2 Eylül 2010 Perşembe

Sadakat -İnci Aral

Bu yaz tatilimde okumayı seçtiğim kitap çıktığından beri almak istediğim fakat uygun zamanını beklediğim Sadakat romanıydı. Uygun zamanın yaz tatili olduğunu hissettim, İnci Aral romanları beni çok etkilendiğinden düşünecek başka birşeyin olmadığı, yan gelip yatacağım, roman karakterleri beni daralltığında denize dalabileceğim bir zaman dilimi seçtim. Herşeyden önce Sadakat mükemmel bir İnci Aral romanı. Herbir kelimesi, herbir satırı İnci Aral. Safran Sarı'yı beğenmemiştim, eksik bulmuş İnci Aral bu değil demiştim (ne haddimeyse, o ayrı..) Ardından çıkan Sadakat özlediğim İnci Aral'ı bana geri getirdi. Bir kez daha hayran kaldım kendisine.

Tüm hikayeyi romanın baş kahramanı Azra'dan dinliyoruz. Azra hapishanede, kocasını öldürmekle suçlandığını, fakat ona göre öldürmediğini ve suçsuz olduğunu öğreniyoruz ilk sayfalarda. Adam nasıl ölmüş veya öldürülmüş, Azra neler yaşamış nasıl bu hale düşmüş bilemiyoruz, merak ettiğimiz tüm hikayeyi Azra geçmişe dönerek anlatmaya başlıyor. Azra eczacılık yapan okumuş etmiş bir kadın, okuyup etmenin erkeklerle olan ilişkilerde hiçbir etken olmadığının bir örneği kendisi. Geçmişinde evliyken başka bir adama aşık olmuş bir anne, başı önde ses çıkarmamış sonrasında çocukları tarafından çilesinden öldüğü düşünülen bir baba ile büyümüş iki kız çocuğundan biri Azra. Bir türlü doğru erkeği (ne demekse..) bulamamış, bulsa da sömürüp bezdirecek denli aşka muhtaç bir kadın aynı zamanda. Sanki babasına sadık olamamış anneden öc alırcasına, sanki hiç sesini çıkarmamış babasına inat. Ve Azra'nın geçmiş başarısız evlilik olayına, çocuğuna anne olmayı aşk uğruna ertelemesine, takıntılarına, acizliklerine, saflığına, umutlarına, kadınlığına ilişkin bir sürü olaya tanık oluruz. Azra'yı uzun, dalgalı, kahverengi saçlı buğday tenli, balık etli, güzel gözlü, hafif tombul yanaklı, büyük göğüslü bir kadın olarak canlandırmışım ben.

Romanın ikinci kadın kahramanı ise kızkardeşi Aliye. Aliye, Azra'nın tam tersi karakterde bir kadın. Eğitimsiz, geçimini ya kocası ya annesi ya da ablası üzerinden sağlamış, buna rağmen çok güzel, alımlı, cazibeli, ağzı laf yapan bir kadın. Sürekli ayrılıp barıştığı, tekme tokat birbirine girdiği, hastalıklı bir ilişkisi olan (buna aşk denebilir mi tartışılır..) bir kocası, doyumsuz bir ruhu var. Azra ve Aliye'nin birbirinden çok farklı görünen karakterlerinin kesişme noktası ise bir türlü tek başlarına, erkeksiz ve aşksız ayakta durma güçlerinin olmayışı, bunun uğruna anneliklerini ertelemeleridir sanıyorum. Aliye'yi, uzun, dalgalı, sarı saçlı, buğday tenli, balık etli, çıkık elmacık kemikli, ufak tefek, çıtı pıtı bir kadın olarak canlandırmışım ben.
 
Gelelim Ferda'ya. Biraz kaba olacak ama tam anlamıyla bu iki kadının hayatlarının içine tükürmüş baş erkek kahramanıdır romanın, iğrenç bir adamdır. Kadınların hiç mi parmağı yok, hep tüküren taraf mı arsız, var tabii olmaz mı, ama yine Ferda denen ahlaksız şerefsiz, bir takım erkeklerin de aşkı nasıl kolay ve arsızca sömürebileceklerini alenen göstermekte. Sadakat, ihanet ve özgürlüğe ilişkin sorular ve sorunlar Ferda'nın hareketlerinde hatta dayatmalarında dile gelir, ayyuka çıkar, sıkar, boğar. Ama bütün hayvanlığına rağmen o da alır aşktan payını, kalır öyle. İşin burada en acıtan noktalarından biri ise Ferda gibi hayvan sayısı o kadar büyük bir hızla artmakta ki, insan yeni nesil kızların onlardan hayvan olmasına üzülemiyor bile. Ferda annesiz büyüdüğü gibi iki ikiz kadınla yaşayan bir babayla büyümüş, Ferda'nın Ferda olmasına pek de şaşırmıyoruz sonrasında bu yüzden, sapkınlıkları, karmaşalarına tanık oldukça. Ferda'yı esmer, kıvırcık uzun saçlı (ama çok uzun değil), önleri açılmış, saçlarını arkadan bağlayan, V yaka kazak veya tişört giyen, biraz göbekli, kısa boylu bir adam olarak canlandırmışım ben.
 
Azra'nın annesi evliyken başkasına aşık olmuş namussuz kadın, ama yok aşk bu ne yapsın kadın elinde olmayabilir, babası sesinin çıkarmamış yuh, ama yok ne yapsın adam o da karısına aşık, Azra salak mı Ferda'nın çıkıp çıkıp gitmelerine, başka kadınlarına bile bile göz yumuyor, ama yok bir şans daha veriyor işte, güvensiz bir ailede büyümüş elinden gelmez aşka aşık, Aliye amma da kaltak bir kadınmış ya, ama yok hayat koşullarına bir bak, başka ne beklenirki ondan, müstahak buna oh oldu, aman onun ne suçu vardı ufacık, Ferda ne iğrenç ne bayağı bir adammış yaa, ama izin veriliyor başka ne beklenir..... vs...vs... Bu tip arada kaldığım, yargılayamadığım, neyin doğru neyin yanlış ayırdına varamadığım iki ucu boklu değnek durumlar beni o kadar sıkıştırdı ki bu romanda. Bir de o durumları böyle şairane, böyle iç gıcıklatıcı kelimerle anlatmak, çok beğendim, çok.
 
Yazarların artık gazetelerin 3. sayfalarında yayınlanan aile faciası niteliğindeki haberleri konu aldıkları şeklinde bazı yorumlara ilişti gözüm. Bu haberlere konu kişiler eskiden, tabirim kaba kaçabilir ama, kenar mahalle sakini eğitimsiz cahil kişilerken, bu tip facialarda başroller teknolojinin, ve belki getirdiklerinin, ve belki sindiremediklerimizin, ve belki bu derece modern ve açık olmamızın hatalı yorumu ve sunumu sonucu okumuş tabir ettiğimiz kişilerce paylaşılmaya başlandıysa, yazarların bunu incelemesi gerek diyorum. Türkiye'nin en büyük özel üniversitesinden mezun bir gençkız doktor annesini öldürüyorsa, bu 3. sayfa haberi olmaktan öteye geçmiştir artık. Sadakat romanı da basit bir sadakat-ihanet-aşk üçgeni romanı olmaktan ötedir bence bu yüzden.

S.18.. Ellerim üşüyor en çok. Çoktandır, tarihe mal olmuş bir zaman parçasından beri üşümekte zaten. Salondan gelen düm teke düm tek feryadın sahibi gibi, kor ateşlerde yanacak biriyken her nasılsa don yemişim.

S.19.. Herkesin olmuştur böyle anları. Issız bir sokaktaki bir kapı girişinde peşinize düşmüş bir abazandan saklanıp korkunuzu yenebilmek için soluklanırken bir sokak köpeği sokulmuştur yanınıza örneğin. Sizi dünyanın verebileceği zararlardan korumak istercesine nemli, fındık rengi dost gözlerle bakmıştır yüzünüze. Eğilip kafasını okşamışsınızdır hayvancığın, o da bacaklarınızın arasına sokulmuştur kalbi kırık bir yoldaş gibi.

S.145...Sesi olmayan bir ağzım olduğunu bilmiyordum. Sessizliğimin ne kadar yırtıcı olduğunu. Benim değildi o ses. Konuşan ben değildim. O yükselen alçalan, çözülen, fırıl fırıl dönen ve çıkış arayan haykırışlar benim olamazdı.
Sözcükler yuvarlanıp yerlere düşüyordu ve ben nasıl olup da hep birlikte baş aşağı, aşağı, aşağı düştüğümüzü anlayamıyordum.
Yeryüzünün neresinde bulunduğumu bilmiyordum.
İçimi bulandıran nefretle kapıyı dövüyordum ve ellerimle boğmak, öldürmek istiyordum onları.
Sadakatin yalnızca iyimserlik ve umuttan ibaret olduğunu böyle, kanatlarım ateşe tutularak öğrendim.

S.153...İhanete kurban gitmeyenler, hele bu en yakınlarının ve sevdiklerinin çifte kavrulmuş ihanetiyse, bağış ve hoşgörü ölçütleri ne kadar yüksek olursa olsun bunun ne demek olduğunu anlayamaz, o dehşeti tahmin bile edemezler. Kör edici bir ışığa sürekli bakmaya çalışmak gibi bir şey bu! İhanet asla bağışlanmaz, geçiştirilebilir belki ama iğrenç yüzü belleğe o kadar derin çizgilerle kazınır ki unutmak için ölmek gerekir.

Turkuvaz Yayıncılık, 14. Basım (1.Basım-Şubat 2010), 277 sayfa

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...