki kırk yılda bir anca olur bu, sanki temizlik hastası panik atak insanlar gibi davranırım. Buna bir örnek çok yakın zamanlarda oldu, klavyemin tuşlarının bağlı olduğu zeminin aslında simit susamı desenli olmadığını ve aslında o susamların benim yaklaşık 1 senedir tüketmiş olduğum simitlerin susamları olduğunu farkedince ben bu klavyeyi yıkarım dedim. Tabii ki de kendi başıma yapmadım yoksa halim hani şu reklamda tabureye çıkıp dizüstü bilgisayarı lavaboda deterjanla yıkayan kız çocuğu var ya, işte aynen öyle olabilirdi. Temizlik ve düzenlilik işini standart ve sürekli olarak başarıyla yürüten bir iş arkadaşımdan destek aldım tabii.

Klavye temizliği için gerekli malzemeler,
- 1 adet temizlik işinden anlayan bir arkadaş,
- 1 adet poşet (ben çöp torbası poşeti kullandım)
- 1 adet deterjan (Mio olması şart değil tabii, bizim elimizde o vardı)
- 1 adet makarna süzgeci
- Bir tutam kağıt peçete
- 1 adet sökülmemiş klavye (ki sonra debelenmeyelim Ö harfi nerde diye)





25 Şubat 2007 Pazar

Haftasonu



Bir süredir Ankara'dan uzaklaşasım vardı, aslında amacım şöyle bir haftasonu bir yerlere kaçmaktı ama bir doktorla evli olunca hayat çok farklı seyrediyor. Biz de Cumartesi sabah erken kalkıp İncek'e gittik kahvaltıya. Kalkınca ben netten bir bakındım nereye gidebiliriz diye, Çardak Cennet Bahçesi diye bir yer buldum. Aldık adresi çıktık yola. İncek'e gitmeyeli en az 5-6 ay olmuştur. Yeni yol yapıldığını görmüş ve çok beğenmiştim, o zamandan bu zamana yerleşim inanılmaz artmış tabii. Yerleşim derken sıra sıra lüks villa ve villalı site dolmuş, ne kadar çok zengin varmış Ankara'da diye düşünmeden edemedim. Trafik de yoğunlaşmış. İncek aslında bir köy(dü), böyle dağ manzaralı, açık havalı, sessiz mi sessiz bir yerdi. Ama yol yapıldıktan sonra inanılmaz büyümüş, şehir olmuş. Şehir yaşamından kaçmak istiyoruz diyen villacıların istilasına uğramış ve eski güzelliğini, sakinliğini kaybetmiş. Bundan, çok değil 1-2 sene sonra, taş yığını olarak yerini alacak. Kahvaltı yaptığımız Çardak'ı gördüğümde ise biraz şaşırdım, çünkü ben gözleme yiyip, ballı kaymaklı kahvaltı yapabileceğimiz daha çok köyevi gibi bir yer beklerken, Çardak kokoş bir restaurant çıktı. Ama hakkını da yememek lazım, ballı kaymaklı kahvaltımızı yaptık, gözlemelerimizi yedik. Kalabalık da yoktu, sessiz ve sakindi, bahçesi çok güzeldi ama soğuk olduğu için biz içerde yedik, kahvaltı amacına ulaştı sonuçta. Ama yine de bir defa daha gitmeyeceğim, ben daha çok bu tip yerlerin samimiyeti açısından salaş olması tarafındayım.

Sonra, Necatibey'deki ikinci el fotoğraf makinaları ve aksesuarları satan dükkanların olduğu pasaja gittik. Amaç sadece pazar araştırması yapmaktı, öyle olmadı tabii. 18 mm geniş açı objektifi oldukça makul bir fiyata bulununca bütün kredi kartı borçları unutulup objektif alındı. Aslında istediğim 12 mm bir geniş açıydı ama ikinci eli yoktu maalesef. Zaten sıfırları o kadar pahalı ki, ikinci elinin bile pahalı olacağından emindim, satıcı da öyle dedi tabii. Bu şimdilik işimi görecek. Bir sonraki hedefim makro objektif. Haydi hayırlısı.

Ailemizin müzik aleti dükkanı Kıvılcım'a da gittik. Müzik aletleri ve aksesuarları fotoğrafdan çok daha pahalı. İnsanın tv seyretmek yerine ilgilendiği, yaratmaya çabaladığı, kendince bir sanatı var ama pahalı, garip. Aslında hem fotoğrafta hem de müzikte bütçene göre birşeyler edinebiliyorsun ama ilerledikçe onlar seni kesmiyor ve hedefin yükseliyor maalesef. Kocanın istediği bir pedal seti var ki akıllara zarar bir fiyatı var. Zaten ellerinde de yokmuş, sonra bakacağız tekrar.

Bir süredir haftasonları yürüyüşe çıkma planları yapıyordum. Fakat, bu konuda inanılmaz üşengeç davranıyordum maalesef, sigarayı bırakmanın verdiği gazla Pazar sabahı 8 de Kurtuluş Parkı'nda yürüyenlerin arasına ben de katıldım. Hem sporumu yaptım hem de fotoğraf çektim. Aslında planım parkda yürümek değildi, çünkü Kurtuluş Parkı son zamanlarda sapıkların yerleşim merkezi olduğundan tırsıyordum biraz ama oradan geçerken bir baktım ki sabah yürüyüşü yapan bir sürü insan varmış. Ben sanıyorum ki herkes uyuyor benim gibi öğlene kadar. Bakalım yürüyüşlerimin devamı gelecek mi yoksa üşengeçliğin ve tembelliğin ağına mı düşecek.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...