4 Aralık 2010 Cumartesi

"Anılarımla, anılarımın değeriyle ve onları yüklediğim eşyalarla ilgili bir yazı''

Buğday Tanesi benim bu konuda ne düşündüğümü merak etmiş, çok heyecanlandım, ilk defa bu zincirde bir halka oluyorum. Ve işin diğer bir heyecan verici yanıysa, tam da bu konuya benzer bir konuda yazmaya hazırlanırken konunun bana gelivermesi. Anılarına ve geçmişine takıklık derecesinde düşkün, buna ilişkin fil gibi bir hafızaya sahip, bazen geçmişe dair hayıflanmaktan kendi bile sıkılan tüm diğer insanlar gibi eşya, koku ve şarkılara itinayla anılarımı yükler, saklı oldukları yerlerden bazen isteyerk bazen istemeyerek çıkarırım ya da onlar kendi hür iradeleriyle istedikleri zaman çıkıp ya canımı sıkarlar, ya hüzünlendirirler. Anılarıyla mutlu olamayan bir insanım ben, iyiki de yaşamışım bunları demeyi bir türlü başaramadım, "ne güzel yaşamışım, iyi ki yaşamışım" yerine "neden bitti, neden anıya dönüştü..." diye hayıflanıp üzülmek en can sıkıcı özelliklerimden. İyicene moruklayınca nasıl olacağım çok merak içindeyim aslında. Ha bir de benim böyle ortaokuldan beri ufaklı tefekli eşya, not gibi anı zımbırtıları biriktirdiğim "herşey kutuları"m var, bir dolu ayakkabı kutusu, içinde türlü türlü eşya. Kendi kişisel tarihini ayakkabı kutularında saklayan bir kadınım işte....

Bu kadar çok eşya varken kutularda, ve hepsini buraya yazmak imkansız ve gereksiz olduğundan, anneannem ve dedemin evlerini yıllarca süsledikten sonra benim olan duvar saatine ilişkin yazmak isterim. Bu duvar saati anneannem ve dedemin çarşıdaki evinin L salonunda mutfak kapısı ile arka odalara giden küçük koridorun kapısı arasındaki duvarda oldukça yukarıda asılıydı. Ben o duvarın karşısındaki çekyatta uyurdum, bilir misiniz bilmem de bu saatlerin alt tarafındaki sallanan kol (adını bulamadım bir türlü) sürekli "tik tak" diye ses çıkarır. Bu ses gecenin karanlığında ve sessizliğinde uyumamı zorlaştırırdı, bir de yarım saatlerde bir defa tam saatlerde saat kaç ise o kadar sayıda "ding dong" diye öterdi. Zar zor uyurdum. Sabahları ise dedem kör vakitte kalkar, evin içinde yürüyüş yapardı. İşte o zaman, gözlerim kapalı, kulağımda dedemin terliklerinden çıkan "gırc gırc" sesi, saatin "tik tak"larına karışırdı, burnumda anneannem ve dedemin evlerinin kokusu, o zamanlarda "bu adam ne yürür sabah sabah, bırak dede az daha uyuyalım" diye içimden bağırırken, sonraları bu sabahları çok özlediğimi ve o sabahların tüm koku ve seslerinin bana huzur verdiğini farkettim. Saatin de bir parçası olduğu bu anlar dışında, bu saate takıktım ben, o duvarın altında durur kafamı yukarı kaldırır bakardım. Küçükken dedeme "ben evlenince bu saat benim olsun" dermişim, dedemler gülermiş. Önce dedem öldü, sonra anneannem. Sonra saat benim oldu, evlenmemiştim bile...

3 yorum:

Leylak Dalı dedi ki...

Anılara takıklık ve onları çeşitli kutularda biriktirme konusunda kendime benzettim sizi. Sizden büyük olduğum düşünülürse ilerleyen yıllarda da birşey farketmediğini göreceksiniz:))
Bu saatin aynısından ya da çok benzerinden annemin dayısında da vardı, ben de oraya gittiğimde tam bu saatin karşısında bir divanda yatardım. Aynen sizin gibi -bu arada adını bilmediğiniz şeyin adı sarkaç:)-dan dun sesleriyle uyuyamazdım bir türlü, üstelik yengemin çarşafları mis gibi kokardı, tam uyumalık. O zaman söylendiğim bu saati şimdi öyle özlüyorum ki, o yılları, gidip orada tatil geçirmeyi ve ne zaman düşünsem şu şiir geçiyor aklımdan:

"bir misafirliğe gitsem
bana temiz bir yatak yapsalar
her şeyi, adımı bile unutup
uyusam..."
M.Cevdet Anday

Sevgiyle kalın...

coraline dedi ki...

merhaba leylak dalı, ne güzel yazmışsınız.tesekkurler

Bugday Tanesi dedi ki...

Ne tesadüf olmuş bu.
Hem mimi hem de yazmak istediğin şeyi bir arada çıkarıvermişsin.
Eşyalar ve kokular daima hatırlatırlar. Aslında iyi ki varlar :)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...